Satılık Bebek Patikleri


Dış kapının ziliyle uyandığı sabahtı. Merdivenlerden usulca indi, kapıyı açtı.

“Günaydın,  kimlik alabilir miyim?”

“Tabii, şöyle buyurun.”

Adının karşısına nokta konmuş yeri imzaladı. Postacının “İyi günler” sözcüklerine yüzüne yerleştirdiği buruk tebessümle karşılık verdi.

“Kaç mevsim oldu yine sen yoksun. Sadece kapıma gelen mektuplar…” diyerek yirmi dokuz yazıp çantadaki diğer zarfların arasına yerleştirdi.

Banyoya gitti, hazırlanıp evden çıktı Mevlüt. Sabahları evde oyalanmayı pek sevmezdi.

Hızlı adımlarla iskeleye giderken vapurun denizi yaran çığlığını duydu.

“Sana da geç kaldım, vapura da…”

Kalkan vapurun köpürttüğü denize baktı. Deniz köpürmüyordu adeta içindekileri kusuyordu.

Sabah gelen zarftan sonra ofise gitmek içinden gelmedi. Neden gelsin ki? Her mektupla zaman makinesine biniyor, ayrılık gecesine gidiyor ve kaburgalarını yaran, nefesini tıkayan o ana geri dönüyordu.

İskelenin solunda güneşe küsmüş masaya oturdu. Garsonun getirdiği ince belli bardaktaki tavşan kanı çaydan yudumlar aldı. Çantasından not defterini çıkardı.

“Bu yapıldı, bu da tamam…” Kendince bugünkü ofisinin salaş çay bahçesi olduğunu düşündü. Bugün önemli işinin olmadığını fark edince sevindi.

“Başka bir şey ister misiniz?”

“Evet, çayım bitince bana sormadan tazeler misiniz? Bugün burayı kendime ofis yaptım da.”

Garsonun “Tabii efendim.”

“Haa bir de.” deyip garsonun önündeki yaka kartına kısık gözlerle baktı.

“Cemal Bey, saat on iki gibi bana çift kaşarlı tost yanına da ayran. Öğle yemeğim bitince bir saat kadar masaya uğramayın. Ardından önce sade Türk kahvesi ve sade soda. Kahve bitince de yarım saat sonra tekrar çay getirir misiniz?”

Cemal şaşkın şaşkın bakıyordu. İçinden “Adam bizi kiraladı bugün iyi mi?  Giyimi de pek düzgün… Bari iyi hizmet edeyim de belki biraz bahşiş bırakır. Ay sonu geldi yine tam takırız.”

“Tabii, efendim.”

“Akşamüzeri saat beş gibi tatlı bir şey varsa alayım. Yoksa peynirli gözleme ve ayran… Bugün siz kapatana kadar buradayım.”

“Tamam, efendim.”

Mevlüt birkaç saniye boyunca Cemal’i süzdü. Gözleri ayakkabılarına takıldı. Dedesinin sözleri kulaklarında çınladı.

“Evladım, insanın ayakkabılarına bakın hayatını görün. Temiz mi, yıpranmış mı, kirli mi… İnsanın içi papuçlarına yansır.”

“Cemal Bey..”

“Bey demenize gerek yok efendim.”

“Ben de onu düşünmüştüm. Ben Mevlüt. Cemalciğim, al bu senin. Sadece benle ilgilendiğin için…”

“Yok efendim, görevim bu.”

“Olmaz, hadi bakalım sessizlik başlıyor.”

Önlüğünün cebine sıkıştırılmış parayı tezgâhın arkasında saydı. Tam iki yüz liraydı. Bu ona can suyu gibi gelecekti. Az önce düşündükleri için kendinden utandı. Çayları bardaklara bölüştürdü. Önce Mevlüt’e verdi, ardından da masalara dağıttı.

Mevlüt’ün oturduğu masa denize, suyun altındaki binlerce canlıya hakimdi. Sararmış parmaklarındaki duman, çayın buğusuna karışıyordu. Üzerinden dans eden onca sığırcığa baktı. Her kanat çırpışın her ötüşün anlamı mı var diye düşündü.

Çantasında numaralanmış zarflara baktı. Açsa on beş yıl geriye gidecekti. Ya bir daha bugüne gelmezse?

Cemal, kaşarlı tostu masaya bıraktı. Ardından ayran ve ikram olarak hazırladığı patatesleri yerleştirdi.

 “Oh be! İyi ki vapuru kaçırmışım.”  dedi içinden. İyice iştahlandı ve afiyetle yemeğe başladı.

Tepesindeki kuşlar zaman zaman masalardaki kırıntılara geliyordu. Mevlüt de bir parça koparıp yere attı. Üç beş kuş, tek parçayı aralarında pay ettiler. Gözleri uzaktaki martılardaydı.

Eskiler gözünde canlandı. Eve gelen her zarftan yaşadığı travmalar… Değişik bir haz alıyordu. Bugün de ruh hâli inişli çıkışlıydı. Çantasına tekrar baktı. Ardından da kolundaki dijital saate… Saat on dörttü.

Üzerinde on dört yazan zarfı eline aldı. Bardakta kalan son yudumu da alıp zarfı özenle açtı.

“Biliyorum sen yine okumayacaksın. Cevap da veremeyeceksin. Canın sağ olsun. Ben ne olursa olsun hayatımın sonuna kadar sana yazmaya devam edeceğim. Sana yazmak bana iyi geliyor. Haftaya evleniyorum. İnan aşık değilim. Sebebini biliyorsun… Cemal’in senden haberi var. Bu durumu anlayışla karşılıyor. Onun da bir yarası var, daha derinden hem de. Sana hep yazacağım…”

Üzerindeki tarihe baktı, beş yıl öncesine aitti. “Eminim ki çocukların olmuştur. Neden bana hâlâ mektup yazıyorsun ki?” diye kendi kendine söylendi.

Üç beş masa ötede elinde kocaman torba olan ve üstüne başına bakılırsa zor durumda olduğu anlaşılan kadınla Cemal’i izledi. Cebinden çıkardığı parayı kadına verdi. Mevlüt, paranın iyi yere gittiğini düşünerek kendini mutlu hissetti.

Kadın masa masa dolaşıyordu. Elindekileri insanlarla göz teması kurmadan satmaya çalışıyordu.

Masa çayla renklenirken Mevlüt sordu.

“Bu kadın kim?”

“Karım efendim.”

Cemal diğer masalara geçti. Kadın elindekilerle masa masa dolaşıyordu. Birden Mevlüt’ün yanında belirdi.

“Satılık bebek patikleri, hiç giyilmedi.*”

Kafasını kaldırıp kadına bakınca inanamadı. Bu oydu. Yıllardır özlemini çektiği uğruna acı çekerek boğuştuğu unutmadığıydı.

İkisi için zaman durmuştu. O minicik saniyeye o kadar çok şey sığdırmışlardı ki…

Cemal elindeki tepsiyle masaya yanaştı. Mevlüt’ün gözleri önce Cemal’in ayakkabılarına takıldı, ardından da unutamadığının elindeki pabuçlara…

Güneş birden çekildi. Bulutlar etrafı griye boyadı. Mevlüt, elindeki çantayla masadan ayrıldı. Yürürken gözleri bu defa kendi pabuçlarındaydı.

*Ernest Hamingway

İlknur GÖK GÜLTEKİN


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir