Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır diyerek, kitap okuyarak ve internetten araştırarak birçok eksiklerimizi tamamlamaya çalışıyoruz. Nereden başlayacağımızı bilemiyoruz çoğu zaman. Öğrenmenin açlığı ile önümüze çıkan tüm bilgilere saldırıyoruz. Çoğu zaman da şaşırıp kalıyoruz. Boşa geçmiş senelerimiz diyerek üzüntüden oturup kalıyoruz, elimizi bile kıpırdatacak takatimiz kalmıyor sanki.
Mesleğimizle ilgili gelişmeleri, yenilikleri takip etmeye çalıştıkça, önümüzdeki engin deryalar bizi yıldırmıyor desek yalan söylemiş oluruz. Kendimizi ne kadar çok geliştirsek de, geliştirmeye çalışsak da azdır diyoruz. Yoksa mükemmeliyetçi miyiz?
Televizyonda gördüğümüz doktorların internet sitelerine girince de boşu boşuna yaşamışız bu ömrü sanki diyoruz; Ne yediklerimiz doğruymuş, ne alışkanlıklarımız, ne de yaşam tarzımız. Büyük bir yanlışlığın içinde, kaynar kazanda kaynamış durmuşuz. Her şey de yanlış olur mu canım? Bu mutsuzluk bundan mı kaynaklandı acaba. Yediklerimiz içtiklerimiz ne kadar önemliymiş?
İş dönüp dolaşıp yaşam tarzımıza kilitleniyor. Yememizden içmemize, uyumamızdan kalkmamıza, konuşmamızdan ibadetimize kadar her şeyi bilinçsiz yaptığımızı fark edince kötü hissediyor insan kendini. Yeni bir sayfa, yeniden yola çıkmak da zayıf irademize zor geliyor. Bunu yapmamız gerektiğine inansak da, binlerce kez değişmek istesek de olmuyor, olmuyor işte, bir türlü olumlu olmuyor hiçbir şey.
Başarılı olduğuna inandığımız insanlara bakıyoruz, sonra kendimize. Başarı tespit tutanağı nedir sizce, bizce?
Olumlu düşün olumlu olsun her şey diyorlar. Bilmiyorlar ki bu yaşımıza kadar iliklerimize kadar, genlerimize kadar işlemiş başarısızlık ve tatminsizlik duyguları.
Aşağılık kompleksi sahibi olmuşuz. Kendimizi eleştirmeyi, depresyonda hissetmeyi, mutsuzluğumuzu yaratmayı âdet edinmişiz. Gördüğümüz gerçekleri en olumsuz şekilde abartmada üstümüze yok.
Kendine güven duyan, iradesini kullanabilen, çelik gibi sinir sistemine sahip birisi olmak. Sağlıklı bir bedende oradan oraya mutlu bir şekilde koşuşturabilen, kendisine, ailesine ve çevresine yüksek moralle mutluluk verebilen birisi olmak. Hem kendini seven hem tüm canlıları seven, iyi davranan, yardım eden, akıllı, zeki, çalışkan, verimli, geleceği düşünebilen, vatanını seven ve çok çalışkan birisi olmak. Ne güzel değil mi?
Yaptığımız en anlamadığımız yanlış ise kendimizi olduğu gibi kabul etmemektir, kendimizi beğenmemek, hep daha iyi olmak istemektir. Yapabileceklerimizin farkında mıyız acaba? Şu anda kendimizi tembel veya başarısız hissediyoruz. Yoksa zaten kapasitemizin çok üstünde mi yuvarlanıyoruz bu hayat yokuşundan.
İnsanın kendini değerlendirebilmesi kadar zor bir şey yoktur bence. Kişi belli bir olgunluğa gelinceye kadar, ergenlik çağı yaşar gibi kendini hep en akıllı ve en başarılı zanneder. Delikanlı akar kanı. Ama o çizgi geçildikten sonra hamlık geride kalacaktır artık, beyni kemiren kendini tanıma ve bilincinde olma düşünceleri yavaş yavaş, depresyon, acı, kompleks ve üzüntü içinde, demleye demleye pişirir insanı.
Ama kazan içinde olanlar asla anlayamazlar piştiklerini, arada sırada tadımıza bakılır, pişip pişmediğimize bakılır, yağımız tuzumuz kontrol edilir ve sabırla pişmemiz beklenir. Kim yapıyor bunu peki? Kim pişiriyor bizi? Burada herkesin cevabı farklı olmalıdır. Bu farklar sayesinde ülkenin bireylerinin kültürel ve gönülsel zenginliği ortaya çıkar.
Bir ömür geçirmek; neden yaşıyoruz, ne için çabalıyoruz? Bunların farkına varmak ve farkındalığın farkını yaşamımızda hissetmek güzel hissettiriyor.
Boş beyinler içinde yankı yapan düşünceler; gürültü yapa yapa, konuşma sanatını öğrenebilmiş, güzel konuşabilen ağızlardan ikna gücünü artırırcasına çıkınca çok değer kazanıyor.
Günümüzde bu aynen böyledir, kişinin ne kadar dolu olduğuna bakılmaksızın, sadece güzel konuşması ve görünümü ile değer verilir, bir yerlere gelir. Diğer taraftan siz boşuna geçirmişim bunca yılı kitapların başında, konuşma dersleri alsaydım daha başarılı olurmuşum dersiniz kendi kendinize. Millet bir biliyorsa beş biliyormuş gibi kendini satar. Siz beş bilseniz bile bir bildiğinizi bile gösteremezsiniz. Çünkü sizde bir şeyler eksik kalmıştır.
Günümüz dünyasında, vahşi kapitalizmin kucağında kendimizi köle gibi hissederken, özgür olmak için daha çok köle gibi çalışmak istiyoruz.
Hızlı dinlenmek bile haram olmuş bize misali çalışıp didiniyoruz biraz daha para kazanıp bu kölelik prangalarından kurtulabilmek için.
İşin kötüsü beden yorgunluğunun bile artık geçemeyecek seviyelere ulaşması. Zihinlerimiz o kadar yorgun ve dolu ki, zihin beden karışıyor, kısır döngü içinde düğümleniyor birbirine. Dinlenmek için çalışıyoruz. Tembellik etmek, yatıp uyumak için çalışıyoruz…
Yıllarca çalışıp didinip ömürlerini bir fabrika patronuna sunmuş bizler şöyle bir bakıyoruz geriye ve iki damla gözyaşı bile dökemiyoruz artık. Posamızı çıkarmışlar, bir kenara atmışlar bizi. Nasıl geçirmişiz onca senemizi? Kendimiz için bir tırnak ucu kadar çalışmadan, kapitalizmin patronlarına adamışız hayatlarımızı adeta.
Silah zoruyla değil elbette, mide zoruyla olmuş tüm bunlar. Aç kalma korkusu ezmiş milyonları yıllarca. Aç karnına, ayakları titrerken de onların düzmece sendikal oyun sahnelerinde sesleri çıkamamış bile.
Böyle gelmiş böyle gider misali yedi cet sonralarının da aynı kulvarda olacak olmalarının bilincinde kahrolmuşlar. Çaresizliğin girdabında en derinlere sürüklenmişler.
Hayatla mücadeleden yorulmuş izleyiciler olmuşuz. İzleyemiyor, anlayamıyoruz bile artık. Oltanın ucundaki balık misali yavaş yavaş yaklaşıyoruz göremediğimiz, tahmin edemediğimiz gelecek bilinmeyenimize.
Hadi ama daha fazla dayanacak gücümüz kalmadı, ne olacaksa bir an evvel olsun.
Hadi ama…
0 Yorum