
Bir kökten ayrılan dal dal filizlerini çilli yeşil yaprakları süsler, o yaprakların hemen üstünde renk renk, çil çil biter sıklamenler. Yazı, sıcağı sevmezler, kış güzelidirler. İnceden de bir yel esti mi bir kaldırırlar ki başlarını gül mü dersin bu nergis mi bilemezsin. Sıklamenleri en iyi Kerim Bey bilir. Evinin her köşesine bilhassa beyaz olanları yerleştirir. O güzelim çiçeklerin çilli yapraklarına öyle naif dokunuşlar bırakır ki, en kırgını en halsizi bile cana gelir. Bu dokunuşları izlemeyi de en iyi Nurhan bilir. İki yıl çalıştı Kerim Bey’in yanında. Kocası, “Huyun suyun değişti senin,” deyip, bir daha göndermedi o eve. Almanca öğretiyordu ya Kerim Bey Nurhan’a , kıskandı, gücendi. “Otur evinde,” dedi, “ oradan gelecek paranın,” dedi, “ben…”
Yalvardı Nurhan da bir kere kaşını bile oynatmadı. İçine beton dökmüşler sanki.
Şimdi bir akşamüstü…
Nurhan balkondan oğlu Halil’i seyrediyor. Halil’in de aralarında olduğu üç beş çocuk kovalamaca oynuyor. Birbirlerinin ayaklarına takılıp düşüyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp kovalamaya devam ediyorlar birbirlerini.
Yazmasını açıp bir daha bağladı. Omzunun üzerinden salona bakıp içeriyi yokladı. Karanlık salonun her köşesine sinmişti. Kalkıp ışığı yakmak istemedi. İyiydi böyle, kimseler onu görmezdi, görmesindi. Ara sıra yalandan oğluna seslendi Nurhan. Halil annesini duymazdan geldi. Eğilip bir tütün sardı. Avucunun içine alıp gizli gizli tüttürdü. Ani bir yel esti. Bu yel tütün dumanını alıp uzaklara götürdü. Sanki o an balkon camının önüne dizdiği renk renk sıklamenler de kan ter içinde oynayan çocuklar da bir “Yarabbi şükür.” dedi. Sıklamenlerin yapraklarından gelen hışırtıyla kafasını onlara çevirdi. Kendinden başka kimsenin bilmediği adlarını fısıldadı Nurhan çiçeklere. Mavi mavi açanı Schön, onun yanındaki alaca morlusu Nach, pembe çiçekli en diri duranın ismi de Danke, hemen yanındaki nazlı, kadife açan da Guten Morgen.
Karanlık iyice çöktü.
Sonbaharın huysuz kokusu şehrin üzerinde döneniyor. Evlerin balkonlarından yayılan ışıklar sokağa titrek aydınlıklar bırakıyor. Bazen bu titreklik bir kapı sesinin duyulmasıyla artıyor, çoğalıyor ve kayboluyor. Geceye düşen karanlık Nurhan’ın kendinden menkul karanlığını da koyultuyor; yavaş yavaş, santim santim. Bu iç karanlık bu akşamüstü ansızın belirmedi, ansızın yorulmadı Nurhan. Her akşam bir kapı sesinin çınlayışıyla çoğaldı, büyüdü, arttı. Nurhan’ın etrafını çepe çevre sarıp iyice hareketsiz bıraktı onu. Umut her gün biraz daha geri çekilirken Nurhan başka yollar açtı koyu dehlizlerine ışık saçmak için. Hemen her akşam içinde beliren karanlığı Kerim Bey ışıldayan gözleriyle aydınlattı, yoldan geçenler arasında Kerim Bey’e en çok benzeyene belli belirsiz gülücükler attı, bazen tüm bunlar yetmeyince evden çıkamadığı tüm aylar boyunca Kerim Bey’in rüyalarına uzanmaya çalışıp kendi suretini unutturmamak için çabaladı. Kimseler duymasın diye sessizce Almanca konuşmaya çalıştı Kerim Bey’in yokluğuyla, izlediği her filmi Kerim Bey’le izlermiş gibi izledi. Ama en çok esrimeyi sevdi Nurhan. Çoğaldı o anlarda, parçalandı, birleşti, uçtu, uyandı…
Halil’e bir yol daha seslendi. Halil, annesinin sesini işitince bir an durdu, tekrar koşmaya devam etti. Nurhan, “Babası kılıklı ne olacak.” dedi, duyulur duyulmaz bir sesle. Sokağın ucuna baktı. Kocasının geç geleceğini anladı, yine de yemekleri ısıtmak için mutfağa gitti.
Yemekleri karıştırırken mutfak dolabının camlı bölmesindeki kahve fincanına ilişti gözü. Ocağın altını kapatıp ısıtıcıya su koydu. Kerim Bey’den habersiz çantasına attığı üstten çatlamış beyaz fincanın çatlak yerini okşadı. “ Ne iyi ettim,” dedi, “ Ayıpsa da ayıp.” Kerim Bey’in uzun parmaklarıyla bıraktığı döngülere benzeş döngüler bıraktı çatlağın üzerine. Fincanın çatlak yeriyle parmağı arasındaki mesafeyi sıfıra indirerek doldurdu sıcak suyu. Mutfak masasının sandalyelerinden birine oturdu. Dizlerini göğsüne çekip çenesini de dizlerinin üstüne bıraktı. Kahvenin kokusunu duyumsadı. Kerim Beyle içtikleri kahvenin kokusu ayrıydı tabi. Bu koku olsa olsa o kokunun kötü bir taklidi olabilirdi ama bu bile yetti Nurhan’a. İçinde sadece Kerim Bey’i düşününce beliren esrikliği saklandığı yerden çıktı, usta dokunuşlarla Nurhan’ı Kerim Bey’in evine yolladı.
Hatırlamak hazzının kapıları, bungun yaşamının en kıymetli dakikalarına açıldı.
Sabah simitçilerinin titreyen sesleriyle yankılanan uzun ve daralan ve gariban sokağa ilk adımını atar atmaz hüzünden morarmış gözleri ışıdı. Esrarlı kokuların yükseldiği aktarların önünde durdu. Derin bir nefes çekti. Gittikçe daralan sokaklarda sevinçten yürüyemedi de gökyüzüne uçtu sanki. Sırtlarına yükledikleri denklerini titreyen bacaklarıyla pazarlara taşıyan hamallara bir yol durup el vermek istedi. Ve kuşlar ve balıklar ve simit tezgâhları… Işıkta yükselen bir su gibi Nurhan. Hafif.
Usulca açtı kapıyı. Başkasının evine başkasının anahtarıyla girmiş olmanın tuhaf ürpertisini hissetti yine. Eve ilk adımını atınca gözlerine sevinç yağmurları oturdu. “ Ya rabbim sen büyüksün, yine geldim ya.” Kerim Bey rahatsız olmasın diye kapıyı sessizce kapattı. Uzun bacaklarına hiç yakışmayan ölgün adımlarla banyoya gitti hemen. Yazmasını çıkardı, örgülü saçlarını açtı. Nurhan’ın kendinden bukleli saçlarının her telinde ayrı ayrı çiçekler bitti. Hala güzel hala diri Nurhan… Yüzünde hala balkıyıp duran güneşlerin parıltısını hiçbir yaşanmışlık hiçbir tokat söndürememiş ya oh olsun o beton suratlıya da hayata da.
Elinde biten sevinç serinliğinden aldığı güçle hemen işe koyuldu. Alev alev tutuşsun dünyanın bir ucu umurunda mı. Ne toz bıraktı ne kir. Tertemiz etti her yeri tertemiz. Evin baygın kokusu kaybolup gitti. Ev bir güzel koktu ki yüzyıllık yoldan kokusu duyulurdu vallahi.
Dünya gözüyle şöyle bir bakayım, dedi, eve ne olur ne olmaz. Baktı. Unutmasın diye evi, dönüp bir daha baktı. Tam mutfağa girecekti ki bir daha… Hafızamda durmuyor ne yapayım, dedi, kendi kendine. Kafama inen yumrukların biriyle un ufak olacak diye korkuyorum bu ev ne olmuş yani. Bir daha baktı. Sonra mutfağa girdi. Burada olduğu için bir daha şükretti. Hele bir yaz olsun da, dedi, Munzur Baba’ya gidip kurbanı mı da keseceğim. İki lokma atıştırdı hemencecik. Ekmek kırıntılarını avuç içine topladı, bismillah, deyip, pencereden savurdu. Bir kumru gibi ayakuçlarında sekip banyoya gitti. Bukleli saçlarını ensesinden akıttı. Gözlerinin üzerinden uzayan kirpiklerini tükürüğüyle gerginleştirdi. Birkaç kez yanaklarına vurdu. Keskin inen omuzlarını genişletti. Kendisine yan bir bakış attı. İri dudaklarını büzüştürüp birkaç kez kapayıp açtı. Son bir kez saçlarını savurup tekrar mutfağa gitti. Kahvesi ve yemeğini hazırladı Kerim Bey’in.
Sabahın henüz kirlenmemiş çiğ kokusu gibi girdi odaya. Az sonra odada Nurhan’ın ayak sesleri duyuldu. Ne yapacağını şaşırdı, ağzının içindeki çöl rüzgârına çare bulamadı da dili dudağı kupkuru oldu. Aman Nurhan, dedi, içinden hiç bozuntuya verme. Kerim Bey’in yüzüne bir kez bakabildi nihayet. Bakar bakmaz aylardır içinde bir ağırlık gibi duran sıkıntı eriyip gitti. Kerim Bey’i izledi bir kaç saniye. Kerim Bey’in Beyazından bıkmış düz saçları gözlerine indi. Beyaz teninde beliren koyu lekeler boynundaki kırışıklıkta kayboldu.
Kapanan kapının sesiyle irkildi Nurhan. Bir çöl rüzgârının estiği ağzını sulandırmaya çalıştı. “Tüh Allah belanı versin Halil ödümü patlattın.” dedi. Halil annesini hiç duymadı bile. Alışmıştı Nurhan’ın bu hallerinde. Anahtarını girişteki komodine atıp salondaki televizyonu açtı. Nurhan saati yokladı. Bir an ocağın altını yakmak için yekindi ama vazgeçti. “Yok yok,” dedi, içinden “gelmediyse geç gelir artık.” Nurhan bardağın çatlak yerine bir daha dokunup gözlerini kapadı. Bir süre aklında kayıtlı tüm nirengi noktaları bir sıtmaya tutulmuş gibi titredi, birbirine karıştı. Yüzünü yalayan tuzun tadını hissetti. Gözlerini sıkı sıkıya kapatıp kahvenin kokusunu tekrar duymak istedi. Bardağı okşadı, Kerim Bey’in saçlarını sonra…
Masanın başında alnını tokatlıyor Kerim Bey. Kalemi eline alınca başlayan yazarlığı anlaşılan yine sekteye uğramış. Nurhan’ı görür görmez seyrek saçları havalandı. Ağzında biten şaşkınlık ifadesini saklamaya çalıştı. Nurhan, hani anlaşmıştık der gibi baktı Kerim Bey’e. Bunu anlayan Kerim Bey alnını tokatlamaya devam etti. “Zihnimin perdelerini açıyorum Nurhan.” dedi. Bir yandan da tüm sayfası karalanmış deftere düşen kırçıl saçına kaleminin ucunu bastırdı.
Kerim Bey’in önüne bıraktı üsten çatlamış kahve fincanını ve öğlenlerini bir sandviçle geçiren Kerim Bey’in yemeğini buyur etti. Aralarındaki sessiz uzlaşı bozulmadı.
Kerim Bey kalemi elinden bırakıp masasındaki beyaz sıklamenin yapraklarına yumuşak dokunuşlar bırakırken “Kendine neden kahve yapmadın?” dedi. Sustu Nurhan, cevap vermedi. Ayakta durup masayla bitişmiş duvarı seyretti. Şimdilerde gülüşlerini yeşil yapraklı sıklamenler içine saklayan Nurhan’ın yüzünde ani bir gülümseyiş belirdi. “Siz,” dedi bir heyecanın çevirmesi içinde “siz almışsınız gönderdiklerimi.” İğdiş edilmiş tüm sevinçleri tekrardan parlamaya başladı Nurhan’ın. Gözünün kayıp ışığı yanıp söndü. “ Duvarınıza da asmışsınız.” Kerim Beyin yüzünde de bir aydınlık belirdi. Kahvesinden ilk yudumu alıp pembe diliyle dudağına pembe dokunuşlar bıraktı. Duvarda asılı, oğlunun Almanya’dan gönderdiği resmin hemen yanına tutuşturduğu bayram tebliğlerine bakıp, “ Ağaçlı olanı çok beğendim.” dedi. “ İnce bir zevkin varmış.” Kahvesinden bir yudum daha alıp ekledi “ Ama neden adresini yazmadın Nurhan, ben de cevap yazardım.” Nurhan kızardı. Bukleli saçları ani bir salınımla inip kalktı. Bir cevap vermedi. Bir bilseydi Kerim Bey o bayram kartlarını göndermek için Nurhan’ın ne taklalar attığını, en güzel yazısıyla özene bezene yazmak için kaç kart yırtıp attığını… Almanca yazıp yazıp silip eni sonu Türkçe yazmaya kara verdiğini, kartları postalamak için Halil’le postaneye gittiğinde oğlunun babasına söylememesi için ne tehditler savurduğunu… Ama sırası değildi bunların. Kerim Bey de bu sessiz uzlaşıyı bozmamak için lafı uzatmadı daha fazla. İkisinde de ayrı ayrı göveren bu yasak sevgi yerini yine bir sessizliğe bıraktı.
Kerim Bey her daim bir hırka asılı sandalyesini geriye itip masasından kalktı. Kireçlenmiş dizlerinin çıtırtıları duyuldu. İki adımda kitaplığa gitti. Almanca kitabını masaya bırakıp sandalyesine oturdu. Kitabın sayfalarını açarken “Nerde kalmıştık Nurhan?” dedi. Nurhan tam bir şey söyleyecekmiş gibi oldu ama vazgeçti.
Kapı çaldı. Nurhan irkildi. Gövdesine çektiği bacaklarının üstüne düşen çenesini dış kapıya giden koridora doğru çevirdi. Kapı bir kere daha çaldı. Nurhan’ın titremesi arttı. Gerilmiş yüzü pörsüdü, benzine yürüyen kan geri çekildi ve bir titremeye bıraktı kendini. Fincanın çatlak yerine yapıştırdığı parmağını kaldırınca hatırlamak kapısı unutmanın sessizliğine kapandı. Her şey olağan ritmine kavuştu. Mutfak yine kendi mutfağına dönüştü. Dertop olmuş gövdesini çözdü. Yemekleri ısıtmak için ocağın altını bir daha yaktı. Kapı diğerlerinden daha yüksek bir sabırsızlıkla çaldı. Sokağı aydınlatan ışık titredi.
Hatırlamanın diğer ucunda, en acı noktasında Nurhan şimdi.
“Korkuyorum Kerim Bey” dedi.
AVNİ KILIÇGEDİK
0 Yorum