Öteki Hal


Üniversitenin sabah söylene söylene çıktığım bayırını şimdi aklımda düşünceler, elimde kitaplarım, kalbimde yüküm aheste aheste iniyorum. Otobüsümün gelmesine daha yirmi dakika var. Bir saatte bir geçen otobüsüm bazen benim de en çok zoruma giden şey oluyor. İnsanlar o bir saatte şehir değiştiriyorlar ben ise bir tas sıcak çorba içip annemin o yeşil gözlerine bakayım diye bu hayata katlanıyorum.  Yanımdan geçen arkadaşlarıma takılıyor gözlerim, onların yolu yurdun kapısına benim yolum ise durağa ayrılıyordu. Hem okulum hem evim son durakta olduğu için içim rahattı. Otobüs birazdan gelecek ve sakince en arkadaki koltuğa geçecektim. Kulaklıklarımı takıp daha bu sabah başladığım kitabımı okuyacaktım. Otobüs biraz gecikti. Olsun ben onun gecikmesine de alışmıştım. Hatta bazen hiç gelmemesine de…

Mecbur olduğunuz bir şeyi sevmek için çeşitli bahaneler ararsınız içinizden ve ne kadar acizseniz o kadar çabuk seversiniz bir şeyleri… Ben böyle felsefi konuşmalar içindeyken kendimle, caddenin sonunda gözüktü otobüs. Yavaşladı ve durdu topluluğun önünde. Önceliği bana verdi bir beyefendi. Bu kibarlığın sayesinde otobüse ilk binen kişi ben oldum. Kendimi iyi hissedebileceğim, kimsenin bana ilişemeyeceği bir yere oturdum. Yanıma da bana sırasını veren beyefendi… Arka fonda Sema Moritz- hasret şarkısı. Elimde bir şiir kitabı. Üçüncü şiirini okuyordum ki bir ses geldi sonra… “Çıktığı zaman almıştım bu kitabı, beni fazlasıyla derinden etkiledi…” dedi. Şaşkınlığımı yüz ifademle belli etmiş olacağım ki “Kusura bakmayın rahatsız etmek istemedim…” dedi. “Evet…” dedim. “Çok güzel bir kitap fakat duygusal manada biraz yıpratıyor insanı, ölümün sancısı satırlardan akıyor biz de toplamaya çalışıyoruz işte…”  Ölüm üzerine konuştuk bir süre, bana küçükken ölen balığını, zehirlenerek öldürülen köpeğini, babaannesini, dedesini anlattı. Otobüse binmeden evvel düşündüğüm şeyler geldi aklıma. “Bugün sessiz sakin bir yolculuk geçirip eve mi dönecektim?” dedim kendime. O anlattı ben dinledim. Bazen gerçekten üzüldüm bazen de ayıp olmasın diye üzülmüş gibi yaptım. Bu konuşmanın sonu benim anılarıma gelmesin diye dualar ettim içimden…

Bir ölümü tariflemek en zor şeydi benim için. Ettiğim dua kabul olmuş olacak ki üç dört durak sonra kalktı yanımdan beyefendi “bazen tanışmak için isim gerekmez artık anılarımla tanıştın, iyi akşamlar …” dedi ve indi. Ne olduğunu ne yaşadığımı çok anlamasamda gülümsedim ve kitabıma devam etmek için kapağını açtım. Beyefendinin indiği duraktan benim yaşlarımda bir kız bindi kucağında bebeğiyle. Halinden de anlayabileceğim gibi yaşı biraz küçüktü ve o sıska bedeni bir bebeğin sorumluluğunu alacak kadar güçlü değildi. Tek boş yer benim yanım olduğu için sessizce oturdu yanıma. Kendini, bulunduğu yere ait hissetmediği o kadar belliydi ki oturduğu koltuğa sindirdi kendini. Bebeği ağladıkça o mahcup yüz ifadesi iyice yer ediyordu suratına. Çantamdan renkli ve bir o kadar dikkat çekici anahtarlığımı çıkardım. Dakikalardır susmayan bebek biraz sakinlemişti. Anahtarlığa bakıp gülüyor onu annesine göstermek için eliyle kavramaya çalışıyordu. Annesi bana teşekkür ederken gözlerinden o minnettarlığı okumak hiç zor olmadı. “Kaç aylık?” diye başladı muhabbetimiz. İlk çocuğu olduğunu ve yaşının daha yeni on dokuz olduğundan bahsetti. Kendi isteğiyle evlenmediğini ve bu hayatı kabullenmenin kolay olmadığını gözaltlarında taşıdığı torbalardan anlayabiliyordum. Bebek ve annesi de indikten sonra “Herkes bu dünyaya eşit şartlar altında gelmiyor…” dedim. Ne o gencecik kız ne de o bebek böyle bir hayata “merhaba…” demek istemezdi.

“Hadi artık…” dedim kendime. “Kendi haline geri dön. Yarım saat sonra ineceksin ama daha hiçbir şey okuyamadın.”  İki durak kadar sakince okudum kitabımı, üstüne düşündüm hem de biraz. Kitapta şöyle diyordu: “Öyle bir acı ki bu, ölen yaşayanda her gün yeniden ölüyor, yaşayan ağlamadan kimseyi sevemiyor.” Ardından ölümün, ayrılıkla eş değer olabileceğini bile düşündüm. İkisinde de ayrı düşmek varken birbirinden ayırmak çok da doğru gelmedi bana doğrusu.  Ben böyle düşünürken bana doğru ilerleyen yaşlı bir amca gördüm. Elinde bastonu, üstünde kırışık bir gömlek, gözünde parmak izli bir gözlük, yüzünde biraz keder, ellerinde çamur vardı. Biraz daha incelesem cebinde taşıdığı geçmişini görebilirdim belki de… Oturdu yanıma selam vererek. Selamını almam gerek ve bilirim ki bazı derin konuşmalar sadece bir selamla başlar. Belki de bugün kimseden işitmediğim bir soru sordu bana. “Nasılsın?” dedi. Duraksadım. “Sahi…” dedim. “Ben nasılım?” İyiyim demek adet olmuş…  İyi olduğumu söyledikten sonra onun nasıl olduğunu sordum. “Eksiğim be kızım…”  dedi.  Beklemediğim bir cevap oldu bu. “İyiyim… duymaya öyle alışmış ki kulaklarım. Herkesi iyi kabul etmeye öyle inanmışım ki. Üstüme vazife olmadığını bile bile ne oluğunu sordum amcaya. Cevabında maddesel bir eksiklik aradım. En büyük eksiklik, eşinden bahsetti. “Geçtiğimiz ay onu kaybettim.” dedi. “Hani derler ya biri ölünce sevdiğinin kalbinde kırk mum yanarmış her gün biri söner kırkıncı günün mumu sonsuza dek yanarmış. Benim yangınım ilk günkü gibi içimde kaldı be kızım…” dedi.

Camdan dışarı baktım. Baktıkça zor tuttum kirpiklerimde ölümün sıralı harflerini. Amcaya söyleyecek tek bir kelime çıkmadı ağzımdan. Şundan emindim ki o benim duygularımı hepsini o nemli gözlerimden anlıyordu. O anlattı ben dinledim. Bana anlattıkça içinin yangını sönsün diye dualar ettim içimden. Elimde yazılı olan satırların vücut bulmuş hali karşımdaydı. “Bir insan nasıl katlanır bu acıya?” dedim. Dedim ve ellerine bakakaldım. Baktığımı anlayınca: “Mezarından geliyorum bugün ona papatyalar ektim. En sevdiği çiçek papatyaydı…” Bir papatyanın yaprakları gibi döküldü yüreğimdeki tüm çiçekler… Varacağı yere gelince o amca da kalktı yanımdan. İnmeme de az kalmıştı zaten. “Eee, kaldık mı bir başıma? Bazen hayat kitaplardan öğrenilmeyecek kadar kısa…” dedim kendime. “Bazen bindiğin bir otobüs sadece bir otobüs değildir. O otobüs, hayattır…

Ömrünün baharında bir bebeğe anne olmanın sorumluluğu altında ezilen gencecik bir kızın bebeğine olan bakışıdır. Şefkat beklerken şefkat göstermenin zorluğudur…

Okuduğu kitabı kimseye anlatamayan, içinde ölümü yıllarca saklayan bir gençtir. Niyeti tanışmak değil, hatıraları emanet etmek olan…

Seksenine merdiven dayamış hayat yoldaşını kaybetmiş bir insanın usanmışlığı, ölüme olan arzusudur. Her papatya yaprağına “seviyorum…” diyemeyecek kadar geç olan…

Şimdi söyle!

Hayat; gelmeyen otobüsten, yorucu yokuşlardan, kalpteki yükten, saydığın pişmanlıklardan ibaret miymiş?

            BÜŞRA CANBAZ

                                                                                                       


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir