Annem Öldü Benim


Güneşin doğuşunu, iki yüksek binanın arasından değil de, ucu bucağı görünmeyen bir okyanusun ortasındaymışım gibi izliyorum. Tek başımayım. Dağların yerini binaların, dağ gibi yaslanılan insanların yerini oynak karakterlerin, fedakârlığın yerini bencilliklerin, ille de yalanların, dolanların, pişkinliklerin aldığı bir dünyada kime neyi anlatırım bilmeden; birilerine her şeyi anlatmak istiyorum. Kim istemiyor ki? Hangimiz anlaşılmayı kurumuş dudaklarımıza damlatılacak bir yudum can suyu gibi arzulamıyor ki?

Olan biten ne varsa anlatmak istiyorum. Bu anlatma arzusu öyle böyle değil. Çölde serap, kışta yaz, ateşte köz özlemi gibi. Uykularımı kaçıran, saçlarımı yolduran, geçmişin tozlu raflarından anıları birer birer indiren türden. Öyle haberli filan değil, doludizgin gelip zile basmadan giriveriyor içeri. Kelimeler doluyor ağzıma, boğazıma diziliyor. Bardağı taşıran son damla senin adın oluyor. Anlatmak istiyorum. Dudağımı ısırıyorum, gözlerimi sımsıkı yumuyorum. Ama iki damla yaşın yanaklarımdan düşmesine engel olamıyorum. Anlamsız bir kalabalığın içinde yalnızlığıma sarılıyorum.

Görsen yüreğin dayanır mıydı bilmiyorum. Evden çıkalı epey olmuştu. Kendimi oyuna kaptırmıştım. Amcamın oğlu geldi koşa koşa yanıma. Bilirsin bizim Hüseyin’i. Hani şu sümüklü, sıska, lastik askısı olmasa kıçında donu durmayan. Hani gözbebekleri yuvalarında fıldır fıldır dönüp duran. Her gördüğünde iki dizinin arasına sıkıştırıp:

“ Zeytin gözlüm sana meylim nedendir?

Bu sevmenin kabahati kimdedir?” ezgisini fısıldadığın Hüseyin. Peltek peltek “ Gülsüm Yenge” değişine katıla katıla güldüğün Hüseyin…

İşte o küçük Hüseyin, yanıma gelip kulağıma bir şey fısıldadı.

Gözlerime ucundan değdirip kaçırdığı gözleri, kara bulutlarla kaplıydı. Dokunsan fırtına, konuşsan tufan… Fısıldadığı iki kelime iki kurşun olup saplandı kalbime.

Beni bekleyen öykünün ağrısı yayıldı zerrelerime. Nefesim kesilene dek koştum. Bahçe kapısında Hatice Nine, Neriman Hala, İbrahim Dayı, Medine Abla, Şükriye Anne… Baktım, babam kapının önündeki asmanın dibine yığılmış. Etrafta limon kolonyasının keskin kokusu. Herkes bizim eve toplanmış. Ayakkabılarımla daldım mutfağa. Çay suyu konulmamış misafirler için. Ocağın üzerinde tencere yok. Fırından sıcak börek kokusu gelmiyor. Mutfak boş. Sen orada değilsin. Balkona çıkıyorum, çünkü çiçekleri sulama saatin. Çiçekler susuzluktan boyun bükmüş. Balkon boş. Sen orda da yoksun. Sobanın kovası hazırlanmamış. Ev soğuk, ev öksüz kalmış, ev boynunu bükmüş, ev buz gibi. Ağlama seslerinin dozu artıyor. Sümüklü, sıska Hüseyin ağlıyor, babam ağlıyor; Neriman Hala, İbrahim Dayı… Ben de bir şey yok. Babama gidiyorum:

-Oğlum, diyor annen öldü.
Arka bahçeye doğru bakıyor. Ayaklarımı sürükleyerek gidiyorum. Şükriye Anne gelip elimden tutuyor. Beyaz yazmasını toparlayan hoca hanıma:
-Annesi, diyor.
Açılan örtünün altından birkaç tel ak saçını görüyorum.
-Son kez öp anneni, diyorlar. Son kez…

İki kelime daha iki kurşun olup saplanıyor yine yüreğime.
Her şey o anda başlıyor. Aslında her şey o anda bitiyor anne.
Görsen ana yüreğin dayanır mıydı bilmiyorum.

Ağarmış saçlarına kondurduğum öpücüklerin son kez olduğunu bilmenin, çocuk yüreğime açtığı yarayı bilsen ana yüreğin dayanır mıydı? Yokluğunun ardında bıraktığın yangını … Sensizliğe dayanabilmek için dilediğim Yakub (as) sabrını bilsen…

Anlatmak istiyorum. Bir anlatabilsem, diyorum. Görüyorum ki anlatmak istediklerini kirpiklerinin ucuna, yıkılan hayallerine, kırılan umutlarına, alt üst olmuş hayatlarına, yalnızlıklarına; en çok da belleklerine… foseptik çukuruna dönen belleklerine yazmış yığınla insan var.
Acı kahvemden bir yudum alıyorum. Tek başımayım. Şikâyetçi olduğum söylenemez. İnsansız hava aracı gibi artık dünya. Herkes bir yerlere ulaşma, yetişme telaşıyla tek başına devam ediyor yoluna; insanlıktan uzaklaşa uzaklaşa…
Olanları anlatabilmek için hafif bir müzik açıyorum. Şairin, “Uçurumun kenarındayım Hızır.” mısraları yankılanıyor kulaklarımda. Karşı apartmanın bacasında bir baykuş ötüyor. Ortalığı yoğun bir ölüm kokusu sarıyor sanki. Selamlaşmaların, güvenin, duyguların, belki de tebessümlerin ölüm kokusu bu. Bunların ölümü de senin yokluğun kadar ağır geliyor.
“Annen öldü!” dediler. “Bu, dedim. Mümkün değil. Burnu delik çorapla okula gitmek mümkün. Ayakkabının içinde kimse görmez. Kuru ekmekle doyarım. Açık vermiş bütçeyle ay biter. Aynaya baktığımda dökülen saçlarımın yokluğuna alışırım. Kışın bere, yazın şapka örter. Örtmese de güler geçerim.
“Annen öldü!” dediler. “Bu, dedim mümkün değil. Senden sonra içimdeki boşluğu kapatmam mümkün değil. Ruhumdaki açlığı doyurmam mümkün değil.

Olanları bir bir anlatmak istiyorum. Çayın deminde kapı gıcırtıyla açılıyor; “ İçin ısınır oğul.” cümlesi eşikte sağa sola yalpalıyor sanki. Kimi zaman tarhana çorbasının kokusu mutfağa yayılıyor. En çok da içli bir ağıtın nameleri dolaşıyor damarlarımda . Alışılmıyor anne. Yapışkan, bulaşık, her tarafa sıvanan yokluğuna alışılmıyor.

Kızımın ilk adımlarını göremeyecek, ilk sözcüklerini duyamayacak, koklayıp bağrına basamayacak olmana alışılmıyor..

Onat Kutlar bir kitabında “Çünkü hep böyle olur. Bir an gelir, kopar film. Umulmadık bir anda tutulur güneş. Gece vakitsiz iner.” der. Gecenin karanlık kasveti hayatıma, sana en çok ihtiyaç duyduğum çocukluk zamanlarımda indi.

Ağarmış bir tutam saçına, minik dudaklarımla alev alev kondurduğum öpücükten sonra çıkardılar beni senin yanından. Şükriye Anne’ye götürdüler. Hani amcamın karısı, Hüseyin’in annesi… Şükriye Anne sofra kurdu. Çoluk çocuğu toplayıp oturttu. Herkesin tabağına birer kepçe nohut, sonra patates kızartması koydu. En sevdiğim şeydi patates kızartması, bilirsin. Açtım. Evden sabahleyin çıkmıştım. Küçük bir çocuktum. Hüseyin bir tabak daha patates istedi annesinden. Benim tabağımdaki de bitmişti. Diyemedim ki:
Şükriye Anne bana bir tabak daha koy!
Çünkü o benim annem değil Hüseyin’in annesiydi.
“Annen öldü!” dediler. Diyemedim ki:
Bu, mümkün değil.

Bir tabak daha patates isteyemediğimde senin öldüğünü anladım. Dedim ki:
Benim annem ölmüş!

Durdum, durdum, duramadım. Ağlaya ağlaya öbür odaya koştum.
Anlatmak istiyorum anne. Bu anlatma arzusu öyle böyle değil. Çocuk değilim artık ama ağlaya ağlaya öbür odaya koşuyorum. Sehpanın üzerindeki albümün ilk sayfasını açıyorum. Sonra bordo perdenin bir ucunu aralıyorum. Bir serçe konuyor dala, bir karga yerdeki cevizi gagalıyor, belki de bir solucan sürünüyor toprakta şikâyet etmeden… Kahvemden bir yudum alıyorum; yudumlayabildiğime şükrediyorum. Kızımın saçlarını şefkatle okşayan bir annesi olduğuna şükrediyorum. Gözyaşlarımı silerken olanları senden başkasına anlatmaktan, kendi irademle vazgeçiyorum.

Elimdeki albümü kapatıp tülbendine sararak kaldırıyorum. Siyah, deri kapaklı defterimi açıp üç beş cümle karalıyorum:

“ Hayat, tek kişilik bir oyun değil mi anne? Hepimiz kendi öykümüzü oynamıyor muyuz? Bu öyküde düştüğüm her sıkıntıda, iç yangınımda, sürçmelerimde, ümitsizlik yakama bir sülük gibi yapıştığında elimden sen tutuyorsun. Anneler çoğunlukla böyledir zaten. Bazen bir duanın içinden, bazen bir ahizenin ötesinden, kulağımıza üflediği bir nasihatten, imkânsız dediğimiz yerde bir albümün sayfasındaki siyah beyaz tek resimden uzanıp tutar ellerimizden. Ellerimi bırakma anne!”

Ama anlatmayı istediğim bu değildi. Tuşlara işkence etmekten vazgeçip kapatıyorum bilgisayarı. Yanı başımda duran soğumuş kahveden bir yudum alıyorum. Tadı kaçmış. Anlaşılan o ki yeni doğan gün her zaman istediğim öyküyü yazmayacak…

Aysel ERTAN


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir