Bekleyiş II


Steve Mccurry – Pakistan 1981

Öğleye doğru mal teslimatının gerçekleşeceği köyün çıkışındaki boş depoda toplandılar. Faraz eve gitmemiş ve sabaha kadar depoda yaktığı ateşin dibinde demlenmişti. Babasını nerede bulacağını çok iyi bilen Samir uyanır uyanmaz soluğu depoda almıştı. Her şeyden habersiz babasının ayaklarının dibinde dolanıyordu. Yıllarca hayalini kurduğu bir erkek çocuğunun olması için gitmediği doktor, hoca, şeyh, türbeler kalmamış en sonunda kendisine bahşedilen oğlu Samir doğmuş fakat eşi doğum sırasından kan kaybından ölmüştü. Kimine göre kaderden, kimine göre el verişsiz koşullardan. Ama sonucu değiştiremezlerdi artık.

Rutubetli depoda, kesme taşlardan yapılmış duvarı geçen soğuk havadan korunmak için yakılmış ateşin etrafında, Faraz oturduğu sandalyede Samir’i kavrayarak karşısına çökmüş Rizwan’ın ağzından çıkanları boş gözlerle dinliyordu. Rizwan’ın iki yanındaki oğulları Tarık ve Zarif bile babalarını dinleyemiyorlardı. Hamza ise ayakta volta atıyordu. Akıllarındaki düşünceler yüzlerine acı bir çaresizlik olarak yansıyordu. Rizwan da söylediklerinin kimsenin önemsememesi sebebiyle konuşmasını kesti. Sessizliği dinliyorlardı. Depodaki duyulan sesler şimdilik çaydanlıktaki fokurdayan kaynar su ve burunlardan ağır ağır solunan tiz nefeslerdi.

Çok geçmeden yaklaşan bir aracın sesi duyuldu. Ses giderek daha da yaklaştı ve deponun önünde durdu. Araç kapılarının açılıp ardından hızla kapanma sesleri geldi. Hiçbiri yerinden kıpırdamadı. Muhtemelen o kadar derin düşüncelere dalmışlardı ki sesi sadece ayaktaki Hamza duymuş ve kapıya doğru yönelmişti kahverengi gözleri. Kapı araladındı ve içeriye ışık huzmeleri saldırdı. Kapı eşiğinde iki erkek silueti belirdi. Artık diğerleri de gelen davetsiz misafirlerin farkındaydılar. Ayağa kalkıp içeri giren iki adama dikkat kesildiler. İçeriyi aydınlatan ışığa alışan gözler gelenlerin Abdullah ve Ömer olduğunu gördü. Şaşırmışlardı. Faraz kardeşlere doğru bir kaç adım atmıştı ki kendilerine doğrultulan silahları görünce durdu. Ömer ileriye atılıp Faraz ve ekibindekilere ait silahları toplayıp üzerlerini aradı. Sessizliği bozan büyük ağabey Abdullah oldu.

“Mallar nerede?”

Demek ki malların kaybından haberleri olmuştu. Demek ki hesap sormaya gelmişlerdi.

“Abdullah, malların kaybıyla ilgili elimizde olmayan durumlar gelişti. Dün pazardaki patlamadan sonra malların yüklendiği katırlar ürküp kaçmış. Biz bile canımızı zor kurtardık. Aramadığımız yer, girmediğimiz sokak kalmadı. Katırlardan geriye sadece iki paket mal bulabildik. Ama hatamızı telafi edeceğimizi emirinize bildirebilirsiniz. Bunun telafisi için emirin bildireceği her türlü şey kabulümüzdür.”

Faraz kendine yöneltilen silahın namlusuna konuşuyordu.

Abdullah ve Ömer afallayarak birbirlerine çatık kaşlarıyla bakıştılar. Ne diyeceklerini bilemediler.

“Elinizdeki paketleri ve cebinizdeki paraları şu çantaya boşaltın hemen!” diyerek elindeki çantayı Faraz’ın yüzüne fırlattı.

Faraz, kendisi kadar şaşırmış ekibinin yüzlerine baktı. Militanların örgüt adına buraya gelmedikleri, kendileri için bu soygunu gerçekleştirdiklerini geç de olsa kavramışlardı.

Faraz, kardeşlerin paketleri neden ellerindeyken alıp gitmediklerini düşündü. Bunun yersiz bir düşünce olduğunu hemen kavradı. Çünkü paketi aldıkları hemen öğrenilir ve muhtemelen Kabil sınırından henüz çıkmadan yakalanırlardı. Kelleleri gövdelerinden ayırtılarak bir kamyonete atılıp ibret-i âlem olsun diye sokaklarda sergilenirdi. Oysa Faraz’a teslim ettiklerine dair aldıkları yazılı belge emirin eline ulaştırılır ve kendileri bu ağın halkalarından biri olmaktan çıkarlardı. Paketler resmi olarak Faraz’daydı. Paketlerle ilgili yaşanabilecek sıkıntılardan sorumlu kişiler artık kardeşler değildi.

Kardeşlerin hevesle gelip hayal kırıklığıyla ayrıldıkları Afganistan’dan elleri boş dönmemek adına yaptıkları plan bir bombalı saldırı eyleminde yerle bir olmuştu. Fakat ellerindekilerle yetinmek zorundaydılar. 

Faraz, Tarık’ın uzattığı para ve iki paket malı çantaya koyup Ömer’e uzattı.

“Şimdi gelelim senin şu harcamaya kıyamadığın paralara.”

Gözler Faraz’daydı.

“Ne parasından söz ediyorsunuz? Sadece bugün verdiğiz zarf cebimde. Bunu alın ama yemin ederim başka param yok.”

Kardeşler verilen cevaptan tatmin olmuş gözükmüyorlardı.

Abdullah Samir’i babasından koparıp sırt üstü yatırarak koca ayağını göğsüne oturttu. Faraz hâlâ ciddiyetle aynı şeyleri tekrarlıyordu. Blöf yaptıklarını sandığı militanlara boyun eğmeye niyetli değildi fakat boşlukta yankılanan Samir’in kırılan kaburgasının sesine karışan acı çığlıklarıyla birlikte direnci kırıldı. Dişlerini sıktı. Başını ellerinin arasına aldı. Sonra bir el silah sesi duyuldu. Herkes titreyerek çığlık atan sese yöneldi. Tarık’ın kaval kemiğini parçalayan kurşunun Samir’in vücuduna saplanmamış olmazı Faraz’ı biraz olsun rahatlatmıştı. Kardeşler ciddi olduklarını gösterircesine namlularını Samir’in başına dayadılar.

“Tamam, durun!”

Sağ işaret parmağını uzatarak iki dev traktör tekerleğini gösterdi.

“Tekerlekleri kaldırıp samanı temizleyin. Küçük toprak zemini de birkaç kürek ile kaldırıp açılan metal kapağı kaldırın. Paralar orada.”

“O zaman kalk ve kendin çıkart!” diye cevap verdi Abdullah.  Zarif’i de işaret ederek yardım etmesini söylediler.

Herkes Faraz’ın neden sevkiyattan saatler önce depoda kaldığını şimdi daha iyi anlıyordu. Ev koca bir kasa gibi görülebilirdi ama depo boş bir ucubeden ibaretti.

Zarif ve Faraz Samir’in acı çığlıkları ve Tarık’ın inlemelerine karışan bir gürültüde yaklaşık beş dakika sonra iki çanta dolusu para çıkardılar. Hamza ve Rizwan şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Kardeşler ise sevinçten neredeyse küçük dillerini yutuyorlardı. Bunlar neredeyse almayı düşündükleri malların ederinden fazla bir paraydı.

Faraz’ın duyguları ise tarifsizdi. Yılların birikimini bu serserilere vermek zorunda olması onu delirtiyordu. Ayazlar, sarp kayalıklardan kayarak incittiği bileği, yorgun ve uykusuz geçen geceler… Hepsi bir çırpıda bitip gitmişti. Bütün birikimini hayatta kalmaya takas etmişti. Hiçbir şey hissetmemeyi o an o kadar dilemişti ki. Ama o kemik ve etin ardında küçük kırıntılar halinde de olsa bir vicdan ve hırs saklıydı hâlâ. Yaşama hırsı. Para dolu çantaya karşılık devam edebilecek altı yaşam.

Çantayı kardeşlere uzatırken dahi Hamza ve Rizwan’ın kıvrak bir hareketle üzerlerine çullanmasını bekliyordu. Ama görünen o ki silahlar kalksa eğer ilk çullanacakları kişi Faraz’ın kendisiydi. Yıllarca neredeyse karın tokluğuna çalıştırıldıkları gün yüzündeyken iki çanta dolusu yeşil banknotları görünce Faraz’a olan kin ve nefretleri harlanmıştı.

Kardeşler, aldıkları iki paket malı da para dolu çantalara koyarak kapıya yöneldiler. Samir kırık kaburgasının ciğerini parçalarcasına batmasının acısıyla koşup babasının boynuna sarıldı. Samir’in ağlaması ve Tarık’ın inlemesi bir anlığına ateşlenen silahtan çıkan kurşunla yarıda kesildi. Samir’in ensesinden giren mermi sağ gözünden çıkarak Faraz’ın köprücük kemiğini sıyırmıştı. Hemen ardından Rakin’deki terk edilmiş bir depodan çıkıp Hindikuşu Dağlarında yankılanan 20’den fazla mermi sesi duyuldu. Kimse tam olarak kaç mermi sıkıldığını sayamamıştı. Bedenler bir bir küçük ateşin etrafına sindiler. Cesetler toprağın soğukluğuna karışmaya başlamışlardı bile. Bir daha hiçbiri ateşin sıcaklığını hissedemeyeceklerdi.

Kardeşler kısa günün büyük kârı olarak ellerindeki çantalarla geldikleri araca binerek Tacikistan sınırına doğru yol aldılar. Sevinçle açtıkları radyodaki şarkıya eşlik ediyorlardı ki gökyüzünde tiz bir ses duyuldu. Koalisyon güçlerine bağlı savaş uçaklarının attığı bombalar hedefi şaşırmadan araca isabet ettirerek koca bir alev bulutuyla savaş uçaklarını selamlamıştı.

Ferhat BİRLİK


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir