Bulantı


Garip bir şekilde yayıldığı tekli koltuktan zar zor kalktı. Kapıyı ancak üçüncü çalışında açabildi. Merdivenleri çıkarken salına salına paketi ters yüz eden umursamaz tavrından eser kalmayan paketçi, özenle hâlâ dumanı tüten pideleri adama uzattı. Adam aynı anda elindeki elliliği uzatıp para üstünü beklerken koridordaki ışığı yokladı. Gözü karşı dairenin kapısındaki ayakkabılara takıldı. Yine misafir gelmiş olmalıydı. Kendi kapısında böyle bir kalabalığı en son ne zaman görmüş olduğunu düşündüyse de cevap bulamadı.

Holdeki boy aynasının önünde durdu. Birkaç haftalık uzamış sakalları yüzüne batıyordu. Tırnaklarıyla sakallarını kaşıdı. Her sabah gördüğü bu yüzün gittikçe yabancılaşması tuhafına kaçıyordu. Eksik bir şeyler olduğunu hissetti ama ne olduğunu çıkartamadı bir türlü. Bulmak için de çaba göstermedi. Bir şeylerin değişmeyeceğini, değiştirilemeyeceğinin bilincine varmıştı.

Sokağın gürültüsünü aralayan pencerenin kenarına dayadığı yemek masasına oturdu. Pideler hâlâ sıcak olsa da yumuşamaya başlamıştı bile. Çok aç değildi zaten. Hatta neden yemek sipariş ettiğine bir süre anlam veremedi. Masaya bir spor gazetesi sayfasını serip dörde bölünmüş pide parçalarını üzerine dizdi. Hafta sonu oynanacak olan derbi maçının haberine gözü takılırken pidesinden bir ısırık aldı. Su kabarcıklarıyla dolu poşetten çıkarttığı biber turşusunu ünlü bir futbolcunun iki yana açık ellerine döküp bundan garip bir şekilde keyif aldı. Kolayı açmaya çalışırken kapak aralığından sarı köpükler fışkırmaya başladı. Elindeki pide bir yana kola bir yana düştü. Paketçiye okkalı bir küfür etti.

Keyfi kaçmıştı. Masayı o halde bırakarak balkona çıktı. Dışarıda, yıllardır büründüğü karamsarlıktan daha kapalı bir hava vardı. Cebinden çıkarttığı son sigarasını dudakları arasına yerleştirirken boş paketi avuçları arasında büzüştürüp kapı önündeki çöp kutusuna fırlattı. Çöp kutusunun kapağına çarpıp kaldırıma düşen boş sigara paketi; bir yerlere yetişme telaşındaki insanları yarıp gelen deri çantalı, kuyruk sokumuna kadar uzanan kıvırcık saçlarıyla herkesin dikkatini çeken alımlı bir kadının pürüzsüz bacaklarını taşıyan topuklu ayakkabısının altında ezildi. Adam, baharat kokan ara sokağa sapıp gözden kayboluncaya dek kadını izledi. Bu havada bu insanlar nereye yetişmenin telaşı içindeydiler?

Gözü, caddenin öteki tarafındaki apartmana yeni taşınmış öğretmenin balkonda kurumaya bıraktığı kırmızı kazağa takıldı. Kadını kazağı giyerken hayal etti. Sonra kazağı giydirmeyi yersiz buldu. Bu sırada balkon kapısı aralandı. Sadece elmacık kemiklerini seçebildiği kadın sokağı yokladı. Birini görmenin arayışıyla göz gezdiriyordu. Umduğunu bulamamış bir bıkkınlıkla içeri girerken; balkonda güneş görmeyen çiçekleri, sokaktaki kuru gürültüyü ve bulutların kararttığı göğü kırmızı kazağa bıraktı.

Adam sigarasından son bir nefes alıp domates ekmek için aldığı ama hiçbir zaman domates ekmeyeceğini bildiği saksıda söndürdü sigarasını.

Canı sıkkındı. Bu sıkkınlık yeni bir şey değildi. Doğduğu günün ertesi, eş dostun taktığı çeyrekliklerle birlikte takılmış gibiydi.

Odasına geçip çalışma masasına oturdu. Saatini, not kâğıtlarını, kül tablasını ve uzun zamandır başlayıp da bir türlü devam ettiremediği kitabını masanın uç köşesine bırakarak temiz bir kâğıt koydu önüne. Ellerini çenesinde birleştirip parmağından yayılan sigara kokusunu çeke çeke bir süre öylece bekledi. Yazamıyordu. Yazmaya dair okuduğu onca kitap, kafasında bitmek bilmeyen öyküler, yaşantılar… Hiçbiri kaleminden beyaz sayfaya iki kelime nakşettiremedi. Kelimeleri, kendini anlamlandıramadığı bu dünyada bir kâğıt üzerinde anlam bulmaya karşı çıkıyordu. Bir süre daha bekleyip bir şeyler yazmayı umdu. Bütün çabası, yerel bir edebiyat dergisine yazdıklarını yollayıp birkaç kuruş kazanabilmekti. Olmadı.

Mutfağa geri dönüp soğumuş pideden zoraki bir ısırık aldı. Peynirin aldığı tuhaf tattan yüzü ekşidi. İçinde kabaran huzursuzluğun dışarda son bulması umuduyla dışarı çıkmaya hazırlandı. Hem sigarası da kalmamıştı. Sigara alacak pek bir parası da. Vestiyerden kahverengi hırkasını ve evin anahtarını alırken elektrik faturasında beliren rakamlara gözü takıldı. Yalnız yaşadığı şu evde böyle fatura kitleyen şirkete saydırdı.

Kapıdan çıkar çıkmaz büfeden sokağa yayılan üçüncü kalite sucuğun rahatsız edici kokusu onu karşıladı. Kendini bildi bileli bu kokudan hazzetmezdi. Büfedeki çalışana zoraki selam verip en ucuz sigaradan birini istedi. Cebindeki bozuklukların ne kadar ettiğini bildiği halde bir daha çıkartıp tek tek sayarak çalışana uzattı. Paketi açarak bir sigara yakıp kalabalığa karıştı. Ciğerine çektiği dumanı üflerken karşısından geçen uzun saçlı, dişlek gencin rahatsız olduğunu ve içinden küfrettiğini tahmin edebiliyordu. Aldırmıyordu.

Bu kalabalığı, bu gürültüyü, bu şehri, bu sokakları, bu insanları sevmiyordu. Yanlış bir çağda doğmuş olmanın umutsuzluğunu düşündü. Bu düşüncenin ardı arkası kesilmeyince kalabalıktan sıyrılıp boş bir banka oturdu. Cebinden çıkarttığı küçük not defteri ile kalemini çıkartarak yazmaya başladı.

“Yanlış yerde doğup yanlış insanları tanıyıp yanlış kadınları sevdim. Yanlış işlerde çalışıp yanlış meyhanelerde demlendim. Hayatın; kar küresinde savrulan plastik kar taneleri gibi yapay, kürenin kenarlarına çarpa çarpa savrulup yeniden başladığı yere geri dönmesinden başka amacı olmadığını kavradım. Boşuna bir çabaydı yaşamak. Ve çok sonradan öğrendim ki gece, insanın içinde varolan gizli yolu aydınlatıyormuş.”

Durdu. Devamını getirmeye çalıştıysa da getiremedi. Yazdıklarını birkaç kez daha okuyup kâğıdı bir iki karaladıysa da nafile. Sayfayı kesip bankın yanındaki çöp kutusuna fırlattı.

Kafasını gömdüğü not defterinden kaldırıp sokakta birbirlerine sarılan çiftleri görünce her zamanki gibi garipsedi. Bu koca kalabalıkta kendilerini yalnız hissettikleri için mi sarılıyorlardı birbirlerine, yoksa kalabalıktan sıyrılıp yalnız hissedebilmek için mi, bilemedi.

Eve dönerken hava kararmaya başlamıştı. Gök gürledi, şimşekler çaktı. Biraz sonra camda küçük yağmur damlaları belirdi.

Kötülük sarmıştı bu şehri. O da kabuğuna çekilip her şeyden bihaber yaşayan insanlardan farklı değildi. Kendini kimseden iyi veya üstün görmemişti. İnsanları suçlayan pirüpaklardan da değildi. Herkes kadar bencil, herkes kadar kibirli, herkes kadar sevecen, herkes kadar açık sözlü… Herkes kadar herkes gibiydi. Gerçekleşmeyeceğini bildiği halde bir gün birilerinin hikâyesindeki iyi adam olmayı diledi.

Adam çalışma masasına tekrar oturdu. Sandalyesi sırtını desteklemediği için rahatsız ediyordu ama umursamadı. Alışmıştı. Burnunu çekip bağdaş kurdu. Masa lambasını açarak önüne çektiği kâğıda ilk cümlelerini yazmaya başladı: “Garip bir şekilde yayıldığı tekli koltuktan zar zor kalktı. Kapıyı ancak üçüncü çalışında açabildi.”


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir