Behram ile arkadaşlığımızın nasıl başladığına dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Aynı mahallenin çocuğuyduk sonuçta. Behram’ın bizden pek bir farkı yoktu. Sıradandı. Ona dair en belirgin anım, her şeyi değiştiren bir bakkal macerasıydı. Her şeyi…
Yazın kavurucu sıcağında ne yapacaklarına karar veremeyen iki kafadar olarak arka mahalleden bir dükkânını gözümüze kestirmiştik. Bu sıcak havada buz gibi gazozları kafamıza dikerek harika bir gün geçirmeyi planlıyorduk. Plan çok basitti. Ben bakkalı oyalarken Behram ise iki şişe gazozu pantolonuna gizleyerek çıkacaktı. Hemen hemen herkesin çocukluğunda bir kereye mahsus yaptığı masumane bir hırsızlık. Tam olarak hırsızlık dahi denemezdi. Mahalle arasında yaptığımız birkaç alıştırmadan sonra bizim tabirimizle, soyacağımız bakkala doğru güle oynaya gittik. Dik bir yokuşun sonundaki sıvasız markete ter içinde vardık. Behram soğukkanlılıkla selam vererek içeri girdi. İçimden on beşe kadar saydıktan sonra ben de daldım içeri. Behram çoktan gözden kaybolup rafların arkasındaki soğuk içeceklerin muhafaza edildiği dolapların yanına gitmişti. Bakkalın sahibi masanın arkasındaki koltuğuna yayılmış bir vaziyette beni süzüyordu. Elimdeki tek sakız parasıyla adamı ne kadar oyalayabilirdim ki? Elime aldığım meyveli sakızın lezzetinden dem vurmaya başlayarak adama parayı uzattım. Adam boş gözlerle bakıyordu ama sanki bir şeylerin farkına varmışçasına kaşlarını çatarak arka taraftan gelen şişe seslerine kitlendi. Adam önce kafasını sesin geldiği yöne çevirdi sonra da ayağa kalkarak arka tarafa doğru yöneldi. Avuç içlerim terledi, dizlerim titremeye başladı. Sesim, soluğum kesildi bir an. Olduğum yerde dona kalmıştım. “Hadi Allah’ın cezası gel artık!” diye söylenmeye başladım.
Birden adamın tok sesini duydum. “Ne o cebinde sakladıkların ha!” diyerek bağırmaya başladı. Raf aralığından izliyordum olanları. Niye hala kaçmamıştım, bilmiyorum. Adam parmak izlerini Behram’ın yüzüne işleyecek bir tokat attı. Ses artan dalgalarda kulağımda bitti. Böylece Behram gazozları bırakıp kaçarak uzaklaşır diye umuyordum ama ummadığım bir şey oldu. Behram, tokatla birlikte kızaran yüzünü ovuştururken okkalı bir küfürle karşılık verdi: Orospu çocuğu!
Önce duyduğuma inanamamıştım. Bu küfrü bakkalın sahibinden başka biri etmiş olamazdı. Adam küplere binerek tokatlamaya başladı Behram’ı. Hala sadece izlemekle yetiniyordum. Adam, Behram’ı yakasından tuttu ve yukarı doğru kaldırarak ayaklarını yerden kesti. Boy eşitliğini fırsata çevirerek adamın yüzüne tükürdü. Adam yüzünü ekşitti ve büyük bir hışımla Behram’ı yere fırlattı. Çıkan sese göre kafası metal bir bölmeye çarpmıştı muhtemelen. İşte bu ses, beni hissiz ve hareketsiz bırakan bu hipnozdan kurtarmış gibiydi. Kendimi dışarı atarak yokuş aşağı, ardıma dahi bakmadan koşmaya başladım. Hiç durmadan koştum. Ta ki eve varıp parmaklarıma kadar sarardığımı fark edene kadar. Ama düşündüğüm ve korktuğum Behram’a ne olduğu değildi. Tek düşündüğüm şey olayın ucunun bana dokunup dokunmayacağıydı. Yoksa zaten Behram hastaneye götürülecekti ve muhtemelen birkaç dikişle kurtulacak, adam da yaptığından pişman olacaktı ve taraflar karşılıklı olarak şikâyetçi olmayacaktı. Olay da böylece kapanacaktı ama öyle olmadı.
Mahalle sabahın köründe dünkü olayla çalkalanıyordu. Behram yukarı mahallede bakkalın birinde hırsızlık yaparken yakalanmış ve bakkal da bunu hastanelik etmişti. Behram kafasına aldığı darbeyle hastaneye kaldırılmış ve yoğun bakıma alınmıştı. Bakkalın sahibini ise nezarete atmışlardı.
Sadece bu da değil bin bir dedikodu çıkmıştı. Behram haraç mı almadı, adamı sopayla mı dövmedi, bakkalı yakmaya mı kalkmadı, bakkalın sahibinin kızına mı müptela olmadı. Bunların hepsini on iki yaşındaki bir çocuk yapmıştı. Mahalleli öyle diyorsa öyleydi.
Behram’a bir şey olmasından çok korkuyordum. Çok da sevdiğimden değil. Ha tabii çocuk iyileşsin, kendine gelsin. Ama olayın içinde benim olduğumu babam öğrenirse, yoğun bakıma gidecek ikinci isim ben olurum. Bunu laf olsun diye demiyorum. Kolumdaki ezilmiş derilerden, yanıklardan, sırtımdaki kemer izlerinden, morarmalardan, çürüklerden görebilirsiniz.
Hastaneye koştuk mahallece. Behram’ın annesi Efruz Teyze yoğun bakım ünitesinin önündeki bir sandalyeye çökmüştü. Gözleri bitap düşmüştü ağlamaktan. Oğlunun hırsızlık yaptığı yetmezmiş gibi yakalanmış ve hastanelik edilmişti. Dünden beri rahatsız olduğum tek şeydi belki de, Efruz Teyze’ye mahallelinin acı dolu bakışları. Behram’ın babası uzun zaman önce ölmüştü ve bence çok şanslıydı. Kötü bir hatırası olmayacaktı, iyi bir hatırası olmadığı gibi. Yoğun bakım ünitesinin cam bölmesinden içeri bakanlar gözleri yaşlı bir şekilde derin iç çekerek dönüyorlardı. Ağır adımlarla yaklaştım cam bölmeye ve ellerimle pervazı sıkıca kavradım.
Yaşlı bir adam geviş getirircesine ağzını oynatıyordu. Bir şeyler arayan gözlerle beni süzüyordu. Göz kapaklarından bir tanesi ritmik bir şekilde titriyordu. Neden bana bakıyordu? Bu kadar aciz olduğunu neden kanıtlamak istercesine yalvaran gözlerle bakıyordu? Yaşlı adamı kendi halinde bırakıp Behram’ı yokladım.
Kafasına sarılı devasa bir sargı beziyle, bir mumyadan farksız görünüyordu. Daha çok musalla taşında gömülmeyi bekleyen bir ölüye benziyordu. Gözleri aralıklıydı. Nefes almıyor gibiydi. Göğsünde fark edemediğim bir hareketlenme vardı muhtemelen. Göğsünden, başucundaki monitörlere renkli kablolar uzanıyordu. Vücudunun geri kalanı gri bir örtüyle kaplıydı. Sanki yarıda duran gri örtü, Behram’ın bir an önce ölmesini ve birilerinin onu tamamen örtmesini bekliyordu.
İki hafta sonra Behram yoğun bakımdan çıktı. Ama bir daha eskisi gibi olamadı. Konuşma yetisini büyük oranda yitirmişti. Kafatasına aldığı darbenin etkisiyle fizyolojik olarak büyük aksaklıklar yaşamaya başlamıştı. Bu yüzden sol kolunu kısmen kullanabiliyordu ve dizindeki aksaklıktan dolayı sekerek yürüyebiliyordu. Hastaneden aldığı akli dengesinin yerinde olmadığına dair raporu deli olduğunu resmi makamlara bildiriyordu.
Behram, mahallelinin büyük çoğunun sevdiği, azınlığın ise “eden bulur” lafıyla geçiştirdiği bir deli kategorisine girmişti. Dört beş ay kadar köşe bucak kaçtım ondan. Yolumu değiştirdim, evden çıkmadım, yeni arkadaşlar edindim ama yine de karşılaşmaktan kurtulamadım. En sonunda bir sokakta rast geldik. Önce bir müddet duraksadı. Sonra sekerek koşup boynuma atıldı. Başta beni boğmaya çalıştığını sandım. Elinden sıyrılmaya çalıştıysam da nafile. Niyetinin kötü olmadığını anlayınca da içimden gelmeyerek de olsa kolumu boynuna attım. Nefesinin iğrenç kokusuna, salyalı gömleğinin elbisemi kirletmesine hiç aldırış etmedim.
Krizi fırsata çevirme zamanıydı. Onu istediğim gibi kullanabilirdim. Sabahları uyanır uyanmaz soluğu bizim kapıda alıyordu. Bu deli ile yakınlığım annemi sevindirse de babam bir şeyler çevirdiğimi fark ediyor gibiydi. Bu yüzden hem babamın hem de mahallelinin gözüne çok batmamak için her gün birlikte görünmemeye dikkat ediyordum. Buluşacağımız yere gitmesini söylüyor ardından da ben gidiyordum. Bazen söylemem fayda etmiyor, direk gibi kapıda dikiliyordu. Deli işte ne yaparsın?
Sabahları, esnafların sokağa gazete kâğıtlarından açtıkları sofraya oturup kahvaltı yaparak güne başlıyorduk. Bu güzel kahvaltıdan sonra masada dolaştırılan sigaradan herkes nasibini alıyordu. Ben ise yüzlerini ekşitip ağızlarındaki sigaraları çıkarmayan amcaların “Sakın içme yeğenim biz içiyoruz da ne oluyor sanki.” diye saçma sapan sitemlerine maruz kalıyordum. Bazen Behram’ı camiden çıkan yaşlı adamlardan para alması için yolluyordum. Sonra bu paranın bir kısmını kendime saklıyordum bir kısmıyla da sigara alıp içiyorduk. Behram içmeyi beceremezdi ama tatlı bir telaşa kapılırdı. Sanırım onca sene Behram’ın sadece o tatlı telaşa kapıldığı anlarını sevdim. Her şey güllük gülistanlık gidiyordu. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızdaydı. Sigara paketlerimiz cebimizde, keyfimize diyecek yoktu.
Beş yıl sonra Behram ile açtım arayı. Artık yetişkin bir gençtim. Ve mahallenin delisiyle takılmam için hiçbir nedenim yoktu. Fakat arada Behram’a görünüp sigara paramı çıkarabiliyordum. Babam biliyordu sanırım sigara içtiğimi. Bu yüzden harçlık verirken eskiye göre daha cömert davranıyordu. İhtiyacım olup olmadığını sormadan cebinden çıkardığı banknotları elime sıkıştırıyordu. Ama hiç konuşmuyordu. Hiç konuşmadı da.
Behram ile arayı açmamın sebebi, yetişkin bir genç olmamdan öte Mahizar’ı tanımakla oldu.
Mahizar’ı ilkin lise üniformasının içinde kumral saçlarını örmüş bir şekilde okula giderken görmüştüm. Güzelliğine diyecek yoktu. Herkesin gözünün onda olduğunun da güzelliğinin de farkındaydı. Kaçan kovalanır hesabı, uzun bir süre peşinden ayrılmadım. Olaylar istediğim yönde cereyan etti ve bir gün cesaretimi toplayıp bir yerlerde oturup bir şeyler içmeyi teklif ettim. Teklifimi kabul edince heyecandan nerede buluşacağımızı dahi kararlaştırmadan teşekkür edip kaçtım. Ertesi gün beni görünce gülerek yanıma geldi ve nerede buluşabileceğimizi kendisi söyledi. Böylece konuşup tanıştık. Mahallenin eski ve harap kahvehanesine kimseler uğramadığı için orayı mesken edinmiştik. Birkaç kere şans eseri Behram’a rast geldik. Salyaları ağzından sarkan bir sarkaç gibi salınıyordu. Mahizar’ın rahatsız olduğunu fark ettim. Rahatsızlığı korku ve iğrenmeden ibaretti. Biçimsiz yüzünden, salyalı dudaklarından, topallamasından, kirli elbiselerinden ve en önemlisi varlığından. Benim için ise kapıda kullanabileceğim canlı bir korkuluktu. Geleni, gideni def edebilecek canlı bir korkuluk.
Bir buluşma zamanı gene diktik Behram’ı kapıya. İçeriye birileri giremeyeceğinden emindim artık. Getirdiğim biralardan bir tanesini uzattım Mahizar’a. Önce istemedi ama ısrar edince birkaç yudum alabileceğini söyledi. O küçük yudumlar alırken ben buz gibi biramı diktim kafama. Mahizar’a yaklaşıp dudaklarına bir öpücük kondurdum. Onun da hoşuna gitmişti. Ben de fırsat bilip daha da ileri gittim. Afalladı ve geri çekildi. Yüzüme, bakkal sahibinin Behram’a attığı tokata nispet eden bir tokat attı. Yanağımdaki parmak ve avucun sıkıştırdığı sinirler kanı beynime sıçratmıştı. Ben de karşılık vererek bir tokat yapıştırdım. Ayağa kalkmak istedi ama bileklerinden kavradım. Yere boylu boyunca yatırdım ve kıyafetlerini delice çekiştirip yırtmaya başladım. Bağırmasına, ağlamasına aldırış etmedim başta. Sonra birilerinin duyacağı korkusuyla yırttığım kıyafetlerden bir parçayı ağzına tıkadım. Delice tepinmesine çare olarak bileklerini ve ayaklarını sıkıca bağladım. Gözü yaşlı bana bakıp tepinmeye devam ettiyse de aldırış etmedim. Zaten artık çok geçti. Çok…
İşim bittiğinde ne yapacağımı bilemedim. Hayır, gayet kendimdeydim. Ve olacakları kestirebiliyordum. Ama bir şeyler yapmalıydım. Bir şeyler…
Hemen sıçrayarak dış kapıya doğru gittim. Yerde kıvranarak yatan ama gözlerinde hiçbir ifadeyi kestiremediğim Mahizar’a baktım. Sonra kapıyı araladım.
“Behram gel bakalım buraya!”
Behram önce biraz dolandı ardından salınarak içeri girdi. Yerde boylu boyunca çıplak halde yatan Mahizar’ı gösterdim. Biraz duraksadı sonra anlam veremediğim bazı şeyler geveleyip güldü. Bu işin olacağı yoktu. Olayı biraz şekillendirmenin zamanı gelmişti. Bira şişesinden birini verdim Behram’a ve bitirene kadar başında bekledim. Behram’a ne yapması gerektiğini anlattım. Anladığından emin olmamı gerektirecek hiçbir ifade yoktu yüzünde. Kirli elbisesini çıkartmasına yardım ettim. Kemerini gevşetip pantolonunu sıyırdım. Kapıya doğru giderken Mahizar’ın ağzındaki elbise parçalarında birikmiş çığlıklarını duyar gibi oldum ama aldırış etmedim. Kapıyı hafifçe ardımdan çektim.
Dışarıda sigaramı içerken içime hafif bir korku girmeye çalıştıysa da def ettim. Elimdeki sigarayı ilk defa ellerim titrer bir vaziyette içiyordum. Hayır, hayır korkmaya gerek yoktu. Her şey istediğim gibi gidecekti. Tükürük ve deri örneğinden bir şey çıkacağı yoktu çünkü bunun bilinciyle hareket ettiğimi düşünüyordum. Ardımda bir şeyler bırakmadığımdan emin olmam gerekiyordu. Sperm örneğine bakıldığında zaten Behram’dan başka biriyle uyuşma olmayacaktı. Gene de emin olamıyordum. Ya Mahizar bir şekilde kurtulup kaçmaya çalışırsa? Neden dışarı çıktım ki? İçeride Behram’ı yönlendirebilirdim nihayetinde. Sigaramdan bir bir nefes alarak kahvehanenin çevresinde dolanmaya başladım. Mahizar’ın oradan sağ çıkmaması benim hayatta kalmamın ilk koşuluydu. Mutlaka ama mutlaka ölmeliydi. Peki ya sonra? Ya sonra ne yapacaktım? Acaba cesedi yaksam mı diye düşünmeye başladım. En azından beni ele veremeyecek düzeyde yakmak. Ne yapacağım konusunda düşünce seline kapılmışken kapı aralandı ve Behram çıplak bir şekilde dışarı çıktı. Hemen koşarak kolundan tutup içeri çektim.
Mahizar gözyaşı dökmeye devam ediyordu. Beni görünce tepindi, kalkmak istedi ama nafile. Vücudu çizilmiş, morarmış ve çürükler oluşmaya başlamıştı. Bu işi daha fazla uzatmanın âlemi yoktu. Yerdeki eteği elime alıp son kez uzun uzun gözlerine baktım. Hiçbir şey hissetmedim. Sonra eteği yüzüne örttüm. Dışarı çıkıp gözüme kestirdiğim büyük taşlardan bir tanesini alarak geri döndüm. Derin bir nefes alıp taşı defalarca kafasına indirdim. İnsan kafatasının bu kadar farklı bir ses tonuyla parçalandığını ilk defa duyuyordum.
Beton zemine koyu bir kan birikintisi aktı ve ben bu birikintide serinler gibi rahatladım.
Behram her şeyden habersiz tepinerek dolaşıyordu ortalıkta. Bana dair hiçbir şeyin kalmadığından emin olmak adına çevreyi kolaçan ettim. İçtiğim bira şişesini, sigara izmaritini, kullandığım kondomu bir poşete koydum. Poşeti sıkıca kavrayarak arkama dahi bakmadan dış kapıya doğru yöneldim. Adımlarımı atarken aklımda hiçbir şey yoktu.
Kapıyı Behram’ın üzerine kilitledim.
Kahvenin karşısında ağaçlarla çevrili olan küçük bir orman havasını anımsatan alana gittim ve beklemeye koyuldum. Doğru zamanda mıydım, bilmiyorum ama doğru yerde olduğum kesindi. Bir saat sonra mahallenin çocukları göründü. Biri koltuk altında sıkıca kavradığı topuyla ilgileniyordu. Diğerleri ise ellerindeki renk renk dondurmaları yalayıp ısırmakla meşgullerdi. Doğru zaman!
Elimi en yakınımdaki taşa uzattım ve aldığım taşı var gücümle kahvehanenin yarı kırık camına doğru fırlattım. Cam büyük bir gürültüyle parçalandı. Bu gürültü çocukların ilgisini çekti ve hemen kırık camın olduğu pencerenin önünde soluklandılar. Birbirlerini çekiştirerek içerideki manzarayı izlemeye koyuldular. Pencereden içeri bakanlar dondurmalarını bir köşeye fırlatıp arkalarına dahi bakmadan büyük bir korkuyla koşmaya başladılar. Koşarlarken aralarında küfürleşip gördükleri şeyin ne olduğu konusunda tartışıyorlardı.
On dakika geçmeden ellerinde sopalar ve taşlarla mahalleli tam da beklediğim gibi olay yerine intikal etmişlerdi. Bir insanı öldürüp hüküm giymek yerine toplu şekilde yok ettirmeyi pratik edinmişti insanlar. Çünkü bu tür öldürmelerde hiçbir suçlu ve katil yoktu. Şimdi ise bu pratikten yararlanma sırası bendeydi. Mahalleli organize bir şekilde kahvehanenin etrafını sardı. Kalabalığı fırsat bilip ben de aralarına karıştım. Kalabalıkları belki de bu yüzden seviyorduk. Kimsenin bir diğerini sorgulama veya suçlama gibi bir derdi yoktu. Ben yoktu, biz vardı.
Çoğunluk kapının önüne yığılmış beklerken birkaç genç pencereden içeri girmişti. O yaygarada kapının büyük bir gürültüyle kırıldığını duydum. Kalabalığı yararak öne doğru atıldım. Behram çırıl çıplak bir şekilde yumrukların, taşların, sopaların ve tekmelerin hedefi olmaktan kaçınmaya çalıştıysa da başaramıyordu. Bağırmasına, gözyaşlarına, anlamsız cümlelerine kimse aldırış etmedi. İki genç Behram’ın koluna girip ayağa kaldırarak döve döve dışarıya getirdiler. Salyalı dudakları kan öğütüyordu artık. Dizleri kanıyor, yere dişlerini tükürüyordu. Bir an göz göze geldik. Gözlerinde yardım isteyen bir çocuğun ürkekliği vardı. Önce yutkundum sonra yerdeki taşlardan birine uzandım. Taşı sıkıca kavradım ve olanca gücümle fırlattım. Taş, Behram’ın sağ şakağında derin bir yarık oluşturdu ve bu yarıktan oluk oluk kan boşaldı. Sonra art arda demir sopa, tekme, yumruk, taş ve bıçak darbeleri indi. Kanlı tükürüğü boğazında birikince yere kustu. Bunu benim dışımda kimse fark etmemiş gibiydi. Duraksadım ve elimdeki taşı gevşeterek yere bıraktım. Bu koca kalabalıktan kimse kimseyi tanımıyor gibi davranıyordu. Birkaç gün öncesine kadar kahvaltı sofrasında beraber yemek yedikleri, içtikleri, eğlendikleri, para verdikleri bu deliyi hiç tanımıyormuş gibi davranıyorlardı. Kalabalık genişledi ve herkes teker teker dağılmaya başladı. Küçük toz bulutu dağılınca yerde cansız yatan bedene doğru yaklaştım. Behram’ın yüzü tanınmaz haldeydi. Göz kapakları yırtılmış, elmacık kemikleri ezilmiş, burnundaki deri tabaka kemikle bütünleşmişti. Dudaklarındaki derin kesiklerden süzülen kan boğazındaki kesikten ciğerlerine doğru yol alıyordu. Bir kulağı yerdeki taze kanın içinde hafifçe salınıyordu. Çıplak bedenine sinen kan, toz ile örtülmüştü. Midemin kalktığını hissettim ama yutkundum. Defalarca.
Birkaç çocuk ve meraklı mahallelinin dışında pek kimse kalmamıştı. Mahizar’ın ailesinden de kimseler yoktu henüz ama cesedinin üzerini eşarplarıyla örten dört kadının feryatları bir süre duyuldu. Sonra onlar da bitap düşüp oldukları yere çöktüler.
Bir ağacın dibine oturup sırtımı gövdesine yasladım ve dizlerimi çeneme doğru çekerek olacakları beklemeye başladım. Behram’a üzülüyor muydum, acı çekiyor muydum? Hayır, ama içim biraz buruktu. Nasıl olsa unutulacaktı bir süre sonra.
Hiç beklemediğim bir anda Efruz Teyze koşarak geldi. Onu tamamen unutmuştum zaten. Ellerini iki yana açarak yavaş adımlarla yerde gördüğü kan ve tozdan ibaret cesedin yanına çöktü. Feryat ederek dövünmeye başladı. Oğlunun kanlı yüzüne dokunarak kanını kendi yüzüne sürdü. Behram’ın yüzüne kapandı ve uzun bir süre böylece kaldı. Sonra ayağa kalktı ve koşarak geldiği yöne doğru gitti. Ayağa kalktım ve ardından baktım. Bir süre sonra elinde bir tabanca ile oğlunun cesedinin yanına geldi.
“Efruz Teyze ne yapıyorsun?” diye yaklaştım.
Efruz Teyze sadece baktı.
“Oğlum.” dedi ve yutkundu.
“Oğlum kendi elbisesini dahi çıkaramazdı.”
Sonra tabancayı sağ şakağına dayadı ve tetiği çekti. Behram’ın sağ şakağındaki yarık gibi Efruz Teyze’nin sağ şakağındaki yarık…
O an çöktüm dizlerimin üzerine ve baktım. Sadece baktım.
Cesetlerden hiçbirinde bana dair bir şey çıkmamıştı. Çünkü tüm izler benim bedenime kazınmıştı. Sarkmış göğsümde, göz torbalarımda, olmayan dişlerimde, çöken omuzlarımda, gövdemde, çelimsiz kollarımda, parmak uçlarımda, donuk bakışlarımda, alın çizgilerimde, ak düşen şakaklarımda…
Aynalar insanlara şimdiyi değil, geçmişi gösterir. Bunu anlamak ömrümün yarısından fazlasını aldı. Aynadan gördüğüm şey Behram, Mahizar ve Efruz Teyze’den ibaret. Yılarca onlarla yaşadım. Mahizar’ın bakışları, Behram’ın midemi bulandıran kokusu, Efruz Teyze’nin sağ şakağındaki kurşun…
Şimdi, geriye baktığımda özlediğim tek bir şey var: Behram’ın sigara içmeye çalışırken kapıldığı tatlı telaş.
0 Yorum