Bir Garip Hikaye


Garip bir köylünün bahtsız hikâyesini savunmak üzere devlet tarafından görevlendirilmiş adli yardım avukatıydım. Kendisini savunacak cevval bir avukat bulamayacak kadar güçsüzdü. Bu yüzden onun bahtına da, baba baskısıyla hukuk fakültesini bitirmiş ve mesleğini yapmamak için türlü yollar denemişse de ailenin baskılarına dayanamayıp, ayakları sürüye sürüye zorla bir devlet dairesine yerleştirilip memur olmuş ben düşmüştüm.

Avukat olmaya mecbur bırakılmasaydım, muhtemelen sınırsız gökyüzünü çatı eylemiş, ağaç dallarına kuş misali yuva yapan, her geçtiği ırmakta türküsü yankılanan avare bir çoban olurdum. İnsanlardan uzak, sevimli hayvan dostlarımla oyunlar oynar, sade, karmaşasız özlediğim o hayatı yaşıyor bulurdum kendimi. Oysa şimdi merkeze yakın bir ilçede kendime uzak bir hayatı yaşıyordum. Ne hayalini kurduğum köyümün uçsuz bozkırlarında koşabiliyordum ne de babamın büyük hayallerle hâkim olmamı beklediği hayatı yaşıyordum. Başarılarım eşliğinde göklere yükseltilirken, İkaros misali güneşe yaklaştıkça kanatlarım erimiş ve yere çakılmıştım.

Çobanlık yaptığım yaz tatillerinde babam beni işlerini kolaylaştırmam için ormana gönderirdi. Uçsuz bucaksız yaylaların kaynağından akan, içtikçe insanı dirilten buz gibi suların hiçbir çeşme ve paket suyunda bulamayacağım eşsiz tadı hâlâ damaklarımdadır. Binbir çeşit çiçekler, türlü otlar, mis gibi çimenler ve meyve kokularının birbirine karışmasıyla etrafa yayılan o baş döndürücü rayihanın anısı burun deliklerimi hâlâ sızlatır… Hele dalından yediğim ekşi elmalar, kulağıma küpe yaptığım kirazlar, tadına doymadığım ciğerli armutlar… Ya gölgesine sığındığım ve gövdesine ilk sevdamın adını kazıdığım o dut ağacı, kokusunu ötelerden aldığım kayısıların iç gıdıklayıcı çağrısı, yağmurdan ıslanmamak için altına sığındığım sırdaşım koca çınar… Sahi nerede onlar? Sırf okuyup büyük adam olayım diye babamın köyün ağasına yok pahasına sattığı gençlik düşlerim, beni besleyen can damarlarım. Şimdi yerlerinde yeller esiyor.

*

Çok küçük yaşlarımda fark edilen parlak hafızam, köy okulundaki öğretmenin de çabalarıyla beni erken yaşlarda ortaokul sıralarına taşımış ve köyümden alıp şehir merkezindeki yeni hayata, yurt yaşantısına mahkûm etmişti.  Hayaliyle yanıp tutuştuğum sevimli hayvan dostlarım, burnumda tüten köyüm ve çocukluk yıllarımın en güzel hülyaları, sıra arkadaşım tombalak Ali’nin beni çimdiklemesiyle bölünür, zorla, çözemediği soruları bana çözdürür, yapamadığı ödevleri tamamlatırdı. İtiraz etme şansım hiç yoktu. Ali beni diğer sınıftaki sivri Niyazi ile parmaksız Bayram’ın tartaklamalarından kurtarır, karşılığında da parlak olduğunu iddia ettiği zekâmdan faydalanırdı. “Oğlum, sendeki bu hafıza bende olsa profesör olurdum profesör” diye çıkışır, bense umursamaz tavrımla omuz silkerdim.

Bu başıma gelenler, hep o Handan öğretmenin suçuydu. Adeta bir bant kaydı gibi her şeyi kaydeden hafızamı fark etmesiyle olan oldu. O dönemlerde tek odalı köy okullarında çoklu eğitim veriliyor, tüm yaş grupları aynı ortamda öğreniyordu. Bende her yaşa verilen dersi istemesem de aklıma yazıyor ve öğretmenin tüm sorularını hepsinden önce cevaplıyordum. Nereden bilebilirdim böyle olacağını? Zekânın başa bela bir şey olduğunu zamanla öğrendim. Bu da bana pahalıya mal olmuş, evimden, köyümden küçük yaşta ayrı düşmüş, kendimden yaşça büyük, bedenen güçlü çocukların arasında, ruhen ezilmiştim.

Şimdi hafızası müthiş olsa da mesleğinden tiksinen bir avukattım. Babamın hayal ettiği gibi bir hâkim olamazdım, kimseyi yargılamak istemiyordum. Bu sebepten adli yardım davalarına bakmaya gönüllü olmuştum.

Zavallı bir memur olarak çırpındığım adliye köşelerinde karşıma çıkan bu garip köylü beni alıp çocukluk hayallerime götürdü. Ve o anda karar vermiştim; Ramazan amcayı bu davanın çıkmazından kurtaracaktım. Çünkü gariban, yoksul bir köylü olması demek, paranın esir aldığı sistem karşısında sahip olduğu değerleri kaybetmek demek olmamalıydı. Belki de hayallerime sahip çıkamamış olmanın yıllardır taşıdığım ezikliğine şimdi bu yaşlı amcanın davası ile bir son vermeliydim. Benim hayalini kurduğum hayatı yaşadığını fark etmiş ve ona hayran kalmıştım. Şimdi bir kez daha çocukluk düşlerim karşımdaydı. Bu defa kaybetmeyecektim.

Ramazan Amcanın işi çok çetindi, güç sarhoşlarıyla karşı karşıyaydı. Devletin, köylerine yakın bir yere yaptığı havalimanından dolayı tarlası paha biçilemez olmuştu. Kodamanlar onun arsası için adeta birbiriyle savaşıyor, tehdit ve şantaj ile ata mirası toprağı elinden alınmak isteniyordu. Bu topraklar tek geçim kaynağı, hayat meşgalesiydi. Üstelik bu kesme taştan yapılmış güzide yuvasını da yıkacaklar, dokuz kuşaktır babadan oğula miras kalan tüm aile hafızalarını yok edeceklerdi. Buna gönlü bir türlü razı olmuyordu.

Bütün ömrünü geçirdiği anı dolu yuvası, çocukluk yıllarının hatıraları yanı sıra, göz bebeği sevdiceği biricik eşi Hayriye Hanımın ve gençliğinin baharında solmuş oğlu Mehmet’in de içinde bulunduğu aile kabristanı, evlerinin hemen yanı başındaydı. Oğluyla karısı yağmurlu bir günde şehir merkezinden köye dönerlerken geçirdikleri kazada şarampole yuvarlanmış ve feci şekilde can vermişlerdi. Onların anılarıyla yaşıyor, oradan ayrılamıyordu. Kızı Ayşe ise Almanya’ya gelin gitmiş, tatilden tatile baba ocağına geliyordu. İki de torunu vardı, Mehmet ile Mualla, Almanya’da okul tatil olur olmaz dedelerine gitmek için can atarlar, tüm tatili hiç sıkılmadan bu aile yadigârında geçirirlerdi. Onları da bu mutluluktan mahrum bırakmak istemiyor, çaresizce çırpınıyordu.

Etraftaki tüm arsalar, yeni yapılacak toplu konut projesi için satın alınmış bir tek Ramazan amcanın geniş arsası bu alanın tam ortasında kalmıştı. Savaşımız zorluydu; anılarla dolu ve toplumsal hafızanın değer yargılarıyla oluşmuş bir hayatı esir almak ve hatta yok etmek isteyen bu vahşi sisteme karşı savunacak elimizde çok fazla şey yoktu. Müteahhitlere göre; eski fotoğraflar ve eşyalar taşınabilir, mezarlar başka bir yere nakledilebilir, yaşadığından çok daha güzel bir köşk kendisine verilebilirdi. Hatta hayal edemeyeceği kadar büyük bir servet bile teklif ediliyordu. Ama Ramazan amca hiç birini istemiyordu. Ahir ömrünün son demlerine kadar kendisine eşlik etmiş yuvasını, yurdunu, anılarını en yalın halleriyle onda kalsın istiyordu. Üstelik boğucu toplu konutlara sıkıştırılmış, raf raf dizilmiş aileler onun olmadığı gibi kimsenin hayali de olamazdı, aklı bir türlü almıyordu. Bu güzel köyün çehresini değiştirecek, bağrına hançer gibi saplanacak koca koca kulelerin düşüncesi onu hasta ediyordu.

Gücünün yetmeyeceği bu adamlarla nasıl başa çıkacağını o da bilmiyor ama onlara boyun da eğmiyordu. Anılarını ve hayallerini yaşatmak için savaşmaya niyeti, çalışmaktan nasır tutmuş ellerinde kuvveti, güneşin derinleştirdiği göz çizgilerinde belirginleşen kararlı bir duruşu vardı. İşte karşılarına dikilmiş, dimdik duruyor, dünyasını yıktırmamak için, inanılmaz bir mücadele veriyordu. Buna kayıtsız kalamazdım.

Ona hayran olmuştum. İnandığı doğrulara onu daha ilk gördüğüm gün inandım. Yaşattığı tüm anıları kalbimde hissettim ve Ramazan amcanın davasına sahip çıkmaya karar verdim. Yıllar önce sistemin getirilerine karşı kaybettiğim kendi kavgamın rövanşıydı bu. Çocuk kalbime yeniden inanabilmek ve yeniden hayata tutunabilmek, ümit edebilmek adına bir şanstı benim için. Yılların dinginliğinde biriktirdiğim bütün duyguların bastırılmışlığını artık serbest bırakmıştım. Bu davayı kazanmak için gece gündüz demeden çalıştım. O kadar farklı disiplinleri bir araya getirdim ve o kadar etraflıca inceledim ki, hiç bilmediğim alanlar olsalar bile sayısız veriler eşliğinde savunma metnini kusursuz hazırladım.

Oysa tek celsede kapanacağına kesin gözüyle bakılan bir dava olması sebebiyle bana verilmiş bu dosyaya bunca hazırlık da neyin nesiydi? Bir şeyler ruhumun bam teline dokunmuştu ve beni yeniden ayağa kaldırıyordu.

*

Ailenin tüm geçmişini incelemek için Ramazan amcayla hummalı bir çalışmaya başladık. Ailenin şeceresindeki önemli kişileri ve tarım ile sağladıkları faydaları, hayvancılık ile karşıladıkları ihtiyaçları analiz edip sentezledik ve eldeki verilerle kocaman bir savunma metni oluşturdum. Köyün şirin görüntüsünün estetik değerini ve bu sade yaşantının insanlara kattığı yaşamsal gücü, tarlalarıyla hemhal olan insanların apartman dairelerinde yaşayanlardan çok daha mutlu ve kendine yetebilen olduklarını bilimsel veriler eşliğinde bir bir sundum. Avrupa ve Amerika’da insanların apartmanları terk edip bahçeli evlere taşındıklarını, devletlerinin bu konutları topluca yıktıklarını ve halkı gerekli alanlara müstakil evlerde yaşamaya yönlendirdiklerini anlattım. Bunun halk tarafından arzulanan bir şey olduğunu dünyanın çeşitli yerlerinde yapılmış anketlerle onlara ispatladım ve durumun kendi ülkemiz içinde benzer olduğunu elimdeki kitabi verilerle destekledim. Buna rağmen arzu edenler için toplu konutların şehir yerleşimlerinden uzak bir yerlerde, sanayi bölgelerine ulaşımı kolay olacak şekilde sınırlı sayıda kurulduğunu bir bir belgeleriyle gösterdim. Onlara arşivlerin tozlu raflarında kalmış eski şehirlerin fotoğraflarını ve şimdiki şehirlerin fotoğraflarını gösterdim, hepsini yan yana dizdim. Estetik anlamda oluşan bariz farkın yanı sıra, yaşantıyı hissettirebilmek için biraz sanat, biraz edebiyattan da faydalandım, bilim insanlarını tek tek araştırıp nasıl bulduğumu ve neler söylediklerini uzun uzun anlattım. Medeni yaşam için gerekli olan gerçek şartın insan ihtiyaçlarını insani boyutlarda karşılamak olduğunu hepsinin gözlerinin içine baka baka önlerine serdim. Bunun için konunun uzmanlarını dinletmek üzere birkaç akademisyeni tanık olarak çağırdım. “Bir yapı yalnızca varolunacak bir yer değildir, bir varolma tarzıdır.” diyen Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright’ın tezini öne sürdük.

*

Ramazan amcanın kızı Ayşe’nin eşi Almanya’da mühendislik alanında profesördü, onu bizim davamıza yardım etme hususunda ikna etmesi hiç zor olmadı. Bu konuyla ilgili birkaç uzman profesör arkadaşıyla birlikte Almanya’dan gelmiş, Türkiye’nin önemli üniversiteleriyle de işbirliği yapmış ve büyük bir heyet şeklinde bilirkişi olarak mahkemeye bilimsel veriler ışığında yepyeni bir proje sunmuşlardı. Alanında uzman haritacılar, mimarlar, mühendisler, sanat tarihçileri, edebiyatçılar ve bu bölgede yaşayan insanlardan alınan veriler ışığında arazi araştırmaları yapılmış, köyün dokusu incelenmiş, şehre katkıları verilerle ortaya dökülmüştü. Birkaç düzenleme ve tamirat ile köyün var olan halinin sürdürülmesi gerekliliği açıklanmış, şehrin köylerden uzak, ekilemeyen çorak arazileri tespit edilip, toplu konutlar için daha uygun yerler olduğu ispatlanmış ve müteahhitlerin iştahını kabartacak birkaç detay eşliğinde sunulmuştu. Havalimanına erişimin sağlanması için ise bir raylı sistem çözümü getirilmiş, bu ihalenin de toplu konutların şehrin dışına yapılması şartıyla müteahhitlerden birine verileceği teminatı ilgili kurumlardan alınmıştı. Bilirkişi olarak gelen Türk-yabancı ortak heyet eşliğinde tüm alan yeniden projelendirilmişti. Herkes üzerine düşeni ziyadesiyle yerine getirmişti.

Karar verici merci olan hâkimden çok, müteahhitlerin ikna olması hedeflenmiş ve ülkede çığır açmak adına bir araya toplanan tüm bu akademisyenler bu işe kendi davaları gibi sarılmışlardı. Yaptıkları çalışma takdire şayandı. Doğrusu bu dava sürecinde edindikleri, koca koca kürsülerde ders vermekten daha tatmin edici olmuştu.

Açıkçası bu kadar etkili olacağını biz bile düşünmemiştik. Yorucu bir günün ardından şüpheleri olan müteahhitler ile bir araya gelinerek uzlaşma sağlanması için davayı ileri bir tarihe erteleyen hâkim, sadece yasalar gereği bir karar vermiş, haklı savunmamız karşısında o da etkilenmişti.

*

Adliye çıkışı Ramazan amcanın bahçesinde adeta şenlik vardı. Mahkemede bize eşlik eden etmeyen herkesi akşam ziyafete, evine davet etmişti. Hepimizde çocukça bir heyecan ve zafer kazanmışçasına bir hâl vardı. Bu davanın kaybedeni yoktu; dileyenin cebini dileyenin de yüreğini dolduracak kadar kazançlı olmuştu. Kimse kimseye hırs ve nefretle bakmıyordu.

*

İlk defa yaptığım işle gurur duymuş ve mesleğimi sevmiştim. Ruhumdaki huzura doğru çözülmenin dinginliğini yaşıyordum ki Ramazan amca usulca yanıma yanaştı, “Binaların boyu ağaçların boyundan uzun olmamalı azizim.” dedi.

Dilek ÇOBAN


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir