Teşekkür ederim Kürşat, her şey için çok teşekkür ederim. Çok iyi oldu değil mi? Otuz yıl sonra kimin aklına gelirdi burada karşılaşacağımız?
Ahmet Hoca Kocaeli Anadolu Lisesi’nden sınıf arkadaşı Kürşat’la vedalaştı ve ağır adımlarla havalimanına girdi. Her havalimanında olduğu gibi güvenlik kontrolleri, ayakkabı ve kemer çıkarmalar… Türk Hava Yolları check-in kontuarlarını bulması uzun sürmedi. Ekranında İstanbul yazılı kontuarın önüne geldi. Almatı’ya gelirken sadece el bagajı ile gelmişti ama Kürşat onu o kadar çok gezdirmişti ki Almatı da, o kadar fazla hediyelik eşya dükkânına girmişlerdi ki, hiç niyeti olmadığı halde birçok hediye ile dönüyordu İstanbul’a. Neler almıştı neler…
Orta boy valizine bagaj etiketi barkotları yapıştırıldı. Sonra pasaportunu ve üzerinde koltuk ve gidiş kapı numarası yazılı biniş kartını aldı görevliden. TK8801, 1 Temmuz 2019 Pazartesi, 17:55 Almatı kalkış, 20:55 İstanbul varış. Uçuş süresi altı saat. Gelirken beş saat on dakikada gelmişleri, neden şimdi altı saat diye düşündü. Batıdan doğuya uçuş süresi, doğudan batıya uçuş süresi ile aynı değil mi? Dünya nereden nereye dönüyordu? Batıdan doğuya mı, doğudan batıya mı? Aklı iyice karıştı. Sonra aman boş ver dedi kendi kendine, sonunda gidecekti ya İstanbul’a. En güzeli de cam kenarından bilet alabilmiş olmasıydı. Üç gün önce gece uçuşu ile gelmişti Almatı’ya, yine cam kenarındaydı ama sadece şehirlerin ışıklarını görebilmişti arada sırada. Şimdi doya doya bakarım aşağılara, kim bilir nereler göreceğim diye düşündü. Bir dakika bir dakika, İstanbul’da hangi havalimanına inecekti uçak? Yeni yapılan 3. Havalimanı mı yoksa Sabiha Gökçen’e mi? Tekrar biniş kartına baktı, yeni havalimanı yazıyordu. Uzak, çok uzak hem de diye düşündü. Olsun dedi sonra, İstanbul’a inelim de hele, her türlü gideriz evimize…
Pasaport kontrolünden sonra uçağa bineceği bölüme kadar yavaş yavaş, etrafındaki hediyelik eşya dükkânlarına, fast food lokantalarına, kafelere baka baka yürüdü. Şurada bir kahve mi içsem acaba diye geçirdi içinden, sonra vazgeçti. Pahalı! Bir fincan kahveye 17 lira vermişti İstanbul’da, kim bilir kaç dolardır burada. Zaten çok para harcamıştı. Aklının ucunda yokken bu seyahate çıkmıştı, uçak biletleri ve otel masrafı, Astana Arena konser bileti, şehir içi gezi, yeme içme, tuzlunun da tuzlusu olmuştu onun bütçesine. Ama olsun, olsun be Ahmet Hoca! Değmedi mi? Değdi, hem de öyle bir değdi ki…
Ya Ahmet Hoca çok erkenciydi, ya da millet gecikmişti. Aprona bakan bir koltuğa oturdu bekleme salonunda ve üzerinde Air Astana yazan bir uçağın körüğe yanaşıyor olduğunu gördü. Buraya gelirken Türk Hava Yolları uçağı ile gelmişti, dönerken Air Astana ya ait Airbus A321. Ahmet Hoca! Nasıl da biliyorsun böyle? Kimisi arabalara meraklıdır, bütün marka ve modelleri bilir, bir bakışta motor hacmi, çekiş gücü, piyasa değerini sayar – tıpkı okulundaki Metin hoca gibi -, Ahmet Hoca’nın da uçaklara merakı vardır. Pazar sabahları televizyondaki sivil havacılık programlarını kaçırmaz hiç, bu programlar hariç doğru dürüst televizyon da seyretmez zaten.
Demek ki Türk Hava Yolları ve Air Astana’nın kendi aralarında anlaşmaları var diye düşündü. Biniş kartına baktı, koltuk numarası 7A. Uğurlu sayıları yedi ve on dörttü. Normalde uğurlu sayın nedir diye sorsalar doğum günü olan on dördü söylerdi ama on dört numara kanadın üstüne denk gelebilir, kanat görüşüne engel olabilir diye düşünmüştü ve bu yüzden doğum ayı olan Temmuzu, yani yediyi seçmişti.
Bekleme salonunu yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. Çoğunluğu çekik gözlüydü biraz sonra beraber seyahat edeceği yolcuların. Anlamam, hem de hiç anlamam, bunlar Çinli mi, Japon mu, Koreli mi, Kazak mı, Özbek mi… diye sordu kendi kendine alt dudağını hafif içe çekerek. Yaşlılar, gençler, çocuklar, bebekler, sevgililer, karı kocalar… Çok kalabalık Ahmet Hoca, dünya çok kalabalık değil mi?
Biraz sonra uçağa biniş işlemleri başladı. Herkes yerinden kalktı ve görevlilerin önünde kuyruk oluşturdular. Ahmet Hoca kalkmadı, en son binerim dedi kendi kendine. Camdan dışarıya bakıyor, kim bilir bir daha ne zaman gelebilirim buralara diye düşünüyordu. Aklımın ucunda yokken buraya geldiğime göre… Geleceği Allah bilir sadece, inşallah bir daha gelebilirim… diye düşündü. Kuyruktakilerin sayısı azalmıştı, oturduğu yerden kalkıp kuyruğa geçti, beş on yolcu vardı önünde…
Sıra Ahmet Hoca’ya geldi. Pasaportunu ve biniş kartını görevliye uzattı. Görevli bilgileri bilgisayara girdi ve Ahmet Hoca’ya birşeyler söylemeye başladı. Ahmet Hoca duyamadı, iki gece önce kulakları haddinden fazla yorulmuştu. Yüksek sesle lütfen dedi görevliye. Görevliye yaklaştı ve görevlinin söylediklerini anlayabildi.
Bir yanlışlık olmuştu. 7A nolu koltuk çifte rezervasyonla iki kişiye satılmıştı ve koltuk şu an doluydu. Uçağın tüm koltukları satılmıştı, boş yer yoktu. Eğer gelmeyen yolcu olursa Ahmet Hoca o zaman binebilecekti uçağa. Peki, herkes gelirse ne olacak? diye sordu. Eğer tüm yolcular gelirse onu bir gün istediği otelde misafir edecekler, otel masrafını Türk Hava Yolları karşılayacaktı, üstelik bir gecelik tazminat olarak cebine de 400 dolar harçlık koyacaklardı. İstediği otelde bir gece, tüm masraflar onlara ait. İnşallah herkes gelir ve uçakta yer kalmaz diye düşündü.
Peki, bagajım? dedi. Bagajınızı sizin için İstanbul’da emanete alacağız ve İstanbul’a vardığınızda size teslim edeceğiz dedi görevli. Ben beklerim diye düşündü, nasılsa okullar tatil, günde 400 dolar verdikten sonra… Ahmet sus, hesap mı yapıyorsun şimdi?
Görevlilere yakın bir yerde ayakta beklemeye başladı bu sefer. Dakikalar geçiyor tek tük gelenler beliriyordu koridordan, hızlı adımlarla gelip görevlilere pasaport ve biniş kartlarını veriyorlar ve uçağa geçiyorlardı. Ahmet Hoca, soramıyordu son durum nedir, doldu mu uçak? diye.
Cep telefonunu çıkardı ve babasına durumu anlattı. İnşallah herkes gelir, inşallah uçak dolar. İnşallah bir gün daha kalırım Almatı’da. Bir gece daha… Nereye giderim acaba? Kürşat’la beraber gittiğimiz Kaldayakov caddesine mi yoksa Kazybek Bi caddesine mi giderim? diye düşündü… Vay be, işe bak sen… Bir gece daha buradayım…
Görevli Ahmet Hoca’nın yanına geldi. Ekonomi sınıfı tüm yolcular gelmişti, Business Class tan bir yolcu gelmemişti. Ahmet Hoca’yı Business Class ta misafir edeceklerdi. Uçak kalkmak üzereydi ve Ahmet Hoca’nın hemen uçağa geçmesi gerekiyordu…
Hayır, istemiyorum. Burada bir gece daha kalsam olmaz mı? Kim o yolcu, biraz daha bekleyelim, gelir belki adamcağız, ya da kadıncağız. Yazık ona, kaçırmasın uçağını, belki İstanbul’da önemli bir işi vardır. Bekleyelim ne olacak ki… diye geçiriyordu içinden.
Tüh be… Ne güzel hayal kuruyorduk… Neyse dedi sonra, vardır bunda da bir hayır. Hiç olmazsa ilk kez Business Class’ta uçmuş olacağım. Görevliden pasaportunu geri aldı ve diğer görevlinin arkasından uçağa doğru isteksiz ve gönülsüz bir şekilde yürümeye başladı. Uçağa en son Ahmet Hoca biniyordu. Kapıda iki hostes güler yüzle karşıladılar onu ve uçağa girer girmez sağ taraftaki koltuğu gösterdiler Ahmet Hoca’ya. Business Class’taki koltuklar daha geniş, daha konforlu ve daha rahat… Vay be, zenginlik bu mu oluyor şimdi?
Uçağa en son binen yolcuya ister istemez kafalarını kaldırıp baktı diğer yolcular, herkes yerine oturmuştu ve kemerler bağlanmıştı, ama birisi geliyor iki görevli arasında ve ona özel hizmet yapılıyor, yer gösteriliyor, el bagajı özenle yerleştiriyor… Kim bu son gelen diyorlardır herhalde…
Ahmet Hoca’nın koltuğu koridor tarafındaydı, cam kenarındaki koltuk ise doluydu. Yer değiştirelim ne olur, ben camdan baka baka gitmek istiyorum da diyemez şimdi…
Kim var yanımda acaba? İyi yolculuklar dileyelim, ne de olsa altı saat beraberiz. Ekonomi sınıfı yolcularıyla sohbet ede ede geçirirdi zamanı, Business Class’taki yolcular nasıl acaba? Sohbet ederler mi? Yoksa zenginliklerinin verdiği ukalalık falan mı vardır onlarda?
Yanında, genç bir delikanlı vardı. Siyah bir güneş gözlüğü ve siyah bir beyzbol şapka takmış, kafasını cama doğru yaslamış, uyumaya çalışıyordu… Kim bilir kimin oğludur diye düşündü. Kazakistanlı bir milyarderin Avrupa’da okuyan oğlu mudur, yoksa İstanbul’da bir özel üniversitede mi okuyordur? Temmuzda hangi okul açık ki? Bu kesin İngiltere’de okuyordur, ailesini görmeye gelmiştir, şimdi geri dönüyordur, İstanbul üzerinden Londra’ya gidecektir…
Ahmet Hoca kendi kendine kim bu oyununu oynamayı severdi. Konuşmadan önceki tahminleri ve konuşup öğrendikten sonra kendine verdiği puanlar kimi zaman yüksek kimi zaman da çok zayıf tahmin gücü puanlamalarıydı.
Kim bu delikanlı? Nereden başlasak muhabbete? Uçak kalksın da öyle değil mi Ahmet Hoca. Sağ tarafına baktı sonra, güzel ve bakımlı iki şişman kadın gördü, kim bilir Almatı’nın hangi yüksek sosyeteleridir bunlar? İstanbul üzerinden Paris’e alışverişe gidiyorlardır kesin…
Kafanı arkaya çevirip millete meraklı meraklı bakmayacaksın değil mi Ahmet Hoca? Uçak kalksın bir ara lavaboya gider dönüşte iyice bakarsın arkadakilere. Sağ tarafındaki kadınlar birbirleriyle muhabbete başlamışlar bile. Bize kaldı sol yanımızdaki delikanlı. Bu da güneş gözlüğü takıyor resmen, bir de şapka. Beyaz tenli, düz ve ipeksi siyah saçları kulaklarını kapatıyor, kahkül değildi bunlar değil mi, favoriydi evet… Çok güzel de parfümü varmış, pahalı bir şey, zenginlik böyle mi kokuyor!..
Uçak kalktı, tırmanma bitti ve batıya doğru yöneldi. Soldaki camdan güneşin batışını seyredemiyordu ama ufuktaki turuncu renkli bulutları görebiliyordu.
Merhaba! dedi Ahmet Hoca. Merhaba, iyi yolculuklar! Delikanlı müzik dinliyordu herhalde, kulaklığını çıkardı ve sağına doğru, Ahmet Hoca’ya doğru baktı. İyi yolculuklar dedi bozuk bir Türkçeyle. Bu delikanlı Kazak olmalı, Türkçe de biliyor, az önce düşündüğü gibi İstanbul’da okuyor belki. Sonra gözlüğünü çıkardı delikanlı, gözlüğe uzanan elleri gördü Ahmet Hoca, düzgün, ince ve uzun piyanist parmakları gördü. Bu delikanlı piyanist mi yoksa? Maşallah parmaklara bak! Ne kadar uzun ve düzgün, ya piyanisttir ya da cerrah falan olacak. Gözlüğünü sol tarafındaki el çantasının üzerine koydu ve tekrar Ahmet Hoca’ya baktı delikanlı. Bu gözler… Kendi yansımasını gördü bir an Ahmet Hoca delikanlının gözlerinde…
Bu o, bu o resmen! Rüya mı görüyorum? Gerçekten sen misin? İnanamıyorum şansıma bak. Ne kadar şanslıyım… Resmen sensin… diye geçirdi içinden.
Kimdi o? Kimdi o delikanlı? Ahmet Hoca’yı bu kadar heyecanlandıran, bu kadar sevindiren kimdi? Kimsin sen?
Siz, dedi titrek bir sesle Ahmet Hoca. Siz, siz osunuz değil mi?
Delikanlı gülümsedi. Kocaman gülümsedi hem de, Ahmet Hoca’nın heyecanını anladı ve sımsıcak gülümsedi. Rahatla der gibiydi yanağındaki gamze. Heyecanlanmana gerek yok der gibiydi kaşlarının üstündeki yuvarlak küçük şişlikler. Evet! dedi delikanlı. Evet…
Almatı İstanbul uçuşu tam altı saat…
Doğum gününüz 14 Temmuz mu ?!
Evet Cevher Hanım