ahmet gencal – İnce Tezat https://www.incetezat.com Tue, 21 Apr 2020 21:50:51 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.4 https://www.incetezat.com/wp-content/uploads/2018/09/thumbnail_favicon.png ahmet gencal – İnce Tezat https://www.incetezat.com 32 32 Sosyal Paylaşım Sendromu https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=sosyal-paylasim-sendromu https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/#respond Wed, 22 Apr 2020 09:00:56 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4453

Sosyal paylaşım lafıdır gidiyor. Önce sosyal olacaksın, sonra paylaşacaksın. Özelini paylaşacaksın, beğen ve paylaş. Arkadaşların olacak bir sürü, resimler, albümler, etiketlemek, beğenmek, paylaşmak.

Beğenmemek yok ama, paylaşmam demek de yok. Bu paylaştığın resmi hiç beğenmedim, ne kötü çıkmışsın demek de yok. Birbirimizi beğenip duruyoruz, paylaştıklarımız ne kadar çok beğenilirse o kadar çok tatmin oluyoruz, mutlu oluyoruz. Masada, tek başına, beğen, paylaş. Arkadaşlarımızın yanına gitmek yok, seslerini duymak yok, el sıkışmak, el ele tutmak yok. Beğen ve paylaş…

Sosyal olamadığımızdandır bu iç tufanlarımız. Bütün fırtınaları, yağmurları, şimşek ve gök gürültülerini tek başımıza o serçe kadar küçücük yüreğimizde yaşıyoruz. Acılar paylaşıldıkça azalır diyorlar ya. Neden acılarımızı paylaşamıyoruz, neden acılarımızı beğenenler yok? Daha doğrusu, acının birazını alayım, senin acın, üzüntün hafiflesin diyen yok.

Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalırmış. O eskidendi. Şimdi mutluluklar paylaşıldıkça kıskançlıklar, çekememezlikler, hasetlikler, tüm kötü hasletler çoğalıyor. O neden mutlu, o neden şuna buna sahip, ben neden mutlu değilim, şuna buna sahip değilim. Senin için kötü canım.

Sosyal Paylaşım Sendromu: SPS, alın size yeni bir psikolojik terim…

Zaten canınız sıkılıyor, zaten baskılar altındasınız, mecburiyetler içinde, endişe duya duya nefes almaya çalışıyorsunuz, bu gerçek dünyanın acımasız, kapitalist zaman tünellerinde.

Bir an olsun sanal dünyada mutlu edeyim kendimi diyorsunuz; Aman Allah’ım! Elini kolunu kaptırmak bu olsa gerek. Biz bedenimizi kaptırmışız da haberimiz yok, gerçek dünyamızdan çoktan çıkıp, oluşturmaya çalıştığımız sanal dünyamıza sıkışıp kalmışız. Gerçek depresyonlarımız yetmiyormuş gibi şimdi bir de sanal depresyonlarımıza mı enerji harcayacağız? Yok kardeşim, kapatamıyoruz şu paylaşım sitelerini, çıkamıyoruz şu sanal dünyacıklarımızdan.

Sanal Bağımlısı olduk. Gerçekten uzakta, sanala kaptırdık kendimizi gidiyoruz.

Sosyal Siteler, internet oyunları, sanal dünyalar, sanal savaşlar. İç dünyamızın, bilinçaltımızın sanal ayna bakışları. Gerçek aynalara bakmayalı yıllar oldu. Uzun yıllardır hastayız ve yorgunuz. Uzun yıllardır elimiz kolumuz kalkmıyor, sıkıntıdan patlamak üzereyiz, sıkıldıkça sıkıldık, sıkıştıkça sıkıştık, battıkça battık. Sanal sona doğru giden milyonlar…

Yararlı olabilecek bir şeyi, zararımıza kullanabilmeyi keşfetmekte üstümüze yok. Bilinçsiz öksürüklerden boğulup gidiyoruz. Uyku sersemliğiyle, sanalda da uyumaya başladık, beğen ve paylaş. Yapabildiğimiz tek şey bu. Şemsiye açıp sanal sıkıntı yağmurlarından, fırtınalarından kurtulmamızın zamanı gelmedi mi?

Hiç yürüyüş demiyoruz bile size, evden çıkmaktan nefret ettiğinizi biliyoruz. Kafanızı kaldırıp şu ekrandan, bir görebilseniz yaklaşmakta olan kara bulutları. Şemsiyelerinizi çoktan sipariş vermiştiniz bile, internetten elbette. Şemsiye; üzerimize yağan sanal sıkıntılardan kurtaracak bizi. Açın şemsiyelerinizi, bir de şarkı mırıldanın hafif hafif döndürürken şemsiyeyi; Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmuuuurrrrr…

Ne o yağmurdan kaçarken doluya mı tutuldunuz? Gerçek dünyanın sıkıntılarından kaçarken bir de bu sanal dünyanın sıkıntılarını mı yüklendiniz depresyon kamburunuza? Oysa her şey çok farklıydı değil mi? Ne televizyon vardı, ne de internet. Gerçek dünyamızda yaşayıp gidiyorduk. Ne zaman bu dikdörtgen cam önü mahkûmları olduk? Ne zaman bütün aile yapmamız gereken bütün işlerimizi yaptıktan sonra bir araya gelip sohbet edemez olduk? O güzel sohbetler, gerçek duygularımız, samimiyet, güven, anti depresif bir hayat.

Ne gördüysek kıskandık, kapitalist sistemin para tuzaklarına çok çabuk kapıldık. Sahip olmak istedik hep, sadelikten çok uzaklaştık. Para harcadıkça, parasız kaldıkça evimizden çıkamaz olduk. Üretim yapamayan, güncel, doğal, gerçek, yapmamız gereken görevlerimizi yapamayan bireyler olduk. Dışarıya çıkıp para harcamaktansa biraz para verip, televizyon seyredip, internete bağlanıp dünyayı ayaklarımızın altına serebiliriz diye düşündük. Ne de olsa bütün dünya bir tık uzağımızda olacaktı, kumandaya basmamız ya da internette bir tıkımız yetecekti. Ama ne oldu? Tıka basa borçlar altına girdik. Hem de tıka basa…

Sahteleştikçe sahteleştik, sadelikten uzaklaştıkça ödememiz gereken kredi borçlarımız arttı. Depresyonun en büyük sebeplerinden biri de budur aslında; Maddi gücü olanların depresyonuyla, hem kel hem fodulların depresyonu aynı mıdır? Ne gördüysek sahip olmak istedik, satın alınca mutlu olacağımızı zannettik, bu sanal dünya o kadar bağımlılık seviyesine geldi ki, neredeyse bütün günümüzü meşgul etti.

Evden çıkmak istemedik, çıktığımızda ulaşamıyorduk çünkü sanal küçük evimize, diz üstü bilgisayarları taşımak da zor geliyordu değil mi? Onun da kolayını buldular, kapitalizmin yeni akıllı telefonları icat oldu. Ne güzel artık nerede olursak olalım bir parmak darbesi ile hop içine.

Babaannenizin kuzine üstünde yaptığı o güzel yemekleri asla yapamayacaksınız biliyor musunuz? Ancak, kuzine resmi paylaşabilirsiniz. Dedeniz gibi bahçenizde, tarlanızda çıplak ayaklarla çalışamayacaksınız, ancak çiftlik oyunları oynayarak kendinizi avutabilirsiniz. Dedenizin toprağı orada, bunca harcadığınız vakti ve enerjiyi biraz olsun o gerçek toprak için harcayabilseydiniz, zengin olmuştunuz değil mi?

Ama işimize gelmiyor, sabah kalkınca hemencecik dikdörtgen cama bakmak, pasif seyirci olmak, oyunlar oynamak, sanal arkadaşlarınızla iki kakara kikiri etmek, üç beş beğeni, beş altı paylaşım.

Ne güzel siyasetten de anlar oldunuz, önünüze ne gelirse paylaşın, memleketin durumu vahim, vatan elden gidiyor, savaş çıktı deseler, ben görevimi yaptım, paylaştım, beğendim, daha ne yapayım ki diyeceksiniz. Korkarız ki yarın öbür gün sokağa çıkmak, cepheye gitmek vakti gelse kimsecikleri bulamayacağız, herkes sanal dünyadan görevini yapmış olma bilinci ve mutluluğu ile olup bitenleri evlerinden izleyecek.

Sanal âlem, gerçek âlemi güçsüzleştirmek için yaratılmıştır. Balonların patlamaması için arada sırada havaları boşaltılmalıdır. Tepkilerin havasını almak, patlamaların önüne geçmek için, toplum bilim, sosyoloji uzmanları, şehir ve millet planlamacıları, gelecek planlamacıları ne kadar da güzel yapıyorlar görevlerini, havamızı alma işini. Beğenerek ve paylaşarak bize ne kalıyor? Havamızı alıyoruz.

Birileri havalarını atmaya devam ediyorlar değil mi? Ne kadar fesatsınız, ne olmuş ki o resimleri paylaşıyorlar diye, canım cicim ne kadar güzel. Gerçekte kıskançlıktan kan damarlarınız büzüşse bile, sanalda canım cicim. Gerçek hayatta en kıskanç insanlar, enerjinizi en çok vakumlayan, sizi depresyonlara düşüren insanlar, sanalda yüzünüze gülüyorlar ya. Sizin istediğiniz de bu değil miydi?

Güvenecek kimseniz kalmadı değil mi? İki çift laf edecek, sohbet edecek, samimi, sahtelikten uzak insanları bulmak çok zor bu kapitalist dünyada değil mi? Haklısınız, işte bu yüzden sanal dünyaya kaptırdınız kendinizi. Sahte sanallıklar içinde siz de zamanla sahteleşiyorsunuz farkında mısınız?

Kendinizi görmemeye başlıyorsunuz, yapmanız gereken şeyleri önemsememeye, tembelleşmeye, iradesizleşmeye başlıyorsunuz. Ama içinizdeki gerçek dünyanız her şeyin farkında, yapılması gereken işler ve ödenmesi gereken faturalar biriktikçe sanal zevkiniz size yol, su elektrik olarak değil, çok hijyenik bir depresyon olarak geri dönüyor.

Bağımlılıktan nasıl kurtulacaksınız? Bu SPS den, Sosyal Paylaşım Sendromundan nasıl kurtulacaksınız? Tüketmeye alışmış, üretmeyen, tembelleştirilmiş, mutsuzlaştırılmış, hayatın gerçeklerini göremeyen, sanal okyanuslarda fış fış kayıkçı misali kürek çekmeye çalışan milyonlar nasıl kurtulacak? Yedi yaşındaki de aynı, kırk yedi yaşındaki de aynı…

İş bağımlılıktan da ileri seviyede, kurtuluşunu sanalda arayan milyonlar ile karşı karşıyayız. Kurtuluş Savaşları yakında sanal âlemde verilmeye başlanacak. Biraz önce dediğimiz gibi ama. Beğen ve paylaş…

Biz görevimizi yaptık…

Oldu da bitti maşallah,  köle olmayız inşallah…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/feed/ 0
Bir Bilsen https://www.incetezat.com/siir/bir-bilsen/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=bir-bilsen https://www.incetezat.com/siir/bir-bilsen/#comments Sat, 11 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4403

Artık

Mezarlıklarda geziyorum

Hiç tanımadığım insanların

Definlerine yardımcı oluyorum

Her gün

Kurumamış mezarlara iniyorum

Bir bilsen

Ne yapsam kendimi gömemiyorum…

]]>
https://www.incetezat.com/siir/bir-bilsen/feed/ 2
Şıklat https://www.incetezat.com/siir/siklat/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=siklat https://www.incetezat.com/siir/siklat/#comments Tue, 24 Mar 2020 10:15:33 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4318

Artık dayanamıyorum
Ne istiyorum biliyor musun
Parmağımı şıklatsam
Çevremizdeki herkes donsa
Hani filmlerdeki gibi
Bir an
Gözlerinden girebilsem içine
Rengini görsem
İçine içimi dökebilsem

Sonra seni de dondursam
Alıp cebime koysam mesela
Getirsem
Sonra şimdiye döndüğümde
Çıkarsam seni
Bak beğendin mi yaptığını desem
Neden diye sorsam
Sen yine anlamasan
Yoksa anlıyor muydun

Şıklatsam parmağımı
Kendimi dondursam
Seni çıkardıktan sonra ama
Alıp götürsünler
Unutur muyum acaba
O kalabalıkta
Hani donmuştum
Neden hala şıklatmadın
Artık dayanamıyorum

]]>
https://www.incetezat.com/siir/siklat/feed/ 2
Tekrar’ın Sonu https://www.incetezat.com/deneme/tekrarin-sonu/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=tekrarin-sonu https://www.incetezat.com/deneme/tekrarin-sonu/#respond Sun, 15 Mar 2020 10:33:53 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4283

İyi bir insan olabilmek, başkaları ile uyum, saygı ve sevgi içinde yaşayabilmek, kavgasız gürültüsüz, mutluluk içinde. Hayat boyu ruhu huzurlu bir yaşam sürebilmek, yapabildiği her şeyden memnun kalabilmek, yapamadıklarının ardından el sallayabilmek. Kendisi ile fısıldaşırken pişman olmadan, keşke demeden, kabullendiğiniz bir diyaloğu tamamlayabilmek. İşte bütün mesele bu…

Kocaman bir dünya, kocaman bir kâinat, yıldızların altında geçirilen kısacık ömürler. Cevaplamaya çalıştığınız yerli yersiz binlerce soru. İşin kötüsü kendi sınavı çok zor geçer insanın. En çetin engelleri kendi beyniniz koyar, en karamsar tabloları yapan o uzun parmaklarınız mı, yoksa ruhunuzun derinliklerindeki Picasso lar mı? Kolay ve güzeli bir kenara atmak büyük bir erdemdir sizin için, nasıl olsa kolay, nasıl olsa güzel, önemli olan zor ve çirkin ile boğuşabilmektir değil mi? Yoksa bir tercih meselesi mi bütün bu yaşam?

Kocamanlıklar ile uğraşırken, zerre kadar beyinsiz kalınabilinir mi?

Tümden gelim mi, tüme varım mı? Nereden gelip nereye gidiyoruz mu yoksa? Nereden başlayacağını bilemeden, binlerce yol ayrımının başlangıcında baka kalmak mı? Üşengeçlik mi yoksa, tembellik mi, bıkkınlık, boş vermişlik mi? Yaşama enerjisi ile şarjlanmak yerine, kısa devre yapıp tüm enerjilerinizi kaybetmek mi? Peş peşe ama, peş peşe…

Kullanılan kimyasalların etkisinde, doğal kalmaya çalışan beden ve ruhunuzun arıtma tesisi araması gibi bir şey aslında. Önce bedenin, sonra ruhun arıtılması, belki daha sonra zihin ya da beynin sıfırlanmasına gerek kalmadan yenilenebilmesi. Arıtmak, temizlemek, olmadı baştan diyebilmek, bu eli saymam tekrar oynayalım diyebilmek hayata. Yaşınız kaç olursa olsun ama, haydi tekrar başlayalım.

Tekrar etmeyelim ama eski yanlışlarımızı, tekrar etmeyelim tüm üzüntülerimizi. Sanki yeniden doğmuş gibi, iyi bir insanın davranacağı gibi, önce kendimize iyi ama. Bu kadar da işkence yapılmaz ki şu emanet olana.

“Ne yazık ki mümkün değil” cümlesini duymak istemiyorsunuz değil mi? Hiç olmazsa bu seferlik olsun. Nereden çıktı şimdi bu son? Son’u düşünmeden, son’ un en sonunda geleceğini bilemeden, son’un tekrarını ya da tekrar’ın sonunu mu yaşayacağız? Kendimizi sona hazırlayamadan, çok da çabuk geldik bu Son’a.

Hani her sonun bir başlangıcı vardı? Tamam tamam, bu tekrar tekrar son demeye bir son veriyorum… 🙂

Başa dönelim o zaman. Memnun kalabilmek, mutlu olabilmek bu kadar da zor muydu? Neden farkındalığımız bu kadar geç çalışıyor, hayatımız bitti, ancak farkında olabildik. Bu arada hayatımız bitti dedim, hayatımız sona erdi demedim fark ettiniz mi? Son kelimesini kullanmadım yani… 🙂

Neden mimiklendin yine? Şurada iki satır ile neşe vermeye çalışıyoruz sana. Evet neşe, doğru okudun. Kalplerin neşe ile dolması, ruhun neşelenmesi, beynin küçük çocuklar gibi zıp zıp zıplaması. Ağlamadan, sıkışmadan, pes etmeden, teslim olmadan…

Başkaları oldu her zaman değil mi? Siz, yani sen yalnız başına yaşamıyorsun bu dünyada, hani o deminki kocaman dünyada… Elbette biraz olsun kafanız ağrıyacak, canınız sıkılacak, bunu peşinen kabullenerek yaşamıyor musunuz? Toz pembe demek istemiyorum ama, azıcık renkli bir yaşam maalesef mümkün olmuyor. Baksanıza milyonlar kabullenmiş, size de neler oluyor? Farkınız nedir sizin? Fark ne? Herkes eşit miktarda tadacak bu tuzlu sulardan. Tuz miktarı eşit ancak, tuzun yayılma alanında problemler olabilir, kiminin ruhuna yayılır, kiminin önbelleğine, kiminin ise bir kulağından girer, belki hiç dışarı çıkmaz bile.

Her şey sizin çekiciliğinize bağlıdır. Ne kadar çekebiliyorsunuz? İşim olmaz hiç çekemem derseniz ruhunuz o tuzlu depresyonları çekmez, özümsemez içine. Ama, ben çok çekiciyim, her şeyi çekerim derseniz, çekim yasası gereği tüm dertler, sıkıntılar, problemler, depresyonlar gelir size yapışır kalır. Çekici olmamak lazım, çirkin olmak lazım, boşuna dememişler çirkin şansı diye? Ne o? Siz güzel veya yakışıklı mı hissediyordunuz kendinizi? Haklısınız, aslında çok çirkinsiniz…

Çok çabuk çirkinleşebiliyorsunuz da. Etrafınızdakileri dipsiz kuyulara sürüklemede üzerinize yok. İyi insan olabilme… diye başlamıştı bu yazı, hadi bakalım tekrar en başa, ne demiştik ilk paragrafta?

Unuttun değil mi? Bak şimdi! Gerçekten gitti en başı, ilk paragrafı okudu. Bir şey söyleyeyim mi? Ben de okudum. 🙂

Üşüyorum, gecenin bu ayazında çok üşüyorum. Güneş doğmayacakmış gibi… Unuttuğumuz güneşli günlere tekrar kavuşamayacakmışız gibi. Hani o çocukluğumuzdaki güneşten bahsediyoruz. Lütfen, ne olur! Güneş doğsun artık. Tekrar doğsun. Tekrar’ın sonu olmasın…

Sık aralıklar ile hissedilen endişe ve kaygıların yarattığı bezginlik durumu son yıllarda yoğun sıklıklarla sıkışıklık tekrarına sebep olmaktadır. Yok yok, artık diksiyon kursuna gitmenizin zamanı geldi. Ne bu ya, uzun bir cümleyi bile okuyamaz oldunuz. Bu kadar mı zor?

Duvar çekmelisin aslında; Şöyle kalınca bir duvar…

İstemediğin her şeyin etrafına kalınca bir duvar çekebildiğin gün, korkuların azalacaktır. En azından artık göremediğinden kendinizi tekrar edemeyeceksiniz. Yine yeniden deme şansınız olacak, bu el sayılmaz, haydi tekrardan başlayalım. İyi bir duvar ustası değilseniz, sağlam bir duvar öremediyseniz tüm sorunlarınızın etrafına, gelecekte bir gün, hiç beklemediğiniz bir anda o duvarı kucağınıza almanız kaçınılmaz olacaktır. Önce duvar, sonra deminden beri düşündüğünüz tüm dertleriniz. Amma da derdin varmış kardeşim senin…

Derdi olmayan var mıdır acaba? Yoktu değil mi? Herkesler içmişti tuzlu tuzlu. Sen başkalarını neden soruyorsun şimdi? Kendine bak, kendin ile ilgilen biraz. Bir daha mı geleceksin şu dünyaya? Tekrar hak vermiyorlar, tekrar’ın sonu gelmiş diyorlar.

Ne güzel olurdu değil mi? Bir hakkımız daha olsaydı. Bütün her şeyi yeniden yaşamak için değil ama, yeni bir ben yaşayabilmek için. Yeniden yeni ben. Yeni dediğimize göre eskimişliğimizden mi sıkıntıdayız? Yaşlı mı hissediyorsunuz? Gençleşmek mi istiyorsunuz? Çekici olmak mı demiştiniz? Bırakın, pes edin, boşuna… Olmayacak duaya âmin demek nasıl oluyormuş?

İçinde soru ve sorunlar ile sıkışıp kalmış olan insanlar, asla yeni ben olmaya güç bulamaz ve cesaret edemezler. Korkarlar çünkü. İyi insanların var olmadığı bu dünya ne de olsa onların dışında kalmıştır. Kendi kabuklarında, kendi sıkışıklıklarında, tuzunu kendileri ayarlayamıyor olsalar bile, o bahsi geçen ruh havuzlarında çırpınmak daha kolaylarına gelir.

Boşuna mı düşünen adam heykeli koymuşlar şu kapının girişine? Düşüneceğiz işte. Vardır elbet bir çıkış yolu. Böyle böyle bir yerlere çıkacak yazının sonu. Hiç yardımcı olmuyorsunuz ama. Tamam tamam, mızıklanmaca yok, bu sefer ben bakacağım ilk paragrafa:

İyi bir insan olabilmek, başkaları ile uyum, saygı ve sevgi içinde yaşayabilmek, kavgasız gürültüsüz, mutluluk içinde. Hayat boyu ruhu huzurlu bir yaşam sürebilmek, yapabildiği her şeyden memnun kalabilmek, yapamadıklarının ardından el sallayabilmek. Kendisi ile fısıldaşırken pişman olmadan, keşke demeden, kabullendiğiniz bir diyaloğu tamamlayabilmek. İşte bütün mesele bu…

Bazen boş kağıt vermek, saçma sapan cevaplardan iyidir, hiç olmazsa değerlendirmeyi yapacak olan kişiyi yormamış olursunuz. Eğer değerlendirmeyi de siz yapmak zorundaysanız; ne diyelim, vay halinize.

Hiç bir insan kendi kendini değerlendiremez, çünkü kendi değerini bilemez. Herkesin istediği değer verilmektir, değerlendirilmek değil. Tekrarlattıramayacağınız o son geldiğinde, değeriniz bilinenlerden olabilmeniz kadar değerli bir şey yoktur…

Bu kadar okuduktan sonra, yine de değerinizin farkında değiller mi? O zaman geriye bir seçenek kalıyor: Özür dilerim, artık tekrar ilk paragrafa dönemeyeceğim… Bu seferlik başlık ile yetinseniz olmaz mı?

Tekrar’ın sonu…

* Yok yok, korkma sakın, yazı burada bitti… Son’un tekrarını yaşatmayacağım size 🙂

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/tekrarin-sonu/feed/ 0
Kulak ile Dudak https://www.incetezat.com/deneme/kulak-ile-dudak/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=kulak-ile-dudak https://www.incetezat.com/deneme/kulak-ile-dudak/#comments Sun, 23 Feb 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4185

Bir eşyamızı kaybettiğimizde nasıl da ararız yana yakıla. Düşünür dururuz, geçmişi hatırlamaya çalışırız, yoğunlaşırız. Aramalarımız sonuç vermezse ne kadar üzülürüz, maddi değeri oranında içimiz yanar. Manevi değerler maddi değerlerden daha yüksektir çoğu zaman. Kaybedilen eşyaya üzüldüğümüz kadar, kaybediyor olduğumuz yaşamlarımıza üzülüyor muyuz?

Yaşınız kaç olursa olsun kaybediyorsunuz. Bu satırları okurken bile an be an kaybediyorsunuz. Zaman hızla akıp gidiyor değil mi? Geri gelmemek üzere, elveda bile demeden, keskin giyotinlerin altında çembere konmuş başlar gibi bekliyoruz. Ve geçmişe bakıyoruz, iki üç saniye sonrasının endişesinde geçmişimize ağlıyoruz.

Yaşayamaz olsaydık beynimizin sağ üst lobunun santra noktasında. Topu bilinçli olarak kornere atabilseydik, zaman kazanmak babında. Kırmızı kartla dışarı atsalardı bizi de geçmiş zaman maçlarında penaltı kurtarmalıyım diye olduğumuz yerde donup kalmasaydık. Ele güne madara olmasaydık.

Yaşadığımız her saniyenin bilmem kaçta kaçını ayırmasaydık geçmişe ve keşkelere. Enerjimizin en milimetrik pılını pırtısını bile koyabilseydik bugüne. Bugün çok güzel, bugün çok verimli, bugün… Bugün var ya bugün.

Kimilerinin umurunda değil, vur patlasın çal oynasın. Kimileri şimdiki zamana o kadar geçmiş durumda ki, koparamazsınız gelecekten geçmişe durul durul işleyen matkap acısı tadında, üzerine mayonez yerine hıçkırıklarımızı mı koyduk yoksa.

Gel güzelim, geçmiş ile uğraşmayalım, bakalım şimdiki halimize, ne kadar yansak da geçmişe, aradığımızı bulamayız, kaybettik bir kere. Belki bilinçli, belki yanlışlıkla ama yine de kayıp eşyalar bürosunun yılda bir kere yaptığı açık artırmaya gitmeye değmez mi diyorsun şimdi değil mi? Değmez, değmez elbette. Son sözümüzü söyledik nasıl olsa. Tarihin kayıtlarına geçti altın harflerle. Yıllar sonra gezegenler arası kapsül yolculuklarında radyo programlarına konu olacaksınız nasıl olsa. Tarihteki bir kişi olacaksınız. Geçmişine en çok pişman olmuş şahsiyet olarak.

Keşkeler ile keşke yaşamasaydık. Keşke öğretmeselerdi bize keşke demenin ne olduğunu. Düşünmeyebilseydik geçmişi, karşılaştırmalı dilbilgisi derslerimizden sınıfta kalsaydık. Geçmiş zaman kavramını anlayamaz bir başkalıkta hissediyorum nedense.

Pamuk ipliğine kaynaklı halatlar koptu sanki geçmiş ile aramdaki. Güle güle. Ya da boynum mu tutuldu demeliyim, çevirip bakamıyorum arkama artık. Önüme de bakmayacağım, kafamı eğmeyeceğim, eğilmiyor zaten, boynum tutuldu dedim ya.

Dümdüz bakıyorum artık, robot misali değil ama, dümdüz, ileriye, bugünün iki adım ilerisine. Adım adım görüş mesafemiz de artacak, kalkacak o sisli, puslu karamsar bulutlar, geçmişin kokusu geçemeyecek önümüze, korkusu mu deseydik yoksa? Önüm arkam sağım solum sobe, arkamdakilerin hepsi ebe.

Donuk bakışlar ile yıllardan beri aynı çatı altında çalıştığımız birisi yanınızdan geçtiğinde ona karşı yapmacık ta olsa küçücük bir gülümsemeniz ne kadar zor gelecektir ilk başlarda. Hele onun da size aynı yapmacık haliyle gülücük atması. Bugün herkesin yüzüne gözüne bakmalı ve gülümsemeliyim. Konuşmaya takatiniz kalmamış olsa da fırçalanmamış dişlerimi gösterebilirim herhalde.

Üşüyorum, hem de çok üşüyorum…

O kadar fazla sıkmışız ki kendimizi. O kadar fazla kasmışız, kasılmışız ki. Etlerimiz, kemiklerimiz hepsi birbirine geçmiş halde üşüyorlar. Tir tir titriyorlar, sıcacık bir el bekliyorlar, ayağa kaldırmak için büzüştüğü yerden. Ya da sıcacık bir ses, boyun tutulmamızı güzelce ovalayabilecek bir ses bekliyorlar. İster en yakınımızdan olsun, ister ruhumuzun derinliklerinde en çetin komando savaşlarını vermekten yorulmuş küçücük savunmasız içimizdeki bizden.

Kolay değil elbet, insan en mutlu zamanlarında, en huzurlu zamanlarında bırakmak ister kendini. İçindeki kafesleri azıcık olsun açmaya, aralamaya çalışır. Oradan artık ne çıkarsa. Kimininkinden çağlayanlar gibi gözyaşı boşalır, kimininkinden yedi kat gökleri sızlatan kahkaha.

Ben nerden bilebilirim ki senden ne çıkacağını? Daha önce yaşamadın mı? Aralayamadın mı? Hep içinde biriktiriyorsun sen de benim gibi demek ki. Çok kötü, çok zor gerçekten. Bir an evvel kan vermen lazım, kanını canını vermen lazım. Araman, bulman lazım, kimin ile kanamalı birliktelikler yaşayacaksın?

Kanka demiyorum yanlış anlama, kanma ama sakın kanamalı gözyaşlarına. Timsah göremedim şimdiye kadar ama timsah gözyaşları denen şeyi çok kez duydu bu kulaklar. Kulakların gıdası nedir?  Kulaklar dudaklardan çıkan iki çift güzel söze mi muhtaç?

Kulak ile dudak…

Dünyanın en büyük aşkı bu olsa gerek…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/kulak-ile-dudak/feed/ 3
Uçuruyorum https://www.incetezat.com/siir/ucuruyorum/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=ucuruyorum https://www.incetezat.com/siir/ucuruyorum/#comments Mon, 10 Feb 2020 09:42:50 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4117

Bedenimin etkilenmediği kendi koynumda
Boyumun ölçüsünü ala ala dönüp duruyorum
Hayallerimin terazisine kılıf biriktiriyorum 
Ruhumun solukları arasında nefes istiyorum. 

Yıllarca kandığım duyularımı unutup
Teslim ediyorum gün görmemiş duygulara 
Uyanıyorum rüyadaki uyanıklıklarımdan 
Savruluyorum uyurgezer hüzün dolu yarınlara 

Sıfırlanmış sevinçlerimi götürmeyeceğim ileriye
Bir adım geride 360 kez sarılacağım kendime 
İçimde taşıdığım bana, yabancı kalıyor kendim
Yaradanın attığı imza, tam da ortasında yüreğim 

Derinimde görünce beni doğuran Güneşi ve Ayı
Korkumun aklına yatıyor teslim olmak en kolayı
Bir koku geliyor gücü yetmez korkumun burnuna 
İçimdeki ölüyü koymamışlar hala musallaya 

Çıkmak istiyorum küçük parçalara bölerek beni
Sonra anlıyorum çoktan ikiye ayırmışım kendimi
Gülüşümün sesini bağlıyorum, kapıyorum gözlerimi
Çözüyorum gözyaşlarımın düğüm düğüm sessizliğini
Uçuruyorum genç kartalın kanadındaki sevincimi…

]]>
https://www.incetezat.com/siir/ucuruyorum/feed/ 3
Üç Nokta https://www.incetezat.com/deneme/uc-nokta/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=uc-nokta https://www.incetezat.com/deneme/uc-nokta/#respond Sat, 01 Feb 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4070

Kitap okudukça, gezip gördükçe, sorup öğrendikçe ve doğayı gözlemleyebildikçe kendimizi geliştirebiliyoruz. Bizde var olanın üstüne katabiliyoruz, kaybettiklerimizin, unuttuklarımızın yerine yenilerini koyabiliyoruz. Bizi daha çok biz yapmaya çalışıyoruz. Bir de sessizce bir köşede oturduğumuzda, ya da en umulmadık kalabalık, yoğun ortamlarda kendimizle baş başa kaldığımız o anlarda içimize, aklımıza, kalbimize ve beynimize gelenler var. Bunlar çoğunlukla karmakarışık halde olduklarından, seçmek, tertip düzen yapmak ve kelimelere dökebilmek zorluyor bizi. Kelimelere dökülmedikçe de içerdekiler birikiyor, patlama noktasına geliyor insan. Hani musluğun ucu tıkalıdır da akmaz ya, bir açılsa nasıl gürül gürül akacaksa ardındaki deryalar, bizde aynı misal musluğun ucundaki küçücük tıkanmışlıkta çok zorlanıyoruz. Ne zormuş!

Çok dolduk, taşmak patlamak üzereyiz. Tereyağından kıl çeker gibi olamıyor hiç, düşünmekle de akıl toparlanamıyor çoğu zaman. Akıl serserice oraya buraya takılıyor, yoğunlaşıp bombardıman edemiyor bir noktayı. Belki bütün stresimiz, depresyonumuz, başarısızlıklarımız bu kötü eylemden kaynaklanıyor. İrade, süreklilik, yoğunlaşma ve azim. Bunlar kalmadı benliğimizde, ancak yazıyoruz. Bedene ve akla hâkim olabilme devirleri geçti. Kimin kuklası, kimin kölesi gibi davranıyoruz? Hadi artık ama, çok yorulduk.

Beynimize, hayalimize, canlandırma gücümüze sığamayacak kadar muhteşem bir kâinatı düşünmeye cesaret edebiliyoruz, ancak atomun trilyonda biri kadar bile olmayan önemsizliğimiz ve değersizliğimizin kıskançlığında bazen de biz tembelliğe vuruyoruz işi. Olmaz ki, ne yapsak olmaz ki, başlamadan biten bir kavga yaşıyoruz kendi kendimizle. Daha ilk saniyede gözyaşı ile ıslanmış teslim bayrağı açıyoruz. Pişmanlıklarımızı ve güçsüzlüklerimizi dillendiriyoruz, itiraf ediyoruz ediyoruz içimizdeki “Aldo Bianco”lara…

Ama nedense açamadık o beyaz bayrağı, kabul edemedik, sıfırdan başlayamadık. Ortada bir yerde sıkıştık kaldık sanki. Merdivene tırmandığımız noktada, bu kadar sene sonra, alt basamaklarımız, eski yaşam ve yaşadıklarımız kırılıp, unutulup gitti. Buraya kadar nasıl çıkabildiğimize bile hayretler içindeyiz aslında. Korkudan zangır zangır titreyerek yüzümüzü yaslamışız ve bekliyoruz. Bekliyoruz… Boşu boşuna ama… Bir adım daha, hadi bir adım daha. Adım atacak güç kalmadı artık. Kafamızı kaldırıp ileriki basamaklara bakmak dahi istemiyoruz. Yıldık. Uffffff beee!..

Hem biz sıkıldık hem de çevremizdekileri sıktık. Bunun üzüntüsü de var. Bazen susalım diyoruz, tamamen susalım, bari sevdiklerimizi üzmeyelim, canlarını sıkmayalım. Çekip gidelim ya da, hem ne iyi olur değil mi? Belki kendimizden de kaçabiliriz. Yeni bir hayata yelken açalım. Yavaş yavaş, dingin dingin, huzur dolu meltemler doldursun ipek hassasiyetindeki duygusal yelkenlerimizi. Fırtınalar parçaladı zaten, paramparça olduk, kaçmazsak yakında batacak koca gemimiz, onun için haydi artık haydi. Haydi gidelim buralardan.

Kaptan? Kaptan ne diyor? Kaptan bayılmış, bitmiş tükenmiş, yazık olmuş kaptana. Hadi kaptan! Emir ver ayaklara, emir ver hemen, rotanı çiz, durma, yorgunum deme sakın, sen sadece emri ver ve sonra kaptan köşkünün arkasındaki küçük odadaki kanepenin üstüne uzan ve dinlen, ben gelip örterim üstünü. Aferin derim sana o zaman, aferin sana kaptan.

İşin en güzel tarafı ne biliyor musunuz? Yarın yine yeni bir güneş doğacak. Ne güzel! Yeni bir güneş… Güneş adil davranıyor hepimize, bunu bilmek de su serpiyor içimize. Güneşe baktığımız yer ne kadar önemliyse, üzerimize tuttuğumuz gölgelikleri kırıp güneşin tüm muhteşemliği ile iliklerimize kadar işlemesine izin vermek de o kadar önemli. O zaman o sonsuz harika muhteşemliği daha da iyice hissedeceğiz iliklerimizde değil mi? İlik ilik, ilmek ilmek işlemesine izin vereceğiz paslanalı çok olmuş gönlümüzün bilinçsizliğine…

Yarın ne olacağını kimse bilemiyor, ne güzel değil mi? Oh be, ne güzel kimse önde değil, yine herkes aynı belirsizliğe mahkûm. Sen biliyor musun yoksa? Yarın var mı? Ruhunun serbest kalış zamanı mı olacak yarın? Bedeni geride bırakıp öyle mi gideceğiz acaba? Hayır hayır. Daha çok erken değil mi? Ama dur, boş ver… Kimin için tam zamanı ki?

Bütün bunlara sebep inanılmaz ağırlık, ağır çok ağır. Hafifletmek, hafiflemek lazım, hemen ama, hemen şimdi. Yoksa binlerce kez daha basacağız art arda üç kere nokta tuşuna.

Ama durun, sinirlenmeyin hemen üç noktaya. Sevmeden yaptığınız alışkanlık, aslında size verilen ilahi bir yardım. Nasıl oldu da görebildik bunu şu anda. Şükürler olsun!

Üç noktaya dikkat etsek, üç noktayı daha çok düşünsek, basamakları önce birer, sonra ikişer, sonra da üçer üçer çıkabilecek bir dopinge sahip olabilecek iki ayağımız.

1- Bir: Her zaman sadece bir basamak yukarıya bakmalı ve o ilk basamağa sağlıklı, mutlu ve güvenli bir şekilde nasıl tırmanabileceğimizi düşünmeliyiz.

2- İki: Tek olmadığımızı, olamayacağımızı hatırlatmalı bize her zaman. Öyle başını alıp gitme düşüncelerini engellemeli. Zaten nereye gidebiliriz ki? Nereye gitsek yine bu beden üzerinde olacak bu düşünceler. Onun için ikili ilişkilerimizi acilen iyileştirmeli ve geliştirmeliyiz. Herkesi mutlu etmeye çalışan mutsuz olur lafını unutmadan, iki sayısının kıvrak ve esnekliğinde olabilmeliyiz, ya da bunu en kısa zamanda öğretmeye çalışmalıyız kendimize.

3- Üç: Sonuncu nokta en önemlisi aslında, bu işi bitiren nokta, bazen sonsuzluğa kapı açan nokta olabiliyor. Üç, yılmamayı, pes etmemeyi öğretmeli bize. Sonraki sayıyı görmeden, üç noktasında işlerimizi halletmeyi, bitirmeyi öğretmeli. Üçüncü kez denemeyi, gerekirse üçün sonsuz gücünde aynı noktada büyümeyi görmeliyiz. Sayının görseli bize kanatlanmayı, burada ve ilerilerde kanat çırpıp geri gelmeyi, üç boyutlu görmeyi, karesinde düşünmeyi anlatıyor.

Unutmayın bütün yarışlar üç rakamından sonra başlar.

Bir, iki ve üç…

Haydi bize kolay gelsin…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/uc-nokta/feed/ 0
Yaşlanmayan Gözler https://www.incetezat.com/deneme/yaslanmayan-gozler/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=yaslanmayan-gozler https://www.incetezat.com/deneme/yaslanmayan-gozler/#comments Tue, 21 Jan 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4031

Gözü yaşlı olmayalım da, varsın yaşlı olalım. Yaş olmasın, ne gözümüzde, ne de başka yerimizde. Gelecek kaygısı dedikleri bu mu yoksa? Endişelenmek, gelecek de bir gün gelecek demek. Bu günümüzü halletmişiz gibi, geleceği, özellikle yaşlılığınızı neden bu kadar düşündünüz bugün?

Her şey o teyze ile göz göze gelmenizle başladı değil mi? Ne bakıştı ama. Kim bilir kaçındaydı ilkbaharının? Bir bakıştan bahsediyorsunuz değil mi? Yaşlılar nasıl bakar? Sivrisineklerin bayramdaki trompetli bando geçişine şahit oldunuz bugün. Sakın kafanıza güneş geçmiş olmasın? Hayır hayır, babamın aldığı hasır şapkayı takıyordum.

Ah be teyzeciğim, kimdin sen acaba? O güzel bembeyaz yüzündeki derin kırışıklıkları kapatacak porselen makyaj ürünlerinin çıktığından haberin yok mu? Çatal ve bıçağı kullanmana bakarsak henüz Parkinson gibi hastalıklar senden uzak, sadece sen kahve içtiğine göre, amca tansiyon hastası, sende tansiyon da yok maşallah. Yemek masasından kalktığınız zaman gördüm ki, kamburun da çıkmamış, o tertemiz etek döpiyes de çok yakışmış hani.

Peki teyzem benim, o ne bakıştı öyle? Nereden bulacağız şimdi seni? Ben yaşlılığımı sana bakınca mı hatırlayacaktım? Bir gün ben de yaşlanabilirim değil mi? Yaşlanmayı hak etmek diye bir şey var mıdır? Bu hak ediş bana da verilecek mi? Evet evet, hak etmeliyim ben, öyle bir yaşlı olmalıyım ki…

Başımızı kaldıramadan, dünyanın derdi dediğimiz bu koca sıkıntılardan görememişiz, bakamamışız bir gün sonrasına bile. Sen var ya teyzem, başımı kaldırmama, bir kulaç atabilmeme vesile oldun bugün. Senden kaç tane vardır? Bu aralar çok lazımsınız hepimize, hepimizin öyle bakışlara ihtiyacı var.

Hadi devam et, daha da anlat, nasıl baktı ki sana? Ne diyorsun deminden beri? Tasvir et, bir şeyler yaz işte, lafı geveleme.

Tamam şimdi buldum, o teyze emekli bir psikiyatrist veya psikolog falandı, duruşumuzdan, halimizden, jest ve mimiklerimizden, yılların verdiği tecrübesi ile her bir şeyimizi çözdü, sonuca bağladı ve kocaman bir bakış reçetesi attı bize. Kesik attın bize be teyze.

Hani filmlerde olur ya, zaman tüneli, hortum gibi hızlıca bir yerden bir yere hızlıca akan, film şeritleri falan, o maviş gözlerinin içinden taa nerelere gittik biz be! Bu arada, sağ göz kapağının üzerinde küçük bir sivilce çıkmış, haberin olsun benim güzel teyzeciğim.

Boş vereceksin oğlum, hayatı değil ama; o kafanda büyüttüğün tüm sıkıntıları, dertleri, endişeleri, ne var ne yok, sana üzüntü veren her şeyi boş vereceksin. Boş, dolu değil. Doldurmadan vereceksin, boş vereceksin, bomboş. Doldurmaya çalışmayacaksın, düşünmek, anlamaya çalışmak, çaresine bakmaya çalışmak, o kasılmalar, kramplar, buğulanmış beyinler, hepsini birden boş.

Hayat mı boş yoksa doktor hanım, şey pardon doktor teyzeciğim?

Ben de gençtim bir zamanlar, yüzümde tek bir kırışıklık yoktu, doldura doldura yavaş yavaş kazıdım suratıma bu kalın kırışıklıkları, damar çatlaklarını,  şu sol tarafımdaki gamzem bile kırışıklıklarımın arasında kayboldu gitti. Hayatımı dolu dolu yaşamaya çalıştım, ama tek doldurduğum, tek biriktirdiğim sıkıntılarım ve dertlerim oldu. Yaşamak bu değildir benim yakışıklı oğlum, yaşamak o senin deminki duruşun gibi değildir, rahat otur sandalyende, rahatla, kasma kendini, sıkma, hiç bir şey için dert, tasa duyma oğlum, her şey olacağına varır. Boş ver. Doldurma sakın, biz doldurduk da ne oldu? Unutma sen de bir gün bizim gibi yaşlanacaksın, şu anda sırtı sana dönük oturan amcan gibi sen de bir gün yürüyemeyeceksin bu Arnavut kaldırımlarında. Baston markanı seçecek o güzel eşin, yanında dimdik ayakta olacak, sana destek olacak, ama unutma oğlum, kendi ayaklarının üzerinde, yere sağlam basa basa yürüyebilmek kadar güzel bir şey yok. Keşke amcanın sırtı sana dönük olmasaydı, keşke amcan ile de göz göze gelebilseydin, kim bilir neler görürdün onun gözlerinde, erkek erkeğe bakışır dururdunuz…

Korkma oğlum, cesur ol. Yaşlanmaktan korkma. Ne bu genç yaşında, ne de on yıllar sonra. Şunu çok iyi bil ki, o masum gözlerinden akacak her damla yaş, boşaltacaktır dertlerini, boş vermeni kolaylaştıracaktır. Ağla yavrum, korkma, erkekler ağlamaz cümlesi çok yanlış öğretildi size, erkekler ağlamalıdır esasında, ağlamalılar ki, gözlerdeki yaşlar, yaşlılıklarında onların en büyük baston kırıcıları olsun.

Ve sakın şunu da unutma, yaşlanmayan tek şey gözlerdir.

Ama teyzeciğim, ne zorun vardı da bu güzel günde beni ağlatmaya başlattın? Neden? Zaten bu depresif halimiz ile zırıl zırıl ağlamaya meyilliyiz. Eşimizin dostumuzun yanında olur mu hiç? Sokak ortasında, şu güzelim serpme kahvaltı sofrasında? Gözüme toz kaçtı da ondan diyemem ki, deniz kenarında toz ne gezer?

Yavaş hareket eden bedenlerin beyinleri koşar adım gider.

Saçı uzun, aklı kısa gibi bir cümle değil az önce okuduğunuz. Sakın ha! Öyle bir şey değil. Yaşlılığınızda yavaş hareket edebilirsiniz, ruhunuz da yaşlanıyor olabilir belki, ama beyinler koşar adımdır, tay gibi, kısrak gibi, aygır gibi. Şu beynimize ayak uyduramadık gitti be.

Yaşlanmış gözlere çokça bakmanın şifasını almak lazım.

Yaşlanmayan gözlerden ise uzak durmak lazım…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/yaslanmayan-gozler/feed/ 1
Topraklanmak https://www.incetezat.com/deneme/topraklanmak/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=topraklanmak https://www.incetezat.com/deneme/topraklanmak/#comments Sun, 12 Jan 2020 09:54:12 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3982

En iyi terapi doğa ile baş başa kalmaktır. Dağlara bakmak, yeşile, ormana, ağaçlara bakmaktır. Kuş seslerini, kumru, serçe, kırlangıç seslerini dinlemek, cır cır böceklerinin seslerini ileriden gelen kurbağa sesleri ile birleştirebilmektir. Arada sırada sivrisinekler bu terapinizin keyfini kaçırabilecek gibi olsalar da, içinize çektiğiniz oksijen çabucak keyfinizi yerine getirebilir. Hele bir de uçsuz bucaksız denizi görebiliyorsanız! O zaman değmeyin keyfinize, nerelere yelken açarsınız, nerelere alıp başınızı gidersiniz öyle. Dalgaların küçüklüğü ya da büyüklüğü önemsiz kalır, her dalgada, her köpükte, kıyıya vuran her dalga sesinde bir damla gözyaşınız daha akar, ama bu sefer içinize değil dışarıya akıtırsınız gözyaşlarınızı, ağladıkça rahatlarsınız, dağları, ormanları, denizleri gördükçe rahatlarsınız, kanınızın yavaş yavaş değiştiğini hissedersiniz günler geçtikçe…

Neden dersiniz? Neden diye sorarsınız kendinize, neden bu kadar uzak kaldım doğaya? Neden her şeyimi gömdüm büyük şehirlere, zamanımı, duygumu, aşkımı, mutluluğumu. Boşu boşuna kürek çektiğinizi anlarsınız, o kocaman şehirde, milyonlarca kürek mahkûmu ile beraber yaşamaya çalışmanız size ne büyük eziyetler vermiş meğerse. Neler neler… Şimdi bu güzel dağlara bakarken aklınıza bile getirmek istemezsiniz bunları, geçti… Dağların arkasında kaldı büyük şehirler, büyük depresyonlar, bu taraf temiz, bu taraf huzurlu, bu taraf ömür uzatıyor adeta, havası güzel, suyu güzel, sesleri güzel, keyif kahvesi içmek bile daha güzel burada, inanın buna.

İyi bir terapiye mi ihtiyacınız var? Çok sağlam, çok güvenilir bir doktor mu arıyorsunuz? Tam üstüne bastınız, şu anda okuyorsunuz reçeteyi;

Öyle bir kaç günlüğüne değil, biraz uzun zaman için geleceksiniz buralara. En azından bir domatesin yetişme zamanı olacak. Bir hafta, on günde domates yetiştiğini gördünüz mü siz? On günde ne anlayacak ki beyniniz, bedeniniz ve ruhunuz? O kadar karışık ve bulanıksınız ki, o devasa koşuşturmacanın içinde o kadar fokurduyorsunuz ki. Bir domates yetiştirme zamanı ancak fokurdamanızı dinginleştirecektir. Ancak durulabileceksiniz, ancak görmeye başlayacaksınız o dağları, ağaçları, denizleri, dalgaları. Ancak… Unutma sakın, bir domates yetişme zamanı…

Her zaman duyduğunuz, bildiğiniz şeyler değil mi? Evet, bu kadar basit. Bilmek yetmiyor ama, zaman ayırmanız gerekiyor, kendinizi bulmaya çalışmanız gerekiyor, paslanmış çivileri önce bulmak, sonra acı çeke çeke çıkarmaya çalışmak gerekiyor, sonra bırakın o paslı çivilerin çıktıkları yerlerdeki yaraları dağlar, denizler iyileştirsin. Hiç bir şey yapmayın ama… Onlar en güzel, en iyi doktorlardır, öyle bir terapi yaparlar, öyle bir iyileştirirler ki sizi. Hadi be… Hala mı inanmıyorsun?

Dağlara gidebiliyorsan eğer, bakmak ile elde ettiğin tatminin on mislini, yüz mislini elde edersin. Üç dört saatini geçirebiliyorsan o kocaman, o yüce, o milyarlarca yıldır yerinde olan ve tüm canlılara dağlarca enerjisini veren dağların içinde. Dokunabiliyorsan o çam ağaçlarına, zeytin ağaçlarına. Ayakkabını hala çıkarmadın mı yoksa? Fırlat çorabını, gir şu narin hemşire gibi akan derenin içine, soğuğunu hissetsin önce ayakların sonra bütün bedenin. Öylece kala kalacaksın biliyorum. Öylece, mum gibi, ayakta…

Ağlama ama, neden ağlıyorsun? İşte dağların kucağındasın. Her şeyin başladığı yerdesin, hayatın başladığı yerdesin, topraklanmaya geldin, o küçücük bedenindeki tüm olumsuz enerji ve stresi bıraktıkça, dağlar ellerini koyacaktır omzuna, saracaktır seni bir anne-baba şefkatinde.

Ne büyük aptallık etmişiz değil mi? Doğadan uzaklaştıkça erozyon misali kaybetmişiz bedenimizden, aklımızdan, ruhumuzdan. Akıl buralarda geçmiyor biliyor musun? Her şey içten geliyor, her şey doğal. Artık bitti o akıl oyunları, artık bitti o aklın yarattığı stres, depresyon, akıl para etmiyor, ne dağların içinde, ne de dağların karşısında.

Denizler de kucaklıyor seni, hem de ne kucaklama! Teninin, bedeninin tüm desimetrekarelerine etki ediyor, her tarafın sevgi denizi ile çevriliyor. Öyle on gün falan gelmişsen hiç bir şey anlayamıyorsun, kendini kasıyorsun denizin kucağında bile. Ancak kendini kasmamayı öğrendiğinde denizi hissedebiliyorsun. Ben de denizden bir parçayım artık diyebiliyorsun, kâinatın içinde yüzüyorsun sanki. Ben de atomlardan oluşuyorum, aslında bu kâinatın bir parçası da benim diyorsun. Ah ne geç diyorsun bunu bir bilsen. Denizlerde mi yüzüyorsun yoksa kendi içinde mi? Balıkların yüzmesi de neymiş. Öyle huzurlu, öyle mutlu, uyur gibi adeta, kendinden geçmiş gibi, kendini teslim ediyorsun denize. Al götür beni deniz, al bütün benliğimi, al her zerre atomum senin zaten, haydi beraber kulaç atalım seninle, yüzmeyi öğret bana deniz diyorsunuz. Yüzmeyi öğret, yaşamayı öğret…

Kendinizi bırakabildiğiniz zaman, işte o zaman kendinizi yakalayabilirsiniz…

Konuşmak bile istemiyorsunuz, çevrenizde hiç kimse olmasın. Her gördüğünüz ev, her gördüğünüz sokak, insan size depresyonunuzu hatırlatıyor adeta. Beyniniz, zihniniz, artık her nereniz ise… Susmuyor ki… Kimseleri görmeden ve duymadan, sadece kendi boşluğunuzu bulmaya çalışan, elinde kova ve küreği eksik çocuk gibi hissediyorsunuz. Ah çocukluğum… Ah be çocuğum…

Domatesleri sakın unutmayın ama. Bakım isterler, sulanmak isterler. Arada bir çıplak ayakla aralarına girip Gulliver Devler Ülkesinde misali onların arasında kaybetmelisiniz cüce benliğinizi. Dokun, bakmaya çalış, sevgini vermek de ne demek? Öğrenebiliyor musun? Bir domates kaç günde yetişir?   Becerebilecek misiniz? Bir domatesi yetiştirebilecek misiniz? O domates ile birlikte kendinizi de yetiştirebilecek misiniz? O domatesin topraktan aldığı enerji gibi siz de topraktan, doğadan, yaşamdan, evrenden alabiliyor musunuz enerjinizi? Lütfen alıcılarınızın ayarı ile oynamaya başlayın. Gerçek buradaymış, ömür burada, yaşam burada, enerji burada, sürekli mutluluklar burada, doğanın kucağında, o demin söylediğimiz, içine çıplak ayakla girip korkuluk misali şoklandığımız dağ deresinin içinde… Bütün hücreleriniz ile içine girebildiğiniz denizin içinde. İçinize doldurduğunuz oksijenin, temiz havanın içinde. Doğaya bıraktıkça kendinizi, siz de doğa gibi güzel oluyorsunuz. O yapması gerekeni bilir, her şeyin en güzelini yapar, birazcık da olsa bilinç ile yapmaktan vazgeçtiğiniz an, bir bebeğin becerisi ile bulabildiğinizde doğanın enerji uçlarını, artık beslenme zamanınız gelmiştir…

Yazacak o kadar güzel şeyler var ki şu masada. Nereye baksam kalın ciltler dolusu mutluluk var. Hani yurt dışında ölülerin küllerini savururlar ya sağa sola… Ölmeden savurabiliyorum tüm benliğimi doğanın ortasına. Ölmeden ölebiliyorum bu güzelliklerin içinde. Aynalara bakmadıkça ama… Şu aynaları kırsak mı ne yapsak?

Toprağa basmayı unutmuş milletlerin bir gün basacak toprakları olmayacaktır…

İş bu kadar ciddi demek. Elbette ciddi. Şimdiye kadar okuduğunuz rüya değil gerçek. Sadece zaman ayırmanız gerekiyor. Ama nerde bizde o zaman. Zenginlerin fabrikalarında modern köleler olarak gönüllü çalışmak zorunda bırakılmış, işin kötüsü bağımlılık derecesinde alıştırılmış bizler. Yarın işten çıkarsam aç kalırım, çoluk çocuk ortada kalırız stresi ile bir ömür, koskocaman bir ömür geçirmiş veya geçirecek olan bizler. Depresif akıl oyunları ile kendine bırakılmayan, ipleri devamlı boynunda kuklalar cumhuriyeti olan bizler. Gözümüzün görmediği, aklımızın alamayacağı her dakikası farklı yorumlar içinde girdaplar içinde nefes almaya çalışan bizler. Sadece sen ve ben değil, hepimizden bahsediyoruz. Topraktan, topraklanmaktan uzaklaştırılmış, toprağı satılmış, toprağını ekip biçmeye gücü kuvveti yetemez hale getirilmiş, doğadan kopartılmış bizlerden bahsediyoruz, dedenizden, ninenizden, anne-babanızdan, eşinizden, çocuklarınızdan. Kapitalist düzene kurban edilen milyonlardan bahsediyoruz. Sömürülen, sağılan, kuzu kuzu takip eden milyonlardan, karnı ve beyni aç bırakılmış milyonlardan bahsediyoruz. Ruhu tatmin edilememişlerden, inancı ameliyat edilmişlerden, evet evet en önemlisi de bu, inancı ameliyat edilmiş hepimizden bahsediyoruz.

Teknolojik gelişmeler doğanın ve insanlığın faydasına kullanıldığında güzeldir. Aksi durum önce doğayı sonra insanı bitirir…

Çaresizlik içinde terapist bir lider bekleyen milyonlara önerilebilecek en kestirme yol doğaya kavuşun demektir. Ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, ileri… der gibi. İlk hedefimiz dağlar, denizlerdir. Dağlarımıza ve denizlerimize sahip çıkarsak belki biz de bizden sonraki nesillerimiz gibi az da olsa dağların öbür tarafındaki kapitalist dünyadan birazcık uzakta yaşayabiliriz.

Her şey çalışmak ile başlar. Terlemeden olmaz. Ekmeden, biçmeden, bakmadan, sulamadan, budamadan olmaz. Öyle bayram tatillerinde on günlüğüne köyünüze gitmek ile olmaz, kendi toprağına, dedenin babanın ter akıttığı toprağına uzak kalmak ile olmaz…

Unutmayın topraklanmazsak, toprak kalmaz…

Bu arada, ne oldu öğrenebildiniz mi domatesin kaç günde yetiştiğini?

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/topraklanmak/feed/ 1
Ninni Zamanı https://www.incetezat.com/deneme/ninni-zamani/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=ninni-zamani https://www.incetezat.com/deneme/ninni-zamani/#respond Thu, 02 Jan 2020 08:30:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3891

Geç kaldık be gülüm, çok uyuduğumuz için geç kalktık ve çok geç kaldık. Kafamızı nereye çevirsek çok geç kaldığımızı görüyoruz.

Yapmamız gereken o kadar çok şeyi yapmamışız ki! Ne yapmışız, nasıl geçirmişiz o kadar zamanı, dile kolay on yıllar geçirdik. Yerimizde de sayamadık, geri gerilere kaydık, çok geç kaldık.

Yarış başlamış ta biz mışıl mışıl uyumuşuz.

Hani uyku her şeyin ilacıydı?

Hani zaman geçince unutulurdu?

Kitap okumamız da işe yaramıyor artık, kütüphaneler dolusu kitap okusak ne yazar? Bir çember üzerinde dönüp dolaşıyoruz, her yazar aynı şeyden bahsediyor, hepsi çok geç kaldığımızdan dem vuruyor. İşlerin şimdiye kadar nasıl yanlış anlaşıldığından, yanlış yapıldığından bahsediyor, şöyle elimizden kolumuzdan sımsıkı tutacak, halimizi çok iyi anlayacak birisi de çıkmadı karşımıza. Yazarlar da ya çok geç kaldılar, ya da tavşan gibi zıpladılar, uçtular gittiler. Kim ne diyor anlayamıyoruz artık, o kadar karıştı ki her şey…

Kitap çöplüğüne, cümleler çöplüğüne döndü zihnimiz. Hani çöp evler vardır ya, her bulduğunu saklayan, bir gün işe yarar diye düşünüp evinin en güzel yerinde saklayan. Topladıkça toplayan, biriktirdikçe biriktiren…

İşte bizimkisi de çöp beyin oldu artık, nefes alamıyoruz, her tarafta ayrı bir çöp fikir. Çöp adamlar ile öğrendik resim yapmayı, bir çöptür gidiyoruz bu yaşımızda bile. Çöpçü olmuşuz da haberimiz yok. Bu daracık zihnimizde daha fazla çöp fikirlere yer kalmadı, belediye görevlilerini çağırmanın zamanı geldi de geçiyor bile. Elveda bütün kitaplar, elveda ne bulursak okuyalım dediğimiz yazarlar, elveda sizlere. Artık çöp zihinlerden, bulantılardan, karışıklıklardan kurtulmak mecburiyetindeyiz. Hepimiz de ne kadar seviyoruz geleni gideni okumayı, zihnimizde ağırlamayı. Misafirperver milletiz canım.

Nefes alabiliyor musunuz? Kurtulabildiniz mi dış çöp adamlardan? Kendi tuvaliniz üzerinizde post modern sanat eserleri yapmanın zamanı gelmedi mi? Eve iyi bir badana boya gerekiyor, zihnimizi, ruhumuzu açacak renkleri serbestçe seçmeniz gerekiyor, bunun için de önce o küçük tuvalde renk denemeleri yapalım. Bakalım içimizdeki sessizlik, dinginlik, huzur ve ruhsal sağlığımız hangi renklere hoş geldin diyecek?

Sizin renginiz hangisi? Ben salonu şöyle masmaviye boyamak istiyorum, okyanuslar kadar mavi, iç denizlerimdeki dingin sular kadar mavi, arada çıkacak küçük dalgalanmalardaki beyaz köpük renklerini de unutmayacağım, bembeyaz olacak kartonpiyerlerim. Yatak odam yemyeşil olacak, doğanın içindeymiş gibi, ağaçların arasına hamak kurmuşum, yanımda cır cır böcekleri, huzur içinde, ferah içinde, mutlu. Ateş böceklerimin renkleri kıpkırmızı kartonpiyerler arada çarpacak gözüme, tüm uykusuzluğumu alabilecek. Çalışma odam komple toprak rengi olacak, her tarafı ama. Zihnimin madenlerinden yavaş yavaş çıkaracağım bu güzel satırları, toprak ve maden. Kimi zaman bir çakıl taşı, kimi zaman nadir bulunan bir safir taşı. Koridorlarım pespembe olacak, pembe yolculuklara çıkacağım odadan odaya geçerken, arada duvarlara dokunacağım, parmak izlerim yavaş yavaş belirecek koridorlarda, bu pembe yollardan geçtiğimi kazıyacağım duvarlara. Mutfak ten rengi olacak, vücudumun rengi, ne yersem içersem orada vücudumla birleşecek, sağlık içinde bana gelecek, benim mutfağım, benim rengimde olacak. Banyo ne renk olacak acaba diye mi düşündünüz? Hayır o tahmin ettiğiniz renkten olmayacak. 🙂 Banyom tırnak uçlarım gibi bembeyaz olacak. Her şey bembeyaz. Tırnak uçlarımdan süzülüp akacak tüm negatif enerjilerim, suyla birlikte akıp gidecekler, elveda diyecekler bana, benim beyaz sarayım olacak banyom, sırça köşkler, mermer saraylar da neymiş, üç metrekare de beden, zihin ve moral detoksları yapacağım o güzel banyomda.

İşte hepimizin yeşil panjurlu güzel evi bunun gibi bir şey olacak değil mi? Kimine göre bir saray, kimine göre bir küçük kulübe. Kimi boğaz kenarında bir yalı, kimi dağ başında minik bir yerleşke. Kim nerede mutlu olacaksa, ne kaldı ki zaten bu kısacık ömürde. Çok da geç kalmıştık zaten. Erken kalkmanın verdiği geç kalmışlık hissi de değil bizimkisi. Şimdi biz ne yapacağız, şimdi ben ne yapacağım mı diyorsunuz?

Nuh’un Gemisi inşa edilmeye başlanmış. Duymuş muydunuz? O çöp evlerinizde güzel bir temizlik ve tadilat zamanı geldi. Hadi bakalım, bu güzel havalarda daha kolay olur. Yardım da alacaksınız belediyeden. Ama sakın boyacıyı kendi başına bırakmayın, dibinden ayrılmayın sakın, tam istediğiniz gibi boyattırın, hatta becerebiliyorsanız kendiniz boyayın, parmaklarınızın izi çıksın duvarlarınızda, her yerde kendi el emeğiniz olsun, kendi teriniz damlasın boya kovasına, sonra da hoop duvarlara. Fırça çekmek güzel oluyor değil mi? İnsanı rahatlatıyor. Duvarlarda iziniz kalıyor, siz, fırçanız ve duvarlar…

O kadar çok karışmışız ki, boşalt boşalt bitmiyor. Ne yapmışız böyle ya? Çöp zihin, çöp beyin, çöp adamlar olmuşuz. Kendimizden başka her şey sığıyor artık bu çöp evimize. Kendimiz sığacak artık, bak iki kamyon göndermişler, hadi salla bakalım balkondan, camdan aşağıya. Güle güle Ahmet, güle güle Ayşe. Zamanında kaç kere okudum sizleri, kafamı, beynimi, ruhumu patlattım ne demek istiyorsunuz diye. Artık güle güle, direkt çöpe ama, direkt çöpe, geri dönüşmemelisiniz siz. Yeter bunca yıldır bu memleketi çok geç kaldıran sizler geri dönüştürülmemelisiniz. Yakmayacağız sizleri, ama öyle bir yere atılacaksınız ki, hepiniz bir yerde, birbirinize bakar durursunuz artık.

Artık bizlerin kendi kitabımızı yazmamızın zamanı geldi. Çok geç kaldık, eli iki kalem tutan, haddinden fazla değer verdiğimiz şu çöp kamyonundaki kitaplar yüzünden, iyice bulandırdılar bizi. Hareket edemez hale getirdiler, kendi evimizi, zihnimizi bile bile çöplüğe çevirdik aşırı misafirperverliğimiz ile.

Hâlbuki böyle mi yapmıştı bizim Osman dedemiz? Gerekli gereksiz ne varsa doldurmamıştı zihnine, kendisi almıştı eline kalemi, yazmıştı kendi destanını. O zamanlar kılıç kalemden keskindi belki, şimdi de öyle değil mi, kalem de, kılıç ta keskin olamıyor belki atom bombasından, varsın olmasın. Onlar atomu icat ettiler, bizim yerimiz dardı onun için bir şeyler icat edemedik, önce bir ferahlayalım şöyle, bak gör o zaman, artık banyo da mı gelir aklımıza yoksa koridorda kaçarken mi?

Evet evet çok geç kaldık, kendimize bakmaya çok geç kaldık. Yıllardır çöp çöp çöp. Bitti artık değil mi? Sen de aynı fikirde misin? Yeter be ya! Hani ormanlar kalem, okyanuslar mürekkep olsa bu çer çöp yazmakla bitmez, bizim zihnimiz evren kâinat değil ki kardeşim, o kadar çer çöpü okuyalım ve anlayalım. Hem zamanımız da az kaldı. Oh be. Dünya varmış, şöyle rahat bir nefes alamayalı ne kadar zaman geçmiş, bir ömür geçmiş ya. Bir milletin ömrü geçmiş gitmiş de haberimiz yok.

Hemen yeni bir nüfus sayımı yapmalıyız. Kaç tane kalem üreteceğiz, kaç tane fırça, kaç kutu boya. Yediden yetmişe mucizeler yaratacak bu sağlam yürekler. Bu güzel zihinler, bu asil ruhlar, bu şanslı kardeşlerimiz. Hepimiz birlikte rengârenk edeceğiz vatanımızı. Hep beraber, huzur, mutluluk ve güven içerisinde. Artık çok geç kalmadığımızı anlayarak, artık ne kadar da erken uyanmışız aferin bize diyerek. Mutlu ve ferah, nefes ala ala, ter akıta akıta, ellerimiz kenetli, ruhlarımız kenetli, zihinlerimiz kenetli. Kim uyutabilir atık bizi?

Ninni zamanı çoktan geçti. En derin uykularımızdan kalkıyoruz artık, uyuşukluklar, uyku sersemlikleri olmayacak, her dibe vuruş yeni bir uyanıştır aslında. İyi ki kilo almışız bu aralar, iyi ki çöp eve döndürmüşüz kendimizi, yoksa nasıl dibe vuracaktık. Nasıl uykudan uyanacaktık. Azıcık daha kaldı gayret.

Hiç bir zorluk dışarıdan yüklenen fikirler ile aşılamaz, bireyler kendi kendilerini tedavi edebilir ancak. Bu milletler için de geçerlidir. Birlikten her zaman kuvvet doğmuştur. Hep birlikte uyanan milletler güzel günleri beraber yaşarlar. Aksi takdirde gecenin efkârında uyumaya devam ederler…

O kadar da geç sayılmaz değil mi?

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/ninni-zamani/feed/ 0