Çeço


19.15 treni istasyona yaklaştı. Zımara’nın son yolcularını az önce getirdi. Günün en güzel saatleri başlamak üzere. Bir iki saate kalmaz ateşböcekleri de saklandıkları yerden çıkar. Gökyüzündeki büyükayı, küçükayı, eve giden patikayı aydınlatan dolunay ve tahta perdeye sarılmış hanımelinin iç bayıltan kokusu, bende sonu iyi biten bir hikayenin içine düşmüşüm hissi uyandırırdı. Küçüktüm, bunu o zamanlar bilmiyordum. Benim gibi insanların hikayeleri asla mutlu sonla bitmez.

Zımara’nın kışları çok soğuk geçerdi. Kar aylarca topraktan kalkmaz, kapının önündeki ipe asılan çamaşırlar gecenin ayazı bastırmadan toplanmazsa buz tutardı. Kümesteki tavuklar, yıllardır görüşememiş çocukluk arkadaşları gibi birbirlerine sokulup uyurlardı. Çeço, diğer hayvanlara benzemezdi. O hiç üşümezdi; gururluydu; başına buyruktu. Öyle emir almayı falan da sevmezdi. Yük mü taşıyacak, benim gözümün içine bakar, ben: ‘’ Hadi Çeço.’’ demeden, şurdan şuraya kıpırdamazdı.

Karnı acıkınca ya uzun uzun seslenir ya da evin kapısına toynağı ile vururdu. Avcumdan arpa yemeğe bayılırdı. Ağzına doldurduğum arpaları homurdana homurdana yutar, teşekkür etmek için de başını yana eğer, kocaman kulaklarını yüzüme sürerdi. Sırtına binmek istediğim zaman bahçedeki büyük taşın yanına çömelir, ben taşa çıkıp, oradan üstüne yerleşene kadar kıpırdamadan bekler, yere düşmeme engel olurdu.

İkimiz de özgür ruhluyduk. Kar fırtınasının olmadığı günlerde, köyün çıkışındaki tepeye kadar gider, ıssızlığın ortasında, bir Çeço bir de ben, evlerin arasından geçen patikanın kenarlarına babamın diktiği ceviz ağaçlarını, değirmenin gerisinden akan dereyi, dondurucu soğuğa rağmen harıl harıl çalışan köyün kadınlarını seyrederdik.

Annem, güneş tepenin ardından görünmeden önce yataktan kalkar; gözü gibi baktığı ineğini sağar; süt kaynatır; yoğurt mayalar; çökelek pişirirdi. Yazın kuruttuğu dere otu, maydonoz ve anukları çökeleğe katardı. Evimizde buzdolabı yoktu. Annem uzun süre dayanmasını istediği yiyecekleri yaz kış hep soğuk olan kuyuya sallandırırdı. Sonra soba için odun kırar, kahvaltı sofrasını kurar, babamı okul için hazırlardı.

Annemin efsunlu bir tarafı vardı. Onun anlattıklarını dinleyince, dünyada hep iyi insanların yaşadığına inanasınız gelirdi. Tüm işlerini bitirdiği zaman, bahçedeki küçük taburesine oturur, babamın eve dönmesini beklerdi. Yine böyle birgün aniden yaşlı bir adam bahçede belirmiş. Anneme: ’’ Karnım aç bana et yemeği ver.’’ demiş. Annem adamdan korkmuş, ona: ‘’ Yemeğim yok, bugün pişirmedim.’’ demiş. Adam, her şeyi gören gözleriyle anneme bakmış. O gözlerde, insana güven veren tuhaf bir parıltı varmış. Anneme iyice yaklaşıp: ‘’ Az önce et pişirdin ya, ondan istiyorum.’’ demiş. Adamın bunu nasıl bildiğini anlamayan ve ürken annem, içeri girip yemekten bir tabağa koymuş, kapıdaki adama vermek için bahçeye döndüğünde orada kimseyi bulamamış. Yemek isteyen adam sır olup gitmiş. Bu olaydan sonra, benden önce altı çocuğunun ölümünü gören, üzüntüden otuz beş yaşında ağzındaki tüm dişleri dökülen annemin sağlıklı bir çocuğu olmuş.

Sonraları bu yaşadığını hatırladıkça, kapına gelen Tanrı misafiridir, geri çevirmek olmaz, Hızır Aleyhisselam’dı, geldi, benden yemek istedi, kabul ettim, o da bana seni verdi, derdi.

Annem, beni sağlıklı doğurabilmek için Çeço’nun sırtında üç saatte istasyona oradan da uzun bir tren yolculuğuyla şehir merkezine ulaşacak kadar azimliydi. Hasta olanlara bakar, onlara şifalı bitkilerin suyunu içirir, pişirdiği lapaları yedirir, hastaların bir an önce iyileşip ayağa kalkmaları için elini ağrıyan yerlerine bastırıp dua eder, kara kış bastırınca yolda kalanlara evinin kapısını açar, yer sofrasında yemek verir, kendi yatağını altlarına sererdi.

Babamla köye ilk geldikleri gün, bu da sizin lojmanınız diyen muhtarın ardından, bir harabenin kapısına bırakıldığını anlayınca içine içine ağlayan, duvarları sıvasız, zemini topraktan, pencere pervazları boyasız, sokak kapısı bile olmayan bu küçücük evi, bir hafta içinde cennete çeviren fedakar bir kadındı.

Babam, hiç kimsenin değil öğretmenlik yapmak, içinden bile geçmek istemediği, değerini ancak orada doğup büyüyenlerin anlayabileceği benim için güzeller güzeli olan Zımara’da on sene öğretmenlik yaptı.

Annem iki, babam ise dört yaşında yetim kalmışlar. Kader onları birbirine eş, can yoldaşı, yakın arkadaş etmiş. Lojmanımız, mezarlığın hemen karşısındaydı. Babam arkadaşlarıyla ava gittiğinde, annem mezarlıktaki ölülerden, acı esen rüzgardan, karanlığın içinde deve dönüşen selvilerden korkardı. Gece olunca idare lambasını yakar, babamın mütevazı kitaplığından seçtiği bir kitabı bize okurdu. Tepelerin ardından gelen kurtların ulumalarına, henüz uykuya dalmamış olan Çeço’nun seslenmeleri karışırdı. O zaman, annem telaşlanır: ‘’ Git şunu sustur, kurdu çakalı başımıza toplayacak.’’ der, beni ahıra, Çeço’nun yanına yollardı.

Çeço, boz eşeğim, beni görünce dalındaki yaprak, sobadaki odun, tavuğun altındaki civciv, değirmendeki un gibi yerine yakışırdı. Onu daha rahat sevmem için kocaman başını bana doğru eğer, sarı dişlerini göstere göstere gülümserdi. Evet, gülümserdi. Güzel siyah gözlerinden fışkıran, dünyadaki tüm kötülükleri unutturan, insanda az sonra güzel şeyler olacak hissi uyandıran bir sevgiyle, Çeço yalnızca bana değil, tüm evrene gülümserdi.

Henüz ilkokul birinci sınıfı bitirdiğim sene, babam tayinini Erzincan’ın merkezine istedi. İyi bir eğitim almamı istiyordu. O, şehirde alınacak eğitimin, üstlerine basmamak için herbirinin yerini ezberlediğim karınca yuvalarından, yağmur yağınca evin önündeki taşlığa kadar gelen salyongozları izlemekten, bostanımızda yetişen karpuzları küçük çakımla kesip yemekten, derenin soğuk akan suyunda buruş buruş olana kadar yüzmekten daha değerli olduğunu düşünüyordu.

Annem yolluk olsun diye, tandırda pişirdiği ekmeği ve yazın serin kuyuda sakladığı çökeleği bir bohçaya sardı, benim koltuğumun altına yerleştirdi, sakın düşürme, dedi. Bohçayı koltuğumun altından bir türlü bırakamadım. Doğup büyüdüğüm köyden geride sanki sadece bu bohça ve içindekiler kalmıştı. Annem: ‘’Bırak artık onu, sıcaktan çökeleği bozacaksın.’’ diyene, bohça terden sırılsıklam olana kadar, koltuğumun altında kaldı.

Geride, akşam olunca evine dönen değirmencinin rüzgara karışan unlu gömleğinin kokusu, bahar gelince açan badem ağaçlarının çiçekleri, kendini annemden başka kimseye sağdırmayan siyah inek, akşamları çeşme başına inen köyün hayaletleri, yorganın altında büzülmüş uyuyan küçük bir çocuğun düşleri, babamın arkasından ağlayan öğrencileri ve Çeço kaldı.

Zımara’dan Erzincan’a gidene, gözyaşlarım yanaklarımı kavurup kıpkırmızı edene kadar ağladım. Bir daha burnumun deliklerini dolduramayacak olan toprağın mis kokusuna, vızıldayıp duran peteklerdeki arılara, gün doğmadan bizi uyandıran çilli horoza, kapının hemen yanındaki asmanın yapraklarına, babamın av dönüşü anlattığı kurt masallarına ama en çok da Çeço’ya ağladım.

Trene adımımı attığım an, eksildim.

Sevdiğin, alıştığın ve bağlandığın ne varsa geride bırakmak zorunda kalınca eksiliyormuş insan. Üstünden otuz sekiz sene geçti, bunu yeni anladım. Zımara’dan Erzincan’a göç ettiğimiz o gün, normal yaşamıma devam edebilmem için gerekli olan, güven mi, sadakat mı, aşk mı, merhamet mi yoksa vefa mı bilemedim, bir duygumu kaybettim. Hayatıma giren insanlar beni sevdi, bazıları bana aşık oldu, bazıları sırdaş, bazıları ise yoldaş oldu. Hepsini bir mazeretin arkasına sığınıp geride bıraktım. Üstü yosun tutmuş bir midye, yolun karşısına geçmeyi bir türlü başaramamış kaplumbağa, ömrü su arayarak geçmiş tespih böceği gibi, kendi kabuğumda, yalnız yaşadım.

Ben okyanusun en derin noktasında suyun bilmem kaç fersah altında bağdaş kurmuş tek başıma oturuyorum. Tüm yaşamım boyunca birinin elini tutmayı, suyun üstüne çıkmayı, boğulacakmış gibi olmadan nefes alabilmeyi istedim. Hem de çok istedim. Ancak bana uzatılan o eli tutup yukarı çıkacağıma, her defasında elin sahibini, yanıma, karanlık suların içine çektim.

Zımara’daki lojmanın, küçük odasında bıraktığım o duygunun yerine ağaçları, nehirleri, dalındaki çiçekleri, gece karanlığında sobanın tavanına vuran odun ateşinin içimi paralayan ışığını, közde pişirilmiş mısırın kokusunu koymaya çalıştım.

Duvara astığım saat, kitaplarımı dizdiğim kütüphane, başımı koyduğum yastık, ayağıma giydiğim ayakkabı, ayın on beşinde hesabıma yatan maaşım, alışveriş merkezleri, tıraş sonrası yanaklarıma sürdüğüm losyon, üç ayda bir yıkattığım arabam, perdeler, halılar, kapı kolları, tuvaletin damlayıp duran musluğu, devamlı tıkanan banyo küveti, yıllar sonra boyadığım kapı eşikleri, dumanı üstünde kahve, kahvenin yanında verilen, esans kokan küçük lokumlar, ailece yemek yediğimiz ayakları demirden cam masa, yaldızı dökülmüş boy aynası, hepsi benim için çok anlamsız.

Zımaradaki çocuk, horoz sesiyle uyanırdı. Şehirde horoz sesini sevmiyorlar. Zabıta kapımıza dayanınca horozu kesmek zorunda kaldık. Annemin geceleri okuduğu kitaplar eskiydi, rutubet kokardı. Kitapların nemli kağıt kokusu içimi ısıtırdı. Yastığım, yorganım yündendi. Yaz gelince, annem hepsini bahçeye döker, havalandırırdı.

Babam her ay maaşını almak için tüfeğini sırtına takar, altı saat yürür, merkeze inerdi. Dönüşte bize teneke kutuya dizilmiş, gofret ve lokum getirirdi. Kutunun kapağını açınca çocuk dünyama lavantalar mı dersin, sümbüller mi, nergisler mi, evimizin yamacından topladığım papatyalar mı, yoksa reyhanlar, fesleğenler mi hangisiydi tam bilemedim, birinin kokusu doluverirdi.

Köyde başkalarının bahçesine teklifsiz dalardık. Meyve ağaçları hep çocuklarındı. Göz hakkı denen bir şey vardı. Benim gözlerim Çeço’nun gözleri kadar büyük olmalıydı ki karnım ağrıyana kadar, meyve yerdim. Şimdilerde karşılıksız kimse kimseye bir şey vermiyor. Ne meyve ne dostluk ne de bir bardak çay… İnsanoğlu hep önce senden bekliyor. Önce sen merhaba de, önce sen ara , önce sen… Sonra, sonrasında zayıf bir ihtimal ama belki biri sen karanlık bir sokakta yapayalnız yürürken ardından adını seslenir.

Bense, eksik olan duygumun yerine hala bir özneyi yerleştiremedim. Hayatımda sadece nesneler var.

Ortaokula başlayacağım sene babam emekli oldu, Erzincan’dan İstanbul’a göç ettik. Bu kocaman şehrin, küçücük semtinin, bahçeli birkaç evinden birinde yaşamak konforu bile beni tamamlamayı başaramadı. Bahçenin köşesine yaptığım kümes, kümesin içinde günaşırı yumurtlayan iki tavuk, her yıl ektiğim domatesler, biberler, hemen girişte arsızca büyüyen maydanoz, fidesini köyden getirdiğimiz dut ağacı, vişne ağacının altında filizlenmiş perperler, erik ağacının gerisindeki lavanta, akşam sefaları yabani papatyalar, mış gibi hayatımın nesneleri oldu.

Mutluymuşum, güçlüymüşüm, her şeyi başarabilirmişim, ruhum ıssız tepelerin rüzgarında ayakta kalmaya çalışan gururlu bir çınarmış, hatta tüm evren ölecek ben sonsuza kadar tek başıma yaşayacakmışım gibi bir duygu.

Sadece kapalı kapıların ardında, bir insan evladının sesimi duyamayacağı yerlerde, toprağın bilmem kaç kat altına inmiş ağaç köklerinde, yıldızların aydınlattığı kuytu köşelerde, bir öğrencimin masamın üstüne bıraktığı yaprakları kararmış kırmızı gülde, yalnız olduğumun bilincinde olamayacak kadar yalnız olduğum gecelerde, aklıma geldikçe içimi titreten o eksiklik duygusu, ben ve Çeço’nun hayali hep beraber yaşadık.

Zımara’da yaşlı hayvanları öldürmezler. Köyün dışındaki dağa götürüp bırakırlar. Bu yaşlı hayvanların kaderini dağdaki kurtlar, çakallar ve ayılar belirler. Çeço’yu köyden ayrılmadan önce, komşumuza sattık. Yıllar sonra köye gidenler haberini getirdi. Yaşlanınca onu da dağa bırakmışlar.

Ekinlerin biçileceği zaman annem küçük tarlamızda çalışırken, uykum gelince beni bir köşeye yatırırdı. Çeço, uyuyan bu küçük çocuğun başına dikilir, gövdesiyle ona gölge yapardı. Semerini yalnız onun takmasına ve çıkarmasına izin verirdi. O, çocuk gittikten sonra, sık sık yeni sahibinden kaçıp, lojmana geldi. 19.15 trenine binip, gözden kaybolan çocuğu hiç unutmadı.

İstanbul’a kar yağdığı zamanlar, rüzgar dağın bilmem hangi yamacında adımı fısıldayan, kaderine razı olmuş ancak son bir vedayı hak eden Çeço’nun sesini getirir yattığım odaya. Bu nedenle vedalaşmayı beceremedim hiçbir zaman. İnsanlar hayatıma girdikleri gibi sessizce çıkıp gittiler.

Hiçkimseye benimle kal, diyemedim.

Bilgül ÖZ


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir