‘’Masalları sevmekle dinlemek arasında fark vardır. İnsan kendi masalını sever, başkasının masalında dinlenir, masalı bitince de tükenir.‘’
Bruce Lee’nin burnu kanadığında tıraş olunmuş, yanaklar taş olmuş, kalplerin ihanetini anlatıyordu hala. İrfan’ın aynalı gözlüğünde saçlar düzeltilip, telgraf çekilse bile daha hızlı gidecek uzun mesajlar yazılıyordu sevgililere. “Portakalın rengi neden hep aynıdır?” felsefesi yapılıp açık meyhane dükkânları aranıyordu sokaklarda. Yaşlanmış masallar gençleştirilip “Açıl susam açıl” diyerek kırmızı noktalı kahkahalar atılıyordu mağara önlerinde. Üniversite öğrencilerinin bir evde toplandığı gece yarılarında hep acıkılırdı zaten. Biz de acıktık. Koca bir tavanın anneliği, altı kişinin parmaklarını üflettiriyordu ekmeği her bandırışlarında. Olanla yetinmesini bilen hayatlardan gelmiştik ve menemendeki yeşilbiber ve karabiberin sadece iki yumurtayla yapılan eksikliğini hiç hissetmedik. Hissetmiş olsak da kimse bir şey söylemezdi. Bilirdik ki ekmeği lokmasından büyük olurdu, yokluğun. “Allah yokluğunu aratmasın” kime denirdi ki zaten. Bruce Lee’nin çok şükür o gece bir daha hiç burnu kanamadı filmde. Sonra, herkes yattı.
Odamdayım. Masanın üstünde dün geceden açık bırakılmış fizik kitabımın 204. sayfasındaki aynalar konusu ve hesap makinem, korkumu hesaplayıp yansıtıyor odama. Final haftası. Fizik ikinci sınıf. Uykum ranzasını çoktan hazırlamışken odamdaki bütün zamanları kuruyorum yarın sabaha, iki dakika arayla. İki kurulmuş saat ve cep telefonum. Kurduğum bütün zamanlar birbirini tanımıyor ve uyanmak için dört saat uyandırılmak için altı dakikam var.
Açık kalmış bir pencereden içeri ısrarla girmek isteyen bir kelebek gibi uyanıyorum. Üstümdeki tavanı sanki ilk defa görüyorum. İki yıldan beri resmen modelistlik yaptığım her şeyimi gören bilen ve koyun koyuna yattığım bir yabancıyla tanışıyorum. Şaşkınlığımın boğazını daha çok sıkmadan kalkıp odamın kapısını açıyorum. İrfan salondaki kanepede rüyasında “anne, anne” diye sayıklıyor. Usulca dürtüyorum. Gözlerini hafifçe açıp tekrar “anne” diyor, bırakmıyor belki de bırakılmıyor. Bazı rüyaların saçları hep ıslak kalıyor hayatta ve anne acısının aküsü hiç bitmiyor. Sana görünen rüyalar kır düğünüyle başlayıp biri seni dürtünce kalbinde geçim derdine dönüşüyor ve bu acı, rüyanın sonunda hiç dinmiyor, başka uykuların aynı rüyası oluyor sadece. İki yıl öce bu evi tutarken tanışmıştım İrfan’ın annesiyle. O zaman: “Merhaba teyzeciğim.” demiştim. Geçen yıl da “Elveda” . Ondan sonra çok uyandırdım İrfan’ı elveda rüyalarından. Yürüteci oldum başka rüyasına geçerken çoğu zaman da annesi, o hiç bilmeden… Evden çıkarken kurduğum zamanların hiçbirine dokunmadım benim için çalan değil benden çalınan zamanlar için uyanamamaktan korkarım. Akşamları, astımlı olduğum yokuştan bu sefer koşarak iniyorum. Sokak aralarından gelen kıymalı börek kokusu ciğerlerimi yaksa da Üsküdar vapurunun dalga köpüğünü görünce daha hızlı koşmaya başlıyorum.
Güneş en güzel nefeslerini vermeye başlıyor yeni güne. Hava mis. Deniz, İstanbul’a kocaman bir öpücük kondururken anneannem her zamanki gibi günün ilk mesajını çekiyor. Okunmuş pirinç tebessümü, o an cebimde günlerdir duran birkaç çubuk kraker ile birlikte boğazdan geçiyor.
Okuldayım. Sınav bitti. Soruların adreslerini hiç merak etmiyorum. Aramıyorum da…
İçimden geçenlerle bizim çocuklarla buluştuğumuz ağacın gölgesine yürüyorum. Bugün sıra bende. İlk önce İrfan geliyor elindeki kıymalı börekle. ‘’ Oooo !!! Erkencisiniz bu sabah.‘’ Bütünü demirle kaplanmış bir yüzle bakıp: ‘’Sorma be oğlum, gece bir rüya gördüm uyutmadı beni fazla’’ dediğinde en uzun nefesimi dileniyorum kendimden nedense.
Diğer arkadaşlar da geliyor. Herkes sıranın bende olduğunu biliyor, bir tek İrfanla ben kaldık zaten. Ağaca iyice yaklaşıyoruz, iki kişi kimse görmesin diye kapatıyor beni ve ağaca çaktığım çiviyi. “Aşk çivisi” diyoruz buna. Bizim ağacın gölgesi çok tutulur. Dersi boş olan ya da dersini bekleyenler genellikle burada buluşur. Özellikle de kızlar. Haliyle sırtını ağaca yaslayan kim olursa kalkarken ya kazağı, tişörtü ya da montu bir şekilde o çiviye takılır. İşte biz tam o anda devreye gireriz tabii sıra kimdeyse ve meşhur kısmetli eşofman da yanımızda.
İçi define yüklü bir espri ile başlayıp ilk başlarda kahkahalarımıza bardak altlığı olarak koyduğumuz sonrasında içimizdeki şiirleri taşıdığımız bir daktilo olmuştu bu yaşadıklarımız. İçimizde şanslı olan arkadaşların yazdıkları şiirler daktiloda frenleri tutmayan dizelere dönmüşse de İrfanla benim daktiloda şiir yazacak harflerimiz hiç olmadı nedense. Ağacın yirmi metre uzağındaki bankta oturup gölgesindekilerle dinleniyorduk o gün de. İki kişi oturuyordu, sırtları boşluktaki yastıkta. En azından ben öyle diyordum. Sonra birisi geldi yanlarına. Sarı saçlarıyla yüzü bir saniye bile bakmamaya oyalanmayacak kadar güzel… Pat diye oturdu yasladı sırtını ağaca. Toplu iğnesi hazır bir heyecan yaşıyordum ki aldığım nefeslerin bütün balonlarını patlatacak bir yumruk indi sırtıma. İrfan’ın: ‘’Ulan dört değil, on dört ayaküstüne düştün.’’ Sözü bir an beni nefessiz bırakıyor , sonrasında bütün nefeslerim memleketlerine geri dönünce bu sefer ben memleketten sesleniyorum can havliyle İrfan’a: “Yavaşşşş!.. Yuhhh…!!! Be oğlum.” İrfanlar derse gidince yalnız kalıyorum bankta.
Bana en yakın yabancıya bakıyorum şu an. Okuduğu kitabı dudak hareketlerinden okuyup onun altını çizdiği satırları içimden konuştururken ’’ Önce rüzgâr dinlenir, sonra düşürdüğü yapraklar. O yüzden bütün rüzgârlar yaprakları üzer.’’ diye bağırmaya başlıyor, oturduğu yerden. Sonra da hızlıca kalkmaya… Şükürler olsun ki tişörtü çiviye takılıyor. Gözünün ucu iyice başının arkasındayken ve gördüğü manzara karşısında ağzından çıkardığı küfürlerin hiçbiri kırmızı ışıkta durmazken İrfan’ın Yuuuh! unu bu sefer onun ağzından çıkan küfürlere karşı içimden söylüyordum. Yuuuuuuh…!! Tam karşısındaydım.’’ Pardon sanırım tişörtünüzü çiviye taktırdınız inanmayacaksınız ama ben de tişörtümü geçen gün aynı çiviye taktırdım ‘’ dediğimde kapısını açıp beklediğin, geleceğinden ve gideceğinden emin olduğun cevaplar vardır ya işte onlardan birini beklerken: ‘’ Elindeki eşofman senin mi bana bugünlük versene yarın ben seni bulur veririm.’’ dedi sadece. ‘’Bu mu? Tabii bu ya… Eşofman, bu evet, yani tabi ne demek alabilirsin.’’ diyebildim. Dönüp gitti. Orada kaldım. Kaldırıldım daha doğrusu. Bütün düşündüklerimi hayal ettiklerimi beklediklerimi saklama kabına koydum o an istediğim tek şey buydu. Arkamdan birden ‘’ Heyy…!!! baksana adın ne senin hangi bölümdesin?’’ Arkamı döndüğümde o çoktan önüme gelmişti bile. ‘’ Sana söylüyorum duymadın mı?” ‘’Duydum da arkamdan geldi ses zannettim. Adım Özgür, Fizik 2H ‘’ cıva gibi bir gülüş attı bana keskin ve yakıcı. ‘’ Tamam yarın bulurum seni , haa!.. bu arada sana tavsiyem, sesi duyduğun yere değil; sesi gördüğün yere bakacaksın.’’ dedi.
Bademcikleri iyice şişen düşüncelerle akşam eve vardığımda İrfan uyuyordu. Geldiğimi duymuş olacak ki: ‘’Oğlum niye açmıyorsun telefonunu, ne oldu merak ettik ya. Eşofman da yok ortalıkta anlatsana. ‘’Şu an için anlatacak bir şey yoktu, belki de vardı ama ne bileyim işte… Sobasına değmek istemediğim bir cevap vermek istemedim İrfana. Çoğumuzun yalnız kalmak istediğinde karşısındakine bavulunu içindekilerle bırakıp kaçtığı o meşhur sözü söyledim sadece…
‘’ Sonra konuşalım mı? ‘’
Ertesi gün sabah sınıfın girişinde karşıladı beni. Aramızdaki bir saniyelik mesafeye az uyumuş bir gülümseme ekledim. Nasıl göründüğünü asla bilemeyeceğim bir gülümseme. O ise istemeden oldu bakışıyla uzattı eşofmanı sonra güneşte fazla kalmak istemeyen bir çocuk gibi: ‘’Teşekkür ederim. Adım Masal. Bugün yine saat üç gibi ağacın orada olacağım. Gelirken ne olur ne olmaz sen yine de eşofmanını al yanına.‘’ dedi . Sözlerinin ilk defa bedenime uyum sağladığını düşünerek derse girdim. Saat 15.00’te ordaydım daha doğrusu altı ay boyunca hep oraya gittim. Hep aynı yerde buluşmaya başladık. Bir gün gelmedi buluşmaya. Daha sonraki ondan sonra ki hafta da gelmedi. Ne okula ne de… Çok uğraşsam da her yolu denesem de bir türlü ulaşamadım. Kötü düşünmek istemedim hep namuslu yaklaştım, düşüncelerime ta ki…
Bir akşam İrfan geldi yanıma. ‘’Konuşmalıyız. ‘’dedi. Bavulumu vermek istediğim o meşhur sözü söylemeye fırsat vermeden ‘’ Özgür konuşmalıyız. ‘’ bir sürü mevsimin içinden geçtiği belliydi. Sonra sonbahar yüzüyle oturdu karşıma. “Özgür, ben Masal’ı seviyorum. O da beni seviyor. Bunu söylememi o istedi. Günlerdir seninle buluşmamasının sebebi bu. Üzgünüm.’’ dedi. Sadece “Üzgünüm.” Ömrümün kendinden azaldığını kalbimin bir kapı aralığına sıkıştığını hissettiğim zamanı yaşıyordum ve ben o an kalbimin üstüne kova kova su dökmek istiyordum.
Yatağımı dağınık, buzdolabı kapağını açık bırakıp salondaki sehpaya da bir tekme atarak o gece ayrıldım evden. Öfkemin kemiklerini ancak bu kadar kırabildim. Önce tek bir aynaya sığdırmaya çalıştım duyduklarımı. Sonra da kırmaya. O yüzden Masal’ı hiç aramadım. Hiç görmedim onları. Hiç kötü de düşünmedim, kin de duymadım artık sadece gözlükle yaşıyordum hayatı, yakını ve sana yakın sandıklarını çok daha iyi görebilen… Bir gün bir kıza sadece “Hadi yürüyelim biraz.” dedim, yürüdük, yürüdük, yürüdük. Çok sonraları duydum ki çok sürmemiş ayrılmış İrfanla Masal. Ben duygularıma hiçbir zaman silgi almadım ki… Hiç uzatmadan beklemeden beklettirmeden aldım içeriye onları. Üzüldüm yani.
Yürümeye başladığım o kızla evlendim, üç yaşında kızım var. On yıl sonra üniversitede yine o ağacın gölgesindeyim. Çivi hala yerinde. Bir sürü trenler kalkarken içimden dudaklarım dikişlerinden yıllar sonra açılıveriyor…
‘’Masalları sevmekle dinlemek arasında fark vardır. İnsan kendi masalını sever başkasının masalında dinlenir masalı bitince de tükenir ‘’diyerek bağırıyorum oturduğum yerden.
Oysa ben hiçbir masalımda kimseye annem olmadığını söylememiştim ki…
Özgür YALNIZÇA
0 Yorum