Sevgili H.
Saat 03.24 ve ben sebepsizce bu mektubu yazarken buldum kendimi. Mektubunu kredi kartı borçlarının ve faturaların arasında posta kutusunda buldum. Başta garipseyip önemsemediğimden herhalde açma zahmetine de katlanmadım. Ta ki akşam yemeğinden sonra garipsediğim o zarfı tekrar elime alana kadar. Mektubu kaç kere okuduğumu hatırlamıyorum. Farklı duygular yaşadığımı söyleyemem aksine, bildiğim ve süregelen duygu yığınlarıyla yeniden yüzleştim.
Bir insanın boşluğa yazabilmesini garipsedim. Hele ki bıkmadan usanmadan 95 kere yazılan mektuplar… Bir başkasının boşluğuna. Ve kendi boşluğunda dahi bulmamışken kendini başkasında bulma ümidini garipsedim. Ama sonra düşündüm de her insanın bir boşluğa sığdırdığı hayatı ve hikâyesi vardır.
Bu da benim hikâyem:
Kim olduğumu ne ben biliyorum ne de bir başkası her seferinde hatırlatıyor. Yaşamı bir fanustan izliyorum. Buğulu, gri bir fanus. Elimde pek bir şey yok. Kasiyerlik yaptığım mağazada çalışmaya başladığım gün borçlanmaya başladım. “Hayatın bir anlamı veya amacı var mı?” diye sorduğumda her soruyu boş bırakıp geçiyorum. Yaptığım tek şey çalışarak edindiğim borçları kapatmak oluyor. Ailemi tanımadım. Daha doğrusu tanıyamadım hiçbir zaman. Küçük bir kasabada teyzemin yanında farkına varmıştım yaşadığımın. Anne ve babama hâlâ tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Çünkü sorduğum tüm sorular yarım yamalak cevaplarla geçiştiriliyordu. Sonuç olarak on sekizime varmadan teyzem ve eniştemin zorlamasıyla şuan yatakta ılık nefesini yastığına soluyan adamla evlendirildim. Hayır, yıllardır ağzından tek bir kötü söz çıkmadı. Zorbalık da etmedi. Çalışmama da izin veriyor. Bana saygı duyuyor ve garipsediğim bir şekilde de seviyor. Sanırım ben de sevmeye başladım yıllar geçtikçe. Ya da zorunda mı kaldım, bilmiyorum.
Bazen düşünüyorum, anne ve babamın akıbetini. Nasıl bir duygu olduğunu kavrayamadığım kavramlarla dolu bir hayat. Hiçbir zaman bir kahvaltı sofrasında ya da sıradan bir muhabbette umursamaz tavırlarla dahi olsa dilimden dökülmedi o kelimeler. Ve dahası bunu bir çocuktan duyamayacağım gerçeğini öğrendiğim günkü endişem ve şaşkınlığım, hayatın çelmesini taktıktan sonra tekme atmayı da ihmal etmediği gerçeğini bana bir kere daha hatırlattı.
Saat 03.32 garip bir gece. Tıpkı bizler gibi. Çocukluğum gibi. Belki sana gösterebilirim. Çocukluk izlerim duruyor. Bu izler hâlâ hatıralarımda düğümlü. Yutkunup bir türlü söze dökemediğim. Bu yüzden mi yıllar geçmesine rağmen bir çocuğum olmadı mı diye düşünüyorum bazen. İnsan kaç yaşına gelirse gelsin saplı kalıyor çocukluğuna.
Çok geçmeden bir şeylerin farkına varmaya başladım. Önceleri ölüler tabutlarına yerleştirilmeyi beklerlerdi. Oysa artık canlı girdiğimiz tabutlarda bizler ölümü bekliyoruz.
Hayat bizim tekelimizdeymiş gibi sadece bizim kursağımızda kalıyormuş gibi bakmıyor muyuz insanlara? Dertlerimizi ve acılarımızı yarıştırır olduk. Bir yere vardığımız da yok. Sendelemenin ötesine geçemedik daha. Hayatın bu anlamsız sancılarını sonlandırmak, sürdürmekten hep daha zor gelmiştir insanoğluna. Bunun böyle olduğunu şuan sana yazıyor olmamda görebileceğini umuyorum.
Saat 03.38, insanların hayata dair tek beklentileri içinde bulundukları tabutun devrilmesidir belki de.
Saat hâlâ 03.38 ve ben tabuttan sıyrılıp devrilmeye direniyorum.
95
0 Yorum