edebiyat portalı – İnce Tezat https://www.incetezat.com Tue, 28 Apr 2020 10:29:39 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.4 https://www.incetezat.com/wp-content/uploads/2018/09/thumbnail_favicon.png edebiyat portalı – İnce Tezat https://www.incetezat.com 32 32 Bukalemun https://www.incetezat.com/deneme/bukalemun/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=bukalemun https://www.incetezat.com/deneme/bukalemun/#comments Tue, 28 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4484

Yılan değişmez, derisini değiştirir. Derisini değiştirmesi de kendi menfaatindendir. Kışın üşümemek için derisini kalınlaştırır, yazın ise yanmamak için derisini inceltirse bu durum kendi çıkarlarını gözetmekten öteye gitmez. Bu durumu insan ilişkilerinde görüyorum ve üzülüyorum açıkçası. Bir insan nasıl bu kadar açgözlü ve sadece kendi faydasını maksimize etmeye çalışan bir canlı olabilir. Bizi diğer canlılardan ayıran diğer tüm canlılara fayda yaratma gayreti değil midir? Yılanın veya akrebin fıtratı zaten bellidir. Ancak insanın karakteri nasıl bir hayvanın ki ile aynı olabilir. Şaşırıp kalıyorum. Bu duruma psikolojik açıdan baktığımda görüyorum ki bu zavallı insanların çocukluk evrelerine kadar dayanıyor. Hatta anne rahmine ilk düştüğü andan başlıyor. Zira ebeveynleri açgözlü ve menfaatçi olan bir çocuğun çok farklı olmasını bekleyemeyiz.

Prof. Dr. Sinan Canan “Çocuklarınız sizin ortalamanızdır.” demişti bir konuşmasında. Biz önce kendimizi değiştirmeliyiz demek isterdim ama zira insan yedisinde ne ise yetmiş yedisinde o oluyor. Bir takım tatsız olaylar yaşadıktan sonra bazı insanların davranışlarının değiştiğini görürüz. Bu olay ona ders oldu, deriz. O fevri, o kıskanç, o açgözlü insan birdenbire yardımsever ve tatlı dilli oluvermiştir. Etrafındakilere amiyane tabirle dalkavukluk yapmaya başlamıştır. İnsan nasıl biriyse karşısındakini de öyle gördüğü için veya bu duruma inanma ihtiyacı olduğu için hemen inanıverir. Zira bununla ilgili babamın çocukken anlattığı bir hikâye vardır: İki kör dolma yiyorlarmış. Biri diğerine; “Neden dolmaları çifter çifter yiyorsun?” demiş. Diğeri ise; “Nereden biliyorsun?” demiş. Muazzam bir cevap vermiş: “Kendi başımdan pay biçiyorum.”

Tekrar dönelim esas konumuza huylu huyundan vazgeçmez. Sonuçta eşeğe altın semer vursalar yine eşektir. İnsanın sadece menfaatleri değişir ve o menfaatler için giydiği kıyafetleri…

Aylin Kaya USTAMEHMETOĞLU

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/bukalemun/feed/ 1
Yağmur Tanesi https://www.incetezat.com/oyku/yagmur-tanesi/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=yagmur-tanesi https://www.incetezat.com/oyku/yagmur-tanesi/#comments Mon, 27 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4479

Yağmur damlalarının pencere camında birbirlerini kovalaması gibidir hayat. Daha önce çok kez yağmuru izlemiştim ama hiç böyle düşünmemiştim. Cama vuran damlalar hızlıca aşağıya doğru akıyor, diğerlerine karışıyor, onlarla bir bütün olup daha büyük bir yağmur damlasına dönüşüp yoluna öyle devam ediyor, sonra da gözden kayboluyorlardı.

Bu kez koltukları yıpranmış eski bir otobüsün penceresinden izliyordum yağmuru. Öyle hızlı yağıyordu ki cam silecekleri ona yetişmek için koşuyordu adeta. Camın buğusundan dolayı dışarısı görünmüyordu. Zaten kimin umurundaydı ki, çünkü dışarıyı izleyen yoktu. Ben o sırada sadece damlacıklara odaklanmıştım. Ne durduğumuz duraklar, ne o duraklarda bekleyen yolcular, ne de gökyüzü… Hava soğuk muydu yoksa sıcak mıydı onu bile bilmiyordum. Hatta nerede olduğumuzun bile bir önemi yoktu. O sırada duyduğum tek şey frekansını tam çekmeyen radyoda çalan cızırtılı şarkıydı. Sevdiğim bir şarkıydı bu, kaybolmayı, kaybedilmişi anlatıyordu, “Çok uzun zaman önceydi” diyordu ve geçmişten hala kopamayan ben bu şarkının sözlerini mırıldanırken içimden, aynı zamanda pencere camındaki büyük rekabette olan yağmur damlalarının yarışlarını izleyip, hayatımdan geçip giden, başıma gelen, gelmeyen her şeyi düşünüyor, gitmişlere özlem duyuyor, hala gelmemişleri bekliyordum.

İnsanlar hayatta ne çok şey kaybedip, ne çok şey kazanıyor. Peki bu neye göre oluyor? İyi bir insan olursan başına hep iyi ve güzel şeyler mi gelir? Ya da kötü biri olursan, hayat tarafından cezalandırılır mısın? Yani bizi mutlu eden şeyler olmuşsa, bu daha önce yaptığımız iyiliklerin bir hediyesi midir? Her şeyin iyi veya kötü bir bedeli mi vardır?

Ben bunların hesabını yaparken içinde olduğum eski otobüs aniden hızlanıp yıldırım hızıyla yola devam etmeye başlarken yol kenarındaki sarı şemsiyeli, genç bir kadının üzerini ıslattı birikmiş çamurlu yağmur gölcüğü ile . Kahverengi şık bir manto vardı üzerinde. Çok güzel bir kadındı ama yağmur yüzünden üzeri sırılsıklam olmuştu ve akmış olan makyajı hepten berbat görünüyordu. Üzerine sıçrayan çamurlar elbisesini batırmıştı. Belli ki o bugün şanssız günlerinden birini yaşıyordu. Kader mi denir buna bilmem ama kadın belki de önemli bir iş görüşmesine gitmekteydi. Ya da bir toplantıya. Belki de seyahate çıkacaktı, uçağına yetişmek üzereydi. Veya hayatının aşkıyla buluşup özel bir akşam yemeği yedikten sonra evlilik teklifi almak üzere tek taş bir yüzükle karşılaşacaktı. Ama güzel elbisesi ve mantosu ıslanıp battığı, özenle yaptığı makyajı akıp, saçları berbat olduğu için gideceği her neresi ise oraya gidemeyecekti. İş görüşmesine geç kaldığı için yerine başka biri seçilip işe alınacaktı. Özenle giyindiği güzel elbisesi berbat olduğu için eve gidip tekrar hazırlanmak isteyecekti. Bu yüzden hayatının aşkı olan o adamla yiyeceği yemeğe o kadar gecikecekti ki ,adam, kadının gelmeyeceğini düşünerek beklemekten vazgeçip o büyük sürprizi de iptal edecekti. Kadının bu şanssız ve kötü gününe tanık olurken, kaderin bizi nasıl şekillendirdiğini düşündüm otobüsün camına hala inatla vuran,sonra diğer yağmur damlalarıyla yarışan,ardından kaynaşıp,kayıp giden yağmuru izlerken. Tıpkı bizim de tek bir yağmur damlası olarak bu dünyaya geldiğimiz gibi.

Varacağım yere çok az kalmıştı. Bu yolculuğun bitmesini hiç istemiyordum. Kendimle baş başaydım uzun zaman sonra. İçimdeki benle sohbet ediyordum. Dertleşiyordum. Hesaplaşıyordum. Hatta kavga ediyordum… Sesimi kimse duymuyordu nasıl olsa! Hayatıma dair önemli kararlar alıyordum. Benimle benim aramda olan sırlarımı anlatıyordum bana.

Otobüsün şoförü radyodaki kaybedilmişliği, kaybolanları anlatan o şarkıyı kapattı. Belki de şarkı bitti de ben iç sesimi dinlediğim için farkında değildim. Şimdi içimden şarkı da söylüyordum feryat figan, avaz avaz, çığlık çığlığa. Dış dünyadan soyutlamıştım kendimi. Tamamen benimleydim. Sanki o an yolculardan biri hapşırsa, bir bebek ağlasa, korna çalsa, biri omzuma dokunsa, yüksek sesle şoföre seslenip “Havalandırmayı açabilir misiniz?” diyen olsa o anın büyüsü bozulacak gibiydi. İçimde yakaladığım ben otobüsten inip, kaçıp gidecekti. Tüm o şehrin gürültüsü kalbimdeki gürültüyü susturacak, kalabalık sokaklar içinde kaybolacaktım.

Neden bilmiyorum ama öylesine huzurluydum ki!

…Ama mutluluk narin bir çiçeğe konan ince kanatlı bir kelebek gibidir, yakalamaya çalışınca kaçar, tutunca kanatları kırılır, bırakınca elinden gider, hiç ilgilenmeyince “ben bir kelebeğim neden bana bakmıyor ki” der küser,vazgeçince sıkılıp uçar gider avucundan.

Hiçbir şey sonsuza kadar aynı gitmez. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir…

Korktuğum şey başıma gelmişti ve her güzel an gibi bu da bitmiş, otobüs varacağım yere ulaşmıştı. Kısa süren derin yolculuğum sona ermişti ve yağmurun altındaki sonunu bilmediğim hayat ellerini ovuşturarak dışarda sabırsızca beni bekliyordu.

Otobüsün buğulu camına yazdığım şeyin cesaretiyle seslendim ”Şoför bey müsait bir yerde inebilir miyim?”

Burcu YILMAZ

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/yagmur-tanesi/feed/ 1
Güvercin https://www.incetezat.com/deneme/guvercin/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=guvercin https://www.incetezat.com/deneme/guvercin/#respond Sun, 26 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4474

Sen loş ışık seversin. Burası çok aydınlık, kafesinin üzerine hırkamı örteyim. Dinlen sen, yorgunsun. Aralıktan beni görebilirsin, korkma yanındayım.

Seni bulduğum gün tüylerin yağmurdan ıslanmış, çamura bulanmıştı. Bedenin kaskatı, kaldırımın kenarında yatıyordun. Ölmüş yavrucak dedim. Yere eğildim, yakından görmek için,bahçeye mi gömsem, sokak kedileri parçalamasın zavallıyı. Sonra kanadında küçük bir hareket, yardım et bana der gibi. Gülümsedim, avcuma aldım seni. Ayakların soğumuş, kanadın mı kırık acaba.Ne kadar da narinsin, tüylerin ıslanınca küçücük kalmışsın. Veterinere gittik, küçük bir operasyon geçirdin. O gün aldım sana bu kafesi. Bakmadım rengine şekline, sen iyi ol da, gerisi önemli değil.

Toparladın kendini zamanla. Tüylerin bembeyazmış, ne güzelsin! Kanadını eskisi gibi yukarıda tutmuyorsun, ağrın da yok anladığım kadarıyla ama artık uçman mümkün değil. Ne yapalım, buna da şükür.

Alıştık beraber yaşamaya ama sen hep tetiktesin. Elime almama izin yok. Kafese yaklaştığımda yandan ürkek bakışlar, tünekte çıt çıt çaktırmadan uzaklaşman, güler misin ağlar mısın. Anlatsana ne oldu, gitmek mi istiyorsun? Sokaklar tehlikeli olabilir senin için, kafesin kapısını açık bırakırız istersen dışarı çıkarsın. Yazın balkona koyarız kafesi, güneşlenirsin.

Demez olaydım. Yine yerde buldum seni, düştün mü, uçmak mı istedin? Ben de üzgünüm, kuş dediğin uçmak ister tabi. Gel seni kafesine geri koyalım, yaramazlık yok!

Keyfin yerinde bugün, belli. Pencerenin kenarında dışarıyı seyrediyorsun, müzik sana da mı iyi geliyor, anlıyor musun acaba? Uzaklara uçma kuşum, uçup da gitme vurulursun, masallara kanma kuşum, üzerse eller yorulursun; kuşum Aydın vardı, bilir misin? Benim de keyfim yerinde. Bugün evdeyim, pinekleriz beraber; üzüm yeriz.

Günaydın. Aa ne oldu burda, her yer tüy olmuş. Bırak kaşınmayı, çizmişsin her yerini. Izin ver bakayım, ısırma ama beni, sadece bakacağım! Böcek mi girmiş kafesine, sinek mi, izin ver bakayım. Üzüm mü alerji yaptı, ne alakası var, kuşlar üzüm sever.

Canın mı sıkıldı, sesin çıkmıyor. Sırtını dönmüş oturuyorsun, bugün kafesini temizleyemedim, onun için mi kızdın.

Nasıl açmışsın da o kapıyı dışarı çıkmışsın, anlayamadım, ben mi açık bıraktım, hiç hatırlamıyorum. Gece ayazdı, akıl edemedin mi içeri girmeyi.

Uyku tutmadı. Bütün geceyi balkonda sandalyenin tepesinde geçirdim. Gecenin ayazında. Bu sefer gerçekten hastalanıyorum. Kızdım sana evet, ama nedenini söylemedim, konuyu açmak bile istemiyordum, sen açtın. Benim üzüme alerjim falan yok ki, sıkıntıdandır. Seni bulduğumda benim de mi kolum kanadım kırıktı? Tutunacak dalım mı yoktu, belki de dinleyenim yoktu ya da çoktu ben fark etmemiştim.  O gün nereye gidiyordum, bir şey arıyordum ama ne? Yoksa gitmek yerine kaçıyor muydum, kalabalığa mı karışmak istemiştim, ya da kalabalığın içinde yalnız mı kalmıştım?

Ne arıyordum, kendimi mi, seni mi?

Ağlıyor musun? Kuşlar ağlamaz ki.

Ağlayan benim.

Dilek GÜLCÜ

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/guvercin/feed/ 0
Kayıp Kelime https://www.incetezat.com/oyku/kayip-kelime/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=kayip-kelime https://www.incetezat.com/oyku/kayip-kelime/#comments Sat, 25 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4463

Şeffaflık boyutunun ötesinde algı yolcusu. Çam ağacı ile ceviz ağacının tam ortasında sallandığı hamakta bebeğine sıkıca sarılmış uyuyordu kadın.

Bilinçaltında özgürlüğün yaşam şifresini arar gibi, fiziksel boyutun ötesinde olan sanrısı dört elementin magma tabakası çekirdeğin içine girmişti bedeni. Saydam alev tohumların hücrelerinde kum tanelerini sayar gibi astral matematiğin frekansına karışmıştı ruhu. Sarmal evrende örümcek ağına takılmış gibi evrenselliğin polimat yolcusu olmuştu.

Suların üzerinde hareket eden canlı bir kitabın apaçık bir şekilde çırılçıplak ipek çarşaf gibi okyanus kütüphanesini kapladığını gördüğünde; iğne boşluğu kadar boşluk bulamıyor, her canlının kök hücrelerine kadar iniyor, her gerçeğin saf halini metafizik boyuttan görüyor, algısında milim santim şaşmıyor, soğan zarı gibi kaynakların ince zar gibi yazılı saliseleri ayrı ayrı inceliyor ve en ufak toz tanesi bile dev gibi görünüyordu. Orada her şey kadına konuşuyordu.

Yedi kat perdeleri açılmış organik doğanın, içi dışı bir olmuş bakire toprakların ham maddelerini en ince ayrıntısına kadar inceliyordu. Her su damlası bir göz olmuş, suyun yüzeyinde her şey cam gibi anlaşılır bir şekilde yerin altında en derinlerde ağma gibi kayarak dolaşıyordu. Kayıp medeniyetlerin kaynaklarını algı yoluyla her şeyi okumak zorundaydı. Ensesinde olan gölgesi didik didik peşinden geliyordu. Başı sonu olmayan saydam kitabın kapakları bulutların sonuna kadar genişliyordu. Bilinçaltında bilinçsizliğin esiri olmuştu.

Yaşanılan dünyadan daha farklı bir boyutun ötesinde olan sanrısı, eski dünyada ölüm, yeni dünyada doğmak için mücadele veriyordu.

Yaşadığı girdabın hülyasında her şey değişmek üzereydi. Kırmızı evrenin tam ortasına geldiğinde, her iki evrende de olmayan çok farklı bir nokta bir ışık gördü. Nokta büyüdükçe içinden parlak bir kutu beliriyordu. Köşeleri olmayan kutu esnek bir şekilde açılıyordu. Kutunun içindeki ışık yavaş yavaş büyüyordu. Tarifi olmayan güzellikte olan bu ışık genişledikçe kadının gözleri kamaşıyordu. Elle dokunulmayan, gözle görülmeyen kırmızı evren, elle dokunulmayan gözle görülmeyen beyaz evren oluyordu. Tırtılın kelebeğe dönüşmesi gibi…

Kadın hiçbir şey göremez hale gelmişti. Büyüyen ışık gözünü kamaştırıyordu. Beyaz ışık büyüdükçe kırmızı evren kayboldu ve yerini beyaz evren kaplamıştı. Tam o anda kadının gölgesi suallerini bırakmış artık sanrısı peşinden gelmiyordu. Kadının bebeği annesinin rüyasının içindeydi ama annesi farkında değildi.

Bebek, ırmakların içinden akan ılık suların sınır ötesi gerçeğin farklı boyutlu kırmızı evrenin içinde buldu kendini. Bedensiz yaşamın köşkünde hiç insansız eşik gedik hayatın bekçisi olmayan lama evresi.  Dar, bir o kadar da sonsuzluk arısı gibi rüyasında boyut ötesi girdabın ışığın hareketine girmişti minik bedeni. Doğmamış bir boyutun içerisinde beyaz evrenle tanışmanın yaşı yoktu. Sihirli kapının yönü kırmızı okyanusun içindeydi. Bebek annesinin tamamen göremediği beyaz evrendeydi. Nokta kadar olan minicik bir kutu, nokta kadar boşluk olmayan sonsuz ışık evreni olmuştu. Bebek rüyasında beyaz ışığın içindeydi. Eşi benzeri olmayan güzellikte olan ışığın içinde dünyalar güzeli bir kız vardı.

Bebek ışığın içindeki kızla konuşuyordu. Kutunun içinde yaşayan sihirli kız bebeği gördüğüne hiç bu kadar sevinmemişti. Kutunun içinde sihirli kız, her iki tarafın evrenini yağmur gibi anlatıyordu. Bebek bilgisayar çipi gibi ışık kızın söylediği her şeyi bir noktaya topluyordu. Orada her şey cam gibi parlak. Anne karnı gibi yumuşak. Bulutların sisi vücuduna yapışık ıslak kaygan, duru çapasında selvi ağacının mor yaprakları konaklama yeriydi.

Saydam şişli kuka ipliği sihirli mayasında yoğurt, liman teknesinde zeytin dalı sınırsız rüyanın sınırsız keten yorganı gibi. Dünyanın hem içinde hem dışında yaşar gibi bebek, rüyanın içinde farklı boyutun ötesinde gördüğü rüyanın farkında bile değildi. Yaşanılan dünyanın boyut ötesinde gizli bir hayat vardı. Boyut ötesi köprüsü kırmızı ile beyazın içindeydi. Gözünü açıp kapayıncaya kadar iki duygunun içinden kum saatinden akar gibi süzülerek yer çekimi bebeği dünyaya getirmişti. Hiç insansız yaşadıkları bu algı yolculuğunda annesini arayan bebeğin rüyasıda bitmişti.

Aynı anda aynı rüyanın içinde olan bebek ve annesi gördükleri rüyanın içinde birbirlerinden habersiz bir şekilde aynı algının şeffaflık boyutunun ötesindeydi. Bedensiz, doğmamış bir boyutun içinde zaman kavramı olmayan bilinç dışı yaşadıkları hayatları gerçeğin yaşam şifresi olmuştu.

Tam o anda gözleri açılan bebek annesinin kucağında sevinçli bir şekilde minik elleriyle annesinin burnuna dokunuyordu. Gökyüzüne doğru bakan kadın bir an nerede olduğunu anımsayamadı. Sağına soluna dönerek bir hayli uyuduğunu zannetti hamakta.

Güneş kaybolmak üzereydi. Ilık rüzgâr esintisi kadının terini kurutuyordu. Tenine yapışan elbisesini bir eliyle düzeltti. Birkaç adımla tel örgülü demir kapıdan içeriye girdi. Hava kararmak üzereydi. Köşkün açık pencerelerini örttü. Camların perdeliklerini kapattı. Mermer masanın üzerinde porselen kâsede ılıklanan mamayı metal kaşıkla bebeğine yedirdi. Eflatun pembe karışımı hoş odada pirinç karyolaya bebeğini yatırdı. Bütünüyle sanat kokan çalışma odasına geçti. Farklı türlerde olan sembol resimleri odanın üç duvarını kaplıyordu. Birçok eski kitapların inci gibi sıralı dizilişi kütüphanede çok gizemli görünüyordu. Karpuz abajurun ışığını yaktı. Yarım kalan son ezoterik bakire resmini tamamladı.

Köşkten ayrılıp şehirdeki küçük evine taşınalı çok uzun zaman geçmişti. Kızı küçükken birlikte söyledikleri şarkıyı kızı büyüyene kadar sıkça söylüyorlardı. Yalnız kızı sesli söylerken annesi her zamanki gibi burnundan mırıldanarak eşlik ediyordu. Annesi hafif kaşlarını havaya kaldırıp on parmağını nota yaparak iki elini eşit şekilde göbeğine doğru getirip teker teker parmaklarına konsantre olur, sanat nefesini bütün evrene yollardı. Umut çiçekleri şarkısının sonuna geldiğinde yıl biterken tekrar baştan yeni yıl için iki kere söylüyorlardı.

Sarışın kızı annesi gibi çok güzeldi. Güçlü karakterli, çakraları açık, aktif, çok sevecen, özgün bir genç kız olmuştu. Edebiyat düşkünü, psikoloji ağırlıklı mistik tarihin kutsal kitapları küçük yaşından beri fazlaca ilgisini çekiyordu. Birçok özel özelliğini annesinden almıştı ve annesi gibi ressam olmuştu.

Oturdukları evin yere kadar olam camlı pencereleri küçük evin içini kocaman ferah aydınlık gösteriyordu. Kızın annesi duvara toplanmış tülün camında nefesini buhar yapıp hayal kuruyordu yeni sanrısına. Duvarları yıkılmış eski dünyayla duvarları olmayan yeni dünyanın sevgi dolu hoşgörülü sevecen tarafını seçmişti. Uykuyla uykusuzluğun en derin matemini sırrı çözülemeyen algısında iki dünyası bir olmuş tek başına yaşıyordu. Aradan birçok yıllar geçmişti kadın iyice yaşlanmıştı.

Kadının kızı annesinin çalışma odasında çalışırken annesinin son tablosu dikkatini çekti. Kırmızı renkli tablonun önüne geçip iyice baktı. Duvarda asılan diğer tablolardan çok farklıydı. Kırmızıya boyanmış ince kıl gibi çizilmiş hücreler canlı gibi haraket eden kılcal damarlara benziyordu. Kan gibi görünen resimin dış görüntüsünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. İnce detayları görmek için dört boyutlu gözlüğünü taktı. Kırmızının içinde minicik beyaz bir noktanın bir kutu olduğunu fark etti ve kırmızı evrenden beyaz evrene açılan sihirli kapı aklına gelmişti. Parlayan ışığın içinde sihirli kız bebeğin ilk süt dişini gördüğü anda beyaz evrenin geçiş kapısı açılmıştı. Sihirli kız bebeği beyaz evrene çekmişti. Kız o anda gördüğü rüyasını hatırladı.  

Kadının bebeği altı aylıkken hamakta gördüğü rüyasını annesine anlattı. Annesi onu dinledi fakat sadece hatırladığı, eşini kaybettikten sonra kızını alıp çok uzaklara dedesinden kalan köşke yerleştiği ve orada kızını büyütüp şehre gelmesiydi. Kızı altı aylıkken köşkün bahçesinde hamakta sıkıca kızına sarılıp uykuya dalmasıydı. Kızına bir çok kahramanlı hikâyeler anlatan kadın bir anlattığı hikayeyi bir daha anlatmazdı. Bazen kızıyla beraber uçuyorlardı duygu düşünce yolculuğuna. Küçük kız her şeyi annesine anlattıktan sonra annesi onu dinledi ama küçük kızıyla birlikte başladığı rüyanın ne başını ne de sonunu hiç hatırlamıyordu. Küçük kız anlatmaya devam etti. Parlayan ışığın içinde güzeller güzeli bir kız vardı. Her şeyin ışık hali oradaydı. Küçük kızın gizli güçleri vardı. Elinde bir çift patik vardı dedi. Bir tekini bana verdi bak dedi patiği annesine gösterdi. Anlatmaya devam etti. Küçük kız evrenden dünyaya gelemiyordu. Sihirli bir anahtarı vardı ama onu içeriden dışarıya çıkmak için kendinde saklıyordu.

Annesi patiği görünce kızının rüyasına inandı ve kızına sordu:
“Kızım sen şimdi bu tek patiği ne yapacaksın?” Kızı sevinçle cevap verdi: “Anne bu patiği doğmuş ve doğmamış bütün çocuklara çiftini yapacağım.” dedi. Birlikte umut şarkısını söylediler.

Son hallerinde kızının yanında olmayı fazlaca istiyordu. Ona her fırsatta anlatmadığı yeni bir hikâye aklına geldiğinde hemen anlatırdı. Bir keresinde tülü çekilmiş penceresinin önünde duran karyolasının ortasına oturmuş elindeki uğur böceğiyle konuşuyordu. Baş parmağından başlayıp her parmağın tepesine çıkarken inene kadar farklı masal anlatıyordu. Yüzük parmağına geldiğinde kızı merakla annesinin küçük parmağına çıkan uğur böceğini takip ediyordu. Kadın başladı anlatmaya: “Ben bir rüya gördüm ama sen doğmamıştın. Ben hala rüya görüyorum ama sen yoksun benim yanımda. Ben daha doğmadım ama sen hala benim karnımda.” Kız hiçbir şey anlamıyordu. Kadın devam ediyordu. “Biz dünyada değiliz. Sen benim rüyamdasın bende senin rüyanda…” dedi ve tam o anda uğur böceği yok oldu. Yarım kalmıştı dinlediği hikâyesi birden şaşırdı, yoksa bende rüyada mıyım acaba, diye düşündü. Pencereden baktı. Evin camları yere kadar değildi. Kocaman köşkün içinde tek başına kalmıştı. Yoksa bu da rüya mıydı, dedi ama kendinden başka onu kimse duymuyordu.

Evet. Bu da rüyaydı. Doğmamış bir algının içinde, bir düşüncenin çam ağacı ile ceviz ağacının en derinlerinde yaşanmış saydam tohumların hücrelerinde, bilinçaltında gizemli köklerin yansımasıydı. Anne karnı içi gibi her canlının doğmamış ama ölmemiş haliydi. Her zaman var olan küçük parmağın, uğur böceğin son sözleriydi. Küçük kızın on notalı şarkıyı annesinden öğrenmesini sağlamıştı ama yaşanılan dünyada ne annesi ne de küçük kızı vardı. Algı yolculuğunda hiç görülmeyen gölgenin bedensiz bilinçdışı yaşamın yolculuğunu anlatıyordu.

Işık kız içeriden dışarıya çıkmak için tek anahtarını kullandı ve dünyaya geldi. Patiğin tekini bebeğin diğer ayağına giydirdi. Beyaz evrende görünmez bir şekilde çift patiği giyen bebek bir ışık olarak algı köşkünde sonsuza dek yaşadı. Annesiyle birlikte gördükleri rüyadan hiç uyanmadı. Yaşanılan dünyada ne doğdu ne de doğuruldu. Bilinir ama bilinmez evrende ölümsüzlüğün bilinçdışı özgürlüğün ilk ve son kapısı açılmıştı.

Ceviz ağacının altında dört bacaklı sandalyede oturan güzeller güzeli bir genç kız vardı. Gökyüzüne doğru bakarken göbeğinin üzerine bir ceviz düştü. Güneş kaybolmak üzereydi. Ilık rüzgâr esintisi kızıl sarısı saçlarını ipek gibi parlak gösteriyordu. Hava kararmak üzereydi. Kucağında olan cevizi bir eliyle alıp birkaç adımda köşkün kapısından içeriye girdi. Mermer masanın üzerinde duran son sayfasını bitirdiği kitabın bulutlara ulaşan saydam kapaklarını kapattı; “Tek Patik” adlı kitabı… Şeffaflık boyutunun ötesinde okyanus kütüphanesine bıraktı.

Sonay SALMAN

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/kayip-kelime/feed/ 1
Acı Sarmalı https://www.incetezat.com/oyku/aci-sarmali/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=aci-sarmali https://www.incetezat.com/oyku/aci-sarmali/#comments Fri, 24 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4460

Senden öncesi de vardı. Evet evet, bir zaman yaşadım, sen yoktun. Uyanırdım tek başımayım, aynada bana bakan, benim gözlerim. İşte çok basit, yine yoksun yine yaşayacağım. “İçinden geçenler gerçekten bunlar mı?” Demek ki. “Sen belki de onu hiç sevmedin.” Hakkımı yiyorsun, sevdim. Yalnızca değişmek istiyorum. Ondan önceki kendime… “Çok mu iyiydin o zaman?” Değildim ama yaşıyordum, dedim ya. Senden öncesi de vardı, seni sevmezden önce.

Keşke insanlara gitme hakkı verilmese. Değil mi? İsteğiyle birinin hayatına giren öyle elini kolunu sallaya sallaya çıkamasa… değil mi diyorum, cevap versene! “Değil. Canı mı çıksın adamın, bir geldi diye gidemesin mi? Saçmalık.” Ama o da beni seviyordu. Mutluydu. “Mutluluğu aramıyordunuz ki. Hatayı belki de orada yaptınız, o illeti bularak.” Doğru, haklısın. Hiç dokunmamalıydık hayallerimize. “Öyle değil.” Yok yok öyle. Bulutlar bulut olarak kalmalıydı. Bak dünyamız başımıza yıkıldı. “Anlamıyorsun.” Neyi anlamıyorum, çıldırtma beni. “Şimdi yeryüzündesin umuyorum, bulutlar da hala gökyüzünde.” Eee ne olmuş? Artık karanlık ve hırçınlar. “İyisi mi sen onları rahat bırak. Öfkelerini kustuktan sonra da orada olacaklar.” Geri dönecek mi diyorsun? “Hayır ama sen yaşamayı öğreneceksin.” Ben de bunun peşindeyim ya işte. “Yanlış yoldasın ama.” En azından yoldayım. Aylar oldu evden çıkmadım. Alışamıyorum. Güneşi unuttum, ayları, günleri… “Bir gün sen de gideceksin. Sevmek bu değil.” Neden inanmıyorsun bana? Ne kadar acı çektiğimi görmüyor musun? “Tek gördüğüm korkak bir kadın. Yanlış yolu bilerek seçiyorsun.” Yeter. Beni yargılamaktan zevk mi alıyorsun? Sen destek değilsin, insan bile değilsin. “Ben sana gerçekleri söylüyorum, bu yüzden de duymak istemiyorsun.” Git, beni yaralıyorsun. Git artık, git!

Gitti.

Ona bağırmak istemezdim aslında. Ne de olsun sen öldüğünden beri yanıma gelip benimle iki kelime konuşan bir tek o var. Tabi insanları suçlayamam. Kimseyi istemediğimi cenaze de haykırmadım mı? Omzuma dokunan elleri ittim, göz yaşı döken herkesi kovdum. Çünkü senin için benden başka kimse ağlayamazdı. Ben seni sevdim. O inanmasa da seni toprağın altına göndermemek için her şeyi feda edebilirdim. Evet evet, ben suçsuzum. Bütün kalbim senindi. O gün sana kızmıştım. Ama bilmeliydin gerçekten kastederek git demeyeceğimi. Bana inanmadın sen de onun gibi. Aslında bütün suç ikinizin. Belki de o doldurdu seni. Bana yaptığı gibi, senin başında da konuşup durdu. Hiç korkmadı mı? Kalkıp onu boğarsın diye. Ben bazen korkardım, gözlerinin içine bakınca. Çok şiddetli kavgalarımız olurdu. Hep mutlu değildik tabi ki. Sen daha şeydin, sıkıntılı gibi. Bilmiyorum, ben seni üzecek bir şey yapmadım. Ama evet, şimdi daha iyi görüyorum. Sanki pek gülmüyordun son zamanlarda. Öfkeliydin. Evet evet, ben kendimi haksızlığa uğramış hissederdim. Ne diye bana öyle bakardın ki sanki? Bir gece uyku ile uyanıklık arasında “Beni sevmiyor musun artık?” diye sormuştum hatta. Cevap vermemiştin. Hırsımdan bir hafta nasılsın dememiştim sana. Oysa şimdi anımsıyorum, ertesi sabah “hiçbir şeyi eskisi gibi…” deyip susmuştun. Bir hafta sonra mutluyduk. Beni işe yollamamıştın bir gün. Yanında kalmamı istemiştin. Gülüyordun, hatırlıyorum. Seni sevdiğimi söylemiştim yüz bininci kez belki. Biliyordun işte. Her şeye rağmen kalmak zorundaydın. Suç ikinizin. Seninki güvensizlik, kendini bana anlatmama, onunkisi daha fena: atıp tutmalar, yalanlar, kışkırtmalar. Ne oldu? Kavgalı ayrıldık. Ben sana git dedim, sen öldün. Belki de suçlu yalnızca o. Her şey adi planının bir parçası. Beni bitirmek için saldırdı bize (kendini bitirmek istiyordu çünkü). İkimiz de kaybolduk. Vicdanımın, duygularımın, senin dertlerinin, aylardan beri yaşananların yer aldığı bir oyun bu. Acı sarmalı adı da. İçinde kalakalmışım, çıkış yok.

“Büyük senaryo, tebrikler…” Sen hala gitmedin mi? “Rahatladın mı bari? Bir kılıf buldun kendine, şöyle afili de bir isim taktın ona”

Sakinleşemiyorum. Yok, olmuyor. Şu insan müsveddesi uzaklaşmadan nefes alamayacağım.

Git dedim sana git! Polis çağıracağım. “Çağırsana, onlara nasıl adam öldürdüğünü anlatayım.” Ben öldürmedim ki. Ben mi öldürdüm? Orada mıydın sen? Yaptım mı gerçekten? “Sen görmeyerek, sormayarak, korkarak öldürdün. Ben’i sevmiyor musun dedin ona. Seni seviyordu. Fazla mutluydu seninle. Dünya bütün anlamını yitirmişti artık onun için.”

Bana anlatabilirdi.

“Anlayacağına inanmadı. Sen günlük dertler peşindeydin, ‘ben’in peşindeydin. Dedim ya belki de hiç sevmedin onu, anlamadın.”

Haksızlık. Ne bileyim bu kadar çabuk yorulacağını?

“Yorulmadı, yalnızca bir şeyi çözmeye çalışıyordu. Ve sen de içten içe aynısını düşünüyordun.”

Saf memnuniyet, huzur ve aşk dolu yalnızca ikimizden bir dünya.

“Öte yandan iplerle bağlı olduğunuz hayat, sorumluluklar, yine kendi istekleriniz için uzaklaşmanın mümkün olmadığı düzen.”

  Ne çok ip var insanı dışarıya çeken. Kabuğumuzda öyle bir hayat sürmemiz imkansızdı.

“Uçuk huzur arayışıyla başını her kaldırışında, düzene boğuluyordu. Zamanı saatle değil işle ölçtüğünüz için işi bıraktı. Biliyordun, duymuştun telefonda konuşurken. Ama sorgulamadın. Sonra para lazım oldu. Sen sürekli yeni şeyler görüp beğeniyordun. Yok diyemiyordu.”

Beraber karar vermeliydik. Bilmeliydim ne istediğini.

“Sorsalar sana, sen de sadece onu istediğini söylemez miydin?”

Öyleydi ve hala öyle.

“Ama o senin bazı iplerin peşinde koştuğunu düşündü. Sen onu onun gibi sevmiyordun, buna inandı.”

Ben onu onun gibi sevmiyordum.

“O da seni senin gibi sevmedi.”

Gözlerimi kapattım. Aynadaki ses artık susabilirdi, anlamıştım.

Betül Nisa GENÇ

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/aci-sarmali/feed/ 1
Bir Rüyaydı Onu Görmek https://www.incetezat.com/oyku/bir-ruyaydi-onu-gormek/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=bir-ruyaydi-onu-gormek https://www.incetezat.com/oyku/bir-ruyaydi-onu-gormek/#respond Thu, 23 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4456

Uyumadan önce üzerine örttüğü yorgan çoktan yatağından yere düşmüş, “bu ne sıcak arkadaş, pencereyi açayım da ev biraz serinlesin. Nasılsa yatağa geçer geçmez uyuyamıyorum. Uyuyacağım zaman kapatırım.” Diyerek açık unuttuğu pencereden esen rüzgâr bile uyandırmaya yetmemişti, ta ki kan, ter içinde gördüğü rüyanın etkisinden uyanana kadar… Eskiden beri bazı rüyalarının gerçek çıktığına inanırdı. O yüzden “ ya, bu rüyam da gerçek olursa?” gibi düşünceler çoktan aklını kurcalamaya başlamış, kara kara düşünmesine neden olmuştu. Gece 05.08’di, düşüncelerinden sıyrılıp “ne yapıp edip, bugün onu görmeliyim” Dediğinde. Dışarıda hava hala karanlıktı. Pencereyi kapatmak için cama yöneldiğinde içinden, “şu uçsuz bucaksız gökyüzü, tıpkı benim bahtım gibi. Tıpkı benim umutlarım gibi karanlık” dedi. Aklı; “basit bir rüya çok ta üzerinde durmaya gerek yok” dercesine mırıldansa da, “bir Ceylan’ın Kaplan tarafından köşeye sıkıştırılması üzerine kalbinin güm, güm diye çok hızlı atması” gibi kalp atışlarının hızlanmasına engel olamıyordu. Hızlı bir şekilde ayağa kalkıp telefonunu aramaya başladı. Delirmiş gibiydi. Sanki telefonunu bulamasa oracıkta can verecekti. Öylesine canı sıkılıyor, öylesine ruhu daralıyordu ki, gördüğü rüyanın etkisinde kan ter içinde kalması gerçek hayatında da sirayet etmişti. Kan ter içinde evin altını üstüne getirmişti, uyurken elinden yatağının altına düşürdüğü telefonunu bulabilmek için. Salondan mutfağa, balkondan, oturma odasındaki kanepelerin altlarına kadar her yeri aramıştı tam “hay senin gibi telefonun …” derken “bir dakika ya gece uyumadan önce telefon elimdeydi. Muhtemelen yatağın oradadır” dedi kendi kendine. Bir hışımla yattığı odaya gitti. Yorganın yerde oluşuna aldırış etmeden yataktaki çarşafı toplayıp etrafına baktı. “ulan bir kez olsun deli yatma arkadaş şu yatağın haline bak” diye kendine söylene dursun, birden telefonu çalmaya başladı. “Nerede bu telefon?” diye ararken, çalan telefonun sesinin yatağın altından geldiğini fark etti. Hemen eğilerek çalmaya devam eden telefonunu eline aldı. Arayan arkadaşı Kenan’dı.

“Alo” dedi. Boğuk bir ses tonu ile. Kenan, “günaydın kardeşim. Kusura bakma, uyuyor muydun? Uyandırdım sanırım seni.” Dedi. Deli danalar gibi uyku sersemiyle telefonunu ararken saatin farkında bile olmayan Fedai, gözlerini ovalayarak, “ çoktan uyanmıştım da telefonumu arıyordum. Meğer yatağın altına düşmüş. Bir saatten fazladır telefonu aramakla meşguldüm sanırım” dedi. Kenan, gülerek “sessize mi almıştın telefonunu? Çalmadı mı ki bulamadın” dedi. Fedai, “Ne saçmalıyorsun sabah sabah ya, sen aramasaydın, telefon çalmasaydı ben bu telefonu bulamazdım ” dedi. Kenan, “ hay Ya rabbim! Ulan senin ikinci bir telefonun yok muydu? Onunla arasaydın ya.” Dedi. Fedai, “ben daha gece uyurken telefonumun yanımda olduğunu hatırlayamamışım o panikle, sen kalkmışsın ne diyorsun.” Dedi. Kenan, “hayırdır! Ne paniği sabah sabah?” diye sorduğunda. Fedai, “kötü bir rüya gördüm. Rüyamda o, saçlarını kızıla boyatmış. Evinden dışarı çıkıyordu. Üzerinde siyah bir gömlek onun üzerinde de açık kahverengi kot montu vardı. O, siyah ayakkabı bağcıklarını, kaldırımın yanındaki direkte bağlarken, bende onların binanın tam karşısındaydım. Neden oradaydım bende bilmiyorum. Tam o sırada elini kulağındaki kablosuz kulaklığına götürerek “Kızıllı evden çıktı” diyerek yanımdan bir adam geçti. Başta anlayamadım ama sonra fark ettim Asya’dan bahsettiğini… Asya, elinde telefonu, kulağında kulaklığı hızlı adımlarla cadde den aşağıya doğru yürüyordu. Adamsa onun en fazla yüz metre uzağındaydı. Adam, Asya’yı, takip ediyor, bense adamı takip ediyordum. Neler olduğunu anlayamamıştım. Derken hızlı adımlarla yanımdan başka bir adam geçerek, hemen önümdeki adama “hızlan araba köşede bekliyor” dedi ve gitti. Asya, takip edildiğinin farkında bile değildi. Bense, kimi takip ettiğimi bile bilmeden önümdeki adamın Asya’yı neden takip ettiklerini anlamaya çalışarak takibi sürdürüyordum. Hep birlikte köşeyi dönmek için adımlarımızı daha da hızlı attığımız vakitte, bir den Asya arkasını dönerek bizi gördü. Hemen önümdeki adam Asya, durunca yanından çekti gitti bense, Asya ile karşı karşıya kalmıştım. Ben istifimi bozmadan ona doğru yürüdüğümde, Asya, çoktan kaşlarını çatmış, tüm öfkesini güzelliğine rağmen sürdüğü makyajının üzerine takınmış, sinirli sinirli bana bakıyordu. Ben yanına gittiğimde “senin burada ne işin var” diyerek çıkışmaya başladı. O şaşkın, ben ondan da şaşkın bir halde “inan bana bunu bende bilmiyorum. Ama şu an konumuz bu değil bir sorun var.” Dedim. Asya, yüzme bakıp, “ne diyorsun sen be, senden ala sorun mu var?” diyerek beni terslediğinde, ben “dinle beni” diye yüksek bir ses tonuyla bağırdım. Asya yüzüme bakıp “ ne, ne var” dedi. Ben “biraz önce yanından geçip giden adam, sen evden çıktığından beri seni takip ediyordu. Az önce de başka bir adam ona yaklaşarak, “hızlan araba köşede bekliyor” dedi. Bunu neden dediğini anlayamadım ama sen durup arkana bakana kadar adam seni takip ediyordu.” Dedim. Asya korkuyla, “sen ciddi misin?” dedi. Bende, “ciddiyim tabii ki.” Dediğimde, bir anda yanımıza bir araba yanaştı ve içinden iki adam çıkarak, Asya’nın kolun tutup arabaya sürüklemeye çalıştılar.” Dediğinde Kenan, “ha… Sonra ne oldu?” diye araya girdi. Fedai, sessizleşmişti. Kenan, “hey! Orada mısın?” diye sorduğunda, Fedai, “evet buradayım. Kenan, bak sana ne bir şey söyleyeceğim, biliyorum uzun zamandır konuşmuyoruz. Çoktan ayrıldık ve en son ki konuşmamız ayrılmamızın da ötesinde bir tartışmaydı. Ama bu benim için önemli. Bak aylar öncesinde bile hiç senden böyle bir şey istemedim, ama bana Asya’nın yeni numarasını bulman lazım. Onunla konuşmalıyım” dedi. Kenan, “saçmalama bir rüya için rahatsız etme kızı, boş ver hayatına devam et” dedi. Fedai, bir an duraksayıp “haklısın galiba” dediğinde, birden bire “Kenan, tamam haklısın ama yine de onun iyi olup olmadığını bilmem onu görmem lazım. Bana onun numarasını bul” dedi. Kenan Fedai’nin ses tonundan endişeli olduğunu anlamıştı. “peki, Fedai, peki ben seni arayacağım” diyerek telefonu kapattı. Fedai, dalgın bir ifadeyle elbiselerini giyinip kahvaltı hazırlamak için mutfağa gitmişti. Tezgâhtaki demliğe biraz su koyup, demliği ocağa koyarak, ocağın altını yaktı. Dolaba yönelip kapağını, kahvaltılıkları çıkartmak üzere açtığında, telefonuna bir mesaj geldi. Fedai, cebinden telefonunu çıkarttığında mesajın Kenan’dan geldiğini görünce, dolabın kapağını kapatarak gelen mesajı açtı. Mesajda, “bu Asya’nın yeni numarası, ara konuş ama çok uzatma. 053…” yazıyordu. Fedai, “teşekkür ederim” diye mesaj atarak, hemen Asya’nın numarasını aradı. Elleri titriyordu, tereddütleri vardı ama yine de anında aramıştı. Açılan telefonda Asya, “efendim” dedi.

Fedai, “Asya, ben Fedai, kusura bakma seni rahatsız etmek istemezdim ama seni aramam gerekiyordu” dedi.

Asya, “sen benim telefonumu nereden buldun?” diye sordu.

Fedai, “ya, şimdi konumuz bu değil. Seni rüyamda gördüm. Kötü bir rüyaydı. Bu rüya beni çok etkiledi, o yüzden iyi misin merak ettim” dedi.

Asya, “öf! Bunun için mi aradın beni?” dedi.

Fedai, “evet, bunun için aradım seni” dedi.

Asya, “iyi tamam, ben iyiyim. Kapatıyorum şimdi” dedi.

Fedai, sessizleşmişti. İkisi de kısa bir süre konuşmadılar ve telefon hala açıktı.

Asya, “ne gördün rüyanda” diyerek konuya girdiğinde, Fedai, Kenan’a anlattığını anlatarak. Rüyasını anlatmaya devam etti, “seni kollarından tutmuş götürüyorlardı. Ben şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz, hemen seni kurtarmak için atıldım. Uzun boylu, kısa saçlı, hafif göbekli, esmer Adam’ın sırtına, sağ ayağımla tekme attım. Adam sendeleyip yere düştüğünde, omuzumla ondan biraz kısa ama izbandut gibi olan adama bir omuz atıp sarsarak, karşısına geçip boynunun sol tarafına bir yumruk attım. Adamın nefesi kesildiğinde, dizlerimle karnına tekme atıp yere yapıştırdım. Diğer uzun, göbekli adam ne olduğunu anlayıp ayağa kalktığında hiç vakit kaybetmeden yakasından tutup, kafa attım. Olduğu gibi diğerinin yanına yığıldı. Ben senin kolundan tutup “yürü gidiyoruz” dedim sonra da koşarak uzaklaşmaya başladık” dedi.

Asya, “ilginç bir rüyaymış ama beni, onca söylediklerine rağmen merak edip aramana şaşırdım” dedi.  

Fedai, “onlar için özür dilerim, seni kırmak için ya da senin söylediğin gibi, senin için yaptıklarımı yüzüne vurmak için söylememiştim. Bir anlık öfkeyle söyleniş sözlerdi onlar dedi.

Asya, “tabi, tabi kesin öyledir. Neyse ben kapatıyorum. Umarım beni bir daha aramazsın, merak filan da etmene gerek yok” dedi.

Fedai, “bir rüyaydı seni görebilmek ama uzun zamandır o rüya hiç gerçek olmadı. Seni görmem lazım.” dediğinde, Asya, “saçmalama, ben kapatıyorum işim var zaten ev işlerini halledip kampüse gideceğim. Beni oyalama ve bir daha arama” diyerek telefonu kapattı.

Fedai, telefonun yüzüne kapatılmasına bozulmuştu. Sesini de duymuştu ama yine de endişesi giderilebilmiş değildi. Ne yapıp edip onu görmem lazım diye düşünüyordu. O sırada ocağa demliği koyduğunu unutmuş, demlikteki suyun fokurtusunu, düşüncelerinin sesinin yüksek tonda oluşundan anca duyabilmişti. Fedai, hemen ocağın altını kapatıp, montunu giyerek kahvaltısını bile yapmadan, evden çıktı. Hızlı adımlarla çok kısa sürede durağa giderek otobüse binen Fedai, aradan geçen bir saatin ardından saat 11.22’gibi otobüsten indi. Daha yolu uzundu ama bu seferki Metrobüs olduğundan daha yavaş adımlarla, yaklaşık on dakika da istasyonda olarak, Metrobüse binip gitti.

Hatırladığı kadarıyla Asya, genelde 13.00’da evden çıkar, Metrobüse doğru yürürdü. Fedai’nin daha vakti vardı. Fedai, istasyona gelip, caddeye çıktığında saat 12.45’di. fedai, hiç vakit kaybetmeden Asya’nın evine doğru yürüdü. Asya’nın evine geldiğinde evin kapısı açılmıştı. Asya, çıktığı sırada Fedai’yi karşısında gördü.

Asya, “manyak mısın? Senin burada ne işin var?” dedi.

Fedai, “özür dilerim ama seni görmezsem içim rahat etmeyecekti” dedi.

Asya, “defol git! Ben seni görmek istemiyorum” dedi.

Fedai, “biliyorum bana kızgınsın. Bende sana kızgınım, hatta kırgınım da. Ama seni görmem gerekiyordu. Sende biliyorsun ben sana dair her şeyi hep hissettim, hep de hissederim. O yüzden senin için endişeleniyorum” dedi.

Asya, “basit, saçma bir rüya görmüşsün. Endişelenecek bir şey yok. Ben i-yi-yim” dedi.

Fedai ile Asya konuşurlarken aniden yanlarına siyah, “34ds58” plakalı bir cip yanaştı. İkisi de şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. O sırada cipten iki adam çıkarak, Asya’yı konundan tutup, zorla arabaya bindirmeye çalıştılar. Fedai, adeta dona kalmıştı. Resmen rüyası gerçek olmuştu ve aradan geçen bunca zamana karşın, canından bile çok sevdiği kız gözlerinin önünde kaçırılıyordu. Fedai, aynen rüyasındaki gibi adamlara saldırdı. Adamların ikisi de yere yığılmıştı. Tam ikisi de kaçmak üzereydi ki, adamlardan biri belindeki silahını çıkartarak Fedai’yi sırtından vurmuştu. Asya ne olduğunu bile anlayamadan Fedai, kanlar içinde yere yığıldı. Asya, çığlık atarak Fedai’ye baktığında, adamlar cipe binerek hızla oradan uzaklaştı. Fedai, kanlar içerisindeydi. Asya’ysa “yardım edin!” diye bağırıyordu. Tüm herkes onların başına toplanmıştı. Tam ambulansın sesleri kulakları tırmalayacak kadar yükseldiğinde, Fedai, kan ter içinde, gecenin bir vakti, derin ve uzun kâbus dolu rüyasından uyandı.

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/bir-ruyaydi-onu-gormek/feed/ 0
Sosyal Paylaşım Sendromu https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=sosyal-paylasim-sendromu https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/#respond Wed, 22 Apr 2020 09:00:56 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4453

Sosyal paylaşım lafıdır gidiyor. Önce sosyal olacaksın, sonra paylaşacaksın. Özelini paylaşacaksın, beğen ve paylaş. Arkadaşların olacak bir sürü, resimler, albümler, etiketlemek, beğenmek, paylaşmak.

Beğenmemek yok ama, paylaşmam demek de yok. Bu paylaştığın resmi hiç beğenmedim, ne kötü çıkmışsın demek de yok. Birbirimizi beğenip duruyoruz, paylaştıklarımız ne kadar çok beğenilirse o kadar çok tatmin oluyoruz, mutlu oluyoruz. Masada, tek başına, beğen, paylaş. Arkadaşlarımızın yanına gitmek yok, seslerini duymak yok, el sıkışmak, el ele tutmak yok. Beğen ve paylaş…

Sosyal olamadığımızdandır bu iç tufanlarımız. Bütün fırtınaları, yağmurları, şimşek ve gök gürültülerini tek başımıza o serçe kadar küçücük yüreğimizde yaşıyoruz. Acılar paylaşıldıkça azalır diyorlar ya. Neden acılarımızı paylaşamıyoruz, neden acılarımızı beğenenler yok? Daha doğrusu, acının birazını alayım, senin acın, üzüntün hafiflesin diyen yok.

Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalırmış. O eskidendi. Şimdi mutluluklar paylaşıldıkça kıskançlıklar, çekememezlikler, hasetlikler, tüm kötü hasletler çoğalıyor. O neden mutlu, o neden şuna buna sahip, ben neden mutlu değilim, şuna buna sahip değilim. Senin için kötü canım.

Sosyal Paylaşım Sendromu: SPS, alın size yeni bir psikolojik terim…

Zaten canınız sıkılıyor, zaten baskılar altındasınız, mecburiyetler içinde, endişe duya duya nefes almaya çalışıyorsunuz, bu gerçek dünyanın acımasız, kapitalist zaman tünellerinde.

Bir an olsun sanal dünyada mutlu edeyim kendimi diyorsunuz; Aman Allah’ım! Elini kolunu kaptırmak bu olsa gerek. Biz bedenimizi kaptırmışız da haberimiz yok, gerçek dünyamızdan çoktan çıkıp, oluşturmaya çalıştığımız sanal dünyamıza sıkışıp kalmışız. Gerçek depresyonlarımız yetmiyormuş gibi şimdi bir de sanal depresyonlarımıza mı enerji harcayacağız? Yok kardeşim, kapatamıyoruz şu paylaşım sitelerini, çıkamıyoruz şu sanal dünyacıklarımızdan.

Sanal Bağımlısı olduk. Gerçekten uzakta, sanala kaptırdık kendimizi gidiyoruz.

Sosyal Siteler, internet oyunları, sanal dünyalar, sanal savaşlar. İç dünyamızın, bilinçaltımızın sanal ayna bakışları. Gerçek aynalara bakmayalı yıllar oldu. Uzun yıllardır hastayız ve yorgunuz. Uzun yıllardır elimiz kolumuz kalkmıyor, sıkıntıdan patlamak üzereyiz, sıkıldıkça sıkıldık, sıkıştıkça sıkıştık, battıkça battık. Sanal sona doğru giden milyonlar…

Yararlı olabilecek bir şeyi, zararımıza kullanabilmeyi keşfetmekte üstümüze yok. Bilinçsiz öksürüklerden boğulup gidiyoruz. Uyku sersemliğiyle, sanalda da uyumaya başladık, beğen ve paylaş. Yapabildiğimiz tek şey bu. Şemsiye açıp sanal sıkıntı yağmurlarından, fırtınalarından kurtulmamızın zamanı gelmedi mi?

Hiç yürüyüş demiyoruz bile size, evden çıkmaktan nefret ettiğinizi biliyoruz. Kafanızı kaldırıp şu ekrandan, bir görebilseniz yaklaşmakta olan kara bulutları. Şemsiyelerinizi çoktan sipariş vermiştiniz bile, internetten elbette. Şemsiye; üzerimize yağan sanal sıkıntılardan kurtaracak bizi. Açın şemsiyelerinizi, bir de şarkı mırıldanın hafif hafif döndürürken şemsiyeyi; Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmuuuurrrrr…

Ne o yağmurdan kaçarken doluya mı tutuldunuz? Gerçek dünyanın sıkıntılarından kaçarken bir de bu sanal dünyanın sıkıntılarını mı yüklendiniz depresyon kamburunuza? Oysa her şey çok farklıydı değil mi? Ne televizyon vardı, ne de internet. Gerçek dünyamızda yaşayıp gidiyorduk. Ne zaman bu dikdörtgen cam önü mahkûmları olduk? Ne zaman bütün aile yapmamız gereken bütün işlerimizi yaptıktan sonra bir araya gelip sohbet edemez olduk? O güzel sohbetler, gerçek duygularımız, samimiyet, güven, anti depresif bir hayat.

Ne gördüysek kıskandık, kapitalist sistemin para tuzaklarına çok çabuk kapıldık. Sahip olmak istedik hep, sadelikten çok uzaklaştık. Para harcadıkça, parasız kaldıkça evimizden çıkamaz olduk. Üretim yapamayan, güncel, doğal, gerçek, yapmamız gereken görevlerimizi yapamayan bireyler olduk. Dışarıya çıkıp para harcamaktansa biraz para verip, televizyon seyredip, internete bağlanıp dünyayı ayaklarımızın altına serebiliriz diye düşündük. Ne de olsa bütün dünya bir tık uzağımızda olacaktı, kumandaya basmamız ya da internette bir tıkımız yetecekti. Ama ne oldu? Tıka basa borçlar altına girdik. Hem de tıka basa…

Sahteleştikçe sahteleştik, sadelikten uzaklaştıkça ödememiz gereken kredi borçlarımız arttı. Depresyonun en büyük sebeplerinden biri de budur aslında; Maddi gücü olanların depresyonuyla, hem kel hem fodulların depresyonu aynı mıdır? Ne gördüysek sahip olmak istedik, satın alınca mutlu olacağımızı zannettik, bu sanal dünya o kadar bağımlılık seviyesine geldi ki, neredeyse bütün günümüzü meşgul etti.

Evden çıkmak istemedik, çıktığımızda ulaşamıyorduk çünkü sanal küçük evimize, diz üstü bilgisayarları taşımak da zor geliyordu değil mi? Onun da kolayını buldular, kapitalizmin yeni akıllı telefonları icat oldu. Ne güzel artık nerede olursak olalım bir parmak darbesi ile hop içine.

Babaannenizin kuzine üstünde yaptığı o güzel yemekleri asla yapamayacaksınız biliyor musunuz? Ancak, kuzine resmi paylaşabilirsiniz. Dedeniz gibi bahçenizde, tarlanızda çıplak ayaklarla çalışamayacaksınız, ancak çiftlik oyunları oynayarak kendinizi avutabilirsiniz. Dedenizin toprağı orada, bunca harcadığınız vakti ve enerjiyi biraz olsun o gerçek toprak için harcayabilseydiniz, zengin olmuştunuz değil mi?

Ama işimize gelmiyor, sabah kalkınca hemencecik dikdörtgen cama bakmak, pasif seyirci olmak, oyunlar oynamak, sanal arkadaşlarınızla iki kakara kikiri etmek, üç beş beğeni, beş altı paylaşım.

Ne güzel siyasetten de anlar oldunuz, önünüze ne gelirse paylaşın, memleketin durumu vahim, vatan elden gidiyor, savaş çıktı deseler, ben görevimi yaptım, paylaştım, beğendim, daha ne yapayım ki diyeceksiniz. Korkarız ki yarın öbür gün sokağa çıkmak, cepheye gitmek vakti gelse kimsecikleri bulamayacağız, herkes sanal dünyadan görevini yapmış olma bilinci ve mutluluğu ile olup bitenleri evlerinden izleyecek.

Sanal âlem, gerçek âlemi güçsüzleştirmek için yaratılmıştır. Balonların patlamaması için arada sırada havaları boşaltılmalıdır. Tepkilerin havasını almak, patlamaların önüne geçmek için, toplum bilim, sosyoloji uzmanları, şehir ve millet planlamacıları, gelecek planlamacıları ne kadar da güzel yapıyorlar görevlerini, havamızı alma işini. Beğenerek ve paylaşarak bize ne kalıyor? Havamızı alıyoruz.

Birileri havalarını atmaya devam ediyorlar değil mi? Ne kadar fesatsınız, ne olmuş ki o resimleri paylaşıyorlar diye, canım cicim ne kadar güzel. Gerçekte kıskançlıktan kan damarlarınız büzüşse bile, sanalda canım cicim. Gerçek hayatta en kıskanç insanlar, enerjinizi en çok vakumlayan, sizi depresyonlara düşüren insanlar, sanalda yüzünüze gülüyorlar ya. Sizin istediğiniz de bu değil miydi?

Güvenecek kimseniz kalmadı değil mi? İki çift laf edecek, sohbet edecek, samimi, sahtelikten uzak insanları bulmak çok zor bu kapitalist dünyada değil mi? Haklısınız, işte bu yüzden sanal dünyaya kaptırdınız kendinizi. Sahte sanallıklar içinde siz de zamanla sahteleşiyorsunuz farkında mısınız?

Kendinizi görmemeye başlıyorsunuz, yapmanız gereken şeyleri önemsememeye, tembelleşmeye, iradesizleşmeye başlıyorsunuz. Ama içinizdeki gerçek dünyanız her şeyin farkında, yapılması gereken işler ve ödenmesi gereken faturalar biriktikçe sanal zevkiniz size yol, su elektrik olarak değil, çok hijyenik bir depresyon olarak geri dönüyor.

Bağımlılıktan nasıl kurtulacaksınız? Bu SPS den, Sosyal Paylaşım Sendromundan nasıl kurtulacaksınız? Tüketmeye alışmış, üretmeyen, tembelleştirilmiş, mutsuzlaştırılmış, hayatın gerçeklerini göremeyen, sanal okyanuslarda fış fış kayıkçı misali kürek çekmeye çalışan milyonlar nasıl kurtulacak? Yedi yaşındaki de aynı, kırk yedi yaşındaki de aynı…

İş bağımlılıktan da ileri seviyede, kurtuluşunu sanalda arayan milyonlar ile karşı karşıyayız. Kurtuluş Savaşları yakında sanal âlemde verilmeye başlanacak. Biraz önce dediğimiz gibi ama. Beğen ve paylaş…

Biz görevimizi yaptık…

Oldu da bitti maşallah,  köle olmayız inşallah…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/sosyal-paylasim-sendromu/feed/ 0
Ayrık Otları https://www.incetezat.com/deneme/ayrik-otlari/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=ayrik-otlari https://www.incetezat.com/deneme/ayrik-otlari/#comments Tue, 21 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4444

Sardunyasız bahçemi sularken düşündüm de sardunyalar üstüne ne çok söylenmiş söz ne çok yazılmış yazı var. Göçmen kuşlar üstüne de öyle. Kurumuş yapraklar var bir de; sonbaharda hışırdayan. Yağmurlu havalardan, karın getirdiği sessizlikten ve gün doğumundan ve gün batımının turuncusundan da tabiki bahsetmeyeceğim size. Yok yok, bunları bahsetmeye değer bulmadığımdan değil; bu ara meselem başka. Şu, bahçemdeki ayrık otları. Epeydir uğraştırıyor beni. İzin versem bırakın toprağı, taştan çıkacak. Hoş, izin vermedim de ne oldu sanki. Bunca yıl bunca azim. Bende ayrı, onlarda ayrı. Toprağın altında ayrı, üstünde ayrı. Çok uğraştım oysa; yazın ayrı, güzün ayrı. Bir bir temizler, ayırırım sandım.

Ne diyordum? Evet, bahçemde sardunyalardan olmayan çiçeklerimi suladım; ne az ne çok; olması gerektiği kadar. Kurumuş yapraklarımı döktüm bir bir. Bir bir ayırmadım bu sefer ayrık otlarını. Azıcık nefes aldırsın yeter dedim ağaçlara çiçeklere. Ne diyordum? Suladım bir bir sulamam gereken ne varsa. Sebzeleri akşam gün batımına yakın suladım ki güneş yakmasın. Fasülye çok su sevmez demişti anneannem bir keresinde. Onları sulamadım bu sefer. Ayrık otlarını mı? Dedim ya onları ayırmadım bir bir. Bir de su sevengiller vardı. Onların da hakkını verdim.

Evet, dar sokaklardan denize çıkan yollar, akşam güneşinin vurdukları ya da başka bir şey. Hiçbiri değil anlatmak istediğim. Dedim ya anlatmaya değer bulmadığımdan değil. Bu ara ayrık otlarımla ilgileniyorum. Hayır, tabii ki sulamıyorum onları ama yok da saymıyorum artık; beslemiyorum evet ama görmezden de gelmiyorum.

Sanki böyle, olduğu haliyle kabul edince, sanki köklerini kurutmaya çalışmayınca; sanki onlar da vazgeçtiler dik dik diklenmekten… Ağaçlarım da çiçeklerim de nefes alıyor hem…

Hasret GÜLBAŞARAN

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/ayrik-otlari/feed/ 4
Yunanistan Gezi Yazısı https://www.incetezat.com/gezi-yazilari/yunanistan-gezi-yazisi/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=yunanistan-gezi-yazisi https://www.incetezat.com/gezi-yazilari/yunanistan-gezi-yazisi/#comments Mon, 20 Apr 2020 09:00:21 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4438
Rodos
Rodos

Geçen yaz tatilini geçirmek için tercihimizi Yunan adalarından (Mykonos, Santorini, ve Rodos) yana kullandık.

Sevgili ülkemizden biraz uzaklaşıp farklı kültürlerin bir arada nasıl yaşadıklarını gözlemlemek istedik.

Yunan adalarında gördüğüm vatandaşlarımızın yüzde 90’ı hoşgörüyü hâlâ muhafaza eden Türkler. Ülke demokratik ve ekonomik duruma rağmen hemen herkes orta sınıf olduğu için herkese muamele aynı.

Şimdi de adalara bir bakalım mı?

Mykonos, en çok turist çeken adalardan birisi. En pahalı ve en lüks ada olarak da biliniyor. Bembeyaz evleri tam bir görsel şölen sunuyor. Mykonos ve Santorini’de bazı tavernalarda (restoran) sipariş verip yemeğin gelmesini beklemek ve yemek yemek için yaklaşık 1 saatinizi ayırmanız gerekebiliyor. “Siga siga=yavaş yavaş” anlamına gelen kavramları var ama beklerken bile bir ‘cüzdan’ olarak değil, bir insan ve bazen potansiyel bir arkadaş olarak görülüyorsunuz. Adaların ruhuyla uyumlu müzik var bazı tavernalarda. Buzuki var, mandolinin ezgileri var. Sadece gençlere değil, farklı nesillere hitap ediyor. Tabii ki buralarda alım gücümüzün sınırlı kaldığı yerler oluyor. Ama Rodos’ta daha çok bizlere hitap eden fiyat algısı var.

Santorini
Santorini

Volkanik cennet Santori’nin meşhur beyaz-mavi evleri görülmeye değer. Ve hala buranın aktif bir yanardağ olmasının ortaya çıkardığı bazı coğrafi bilgiler de edinilmeye ve dinlenilmeye değer. Adanın merkezi Fira. Limandan Fira’ya çıkmak için teleferiği tercih etmeyebilirsiniz. O zaman da katırlar eşliğinde yaklaşık 600 basamak tırmanmanız gerekiyor. Ve sonunda muhteşem bir panaromik manzaraya ulaşıyorsunuz. Mavinin her tonunu barındıran ve aynı zamanda kıyısında siyah kumu bulunan denize girmekte ayrıca güzeldi.

Rodos, Yunan Adaları turunun en önemli ayağı. Ege kültürünü ve medeniyetlerini izleyeceğiniz şövalyeler adası. Biz Rodos’a doyamadık. Ada tarih kokuyor. Antik Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden kalma çok önemli çokça tarihi eserleri ve müzeleri barındırıyor. Bu yüzden tarih kokan sokakları bilhassa görülmeye değer. Rodos’un zengin tarihi ve hiç bozulmamış olup, hâlâ ortaçağ havasını yansıtan eski şehir bölümü var. Rodos Kalesi’nin de içinde olduğu eski şehir şahsiyetini kaybetmemiş.

Yunan adalarına neden gidin biliyor musunuz? Doğayı koruyorlar. Çirkin yapılaşma bulunmuyor denebilir. Hijyene önem veriyorlar, insanlar sıcak ve cana yakın, hizmet kalitesi yüksek ve yemekler güzel. İnsanları birbirinden ayıran köprüler sanki yıkılıyor Yunan adalarında. Farklı ekonomik güç, yaş ve kültürlerden gelen insanlar kaynaşıyor.

Belki de bu yüzden seviyoruz Yunan adalarını. Özlediğimiz geçmişimizi ve kaybettiğimiz değerleri orada buluyoruz. Ve hayalimizdeki cennet gibi bir ortamı da.

Sevgiyle.

Aybike AKGÜN

]]>
https://www.incetezat.com/gezi-yazilari/yunanistan-gezi-yazisi/feed/ 1
Dert https://www.incetezat.com/deneme/dert/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=dert https://www.incetezat.com/deneme/dert/#comments Sun, 19 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4434

Bazen ne diyeceğini bilemiyor insan. Sadece yanındaki karton bardaktaki kahveye anlatıyor derdini. Anlayacağın, deliriyor sensizliğin çığlığında. Yıllardır doldurduğum şiir defterim bile boş aslında. Yazılara aldansam da sen olmayınca her bir dize anlamsız ve gereksiz kalıyor. Sadece kara kalemimle yazılan başı bozuk dizeler gibi geliyor hepsi. Yanımdaki durmuş saate baktığımda ağlanacak halime bir tebessüm ediyorum sadece. Neden mi? Çünkü ben de durdum da o yüzden, hem de yıllar önce. Sen gittiğinden beri sadece kalemim hareket ediyor. Bendeniz Şair Bozması ise güvercinler gibi rızkım neredeyse oraya uçuyorum, tabanvay bir şekilde. Diyeceksin ki şimdi: “Neden Şair Bozması diyorsun kendine?” Sebebi çok basit aslında: Şairlik ayrı bir mertebedir de o yüzden. Bütün şairlere bak, hepsinin kaleminde derin bir acı gizlidir. Dertlidir yani. “Sen dertli değilsen bu şiirler ne demek oluyor o zaman?” diye sorarsan da “benim derdim şiirlerimi aşamadı, aşamadı ki hala güzel bir şiir yazamadım.” diyerek cevaplayabilirim bu soruyu. Sakallarım da bile çaylaklık gizli. Neyse, çay olmuştur. Bugün de eminim çok güzel olmuşsundur. İyi geceler…

Demlenirken efkarında çay
Sigaramın son dalı ücretsiz izne gider gibi
Tüterken saçının tellerine, kırılır her bir fay
Ne de olsa gözlerin kahverengi

Şairlerin kalemidir soyadı
Ben de emanet mürekkep
Ad yok, rumuz şair bozması
İsmini yazarken, boynunu büktü edep…

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/dert/feed/ 2