Yemen’den Yemen’e


Ta Yemen’den yola çıkan, Türk kahvesi olup 5 Aralık’ta özel gün olarak kutlanan, kendisi için çok özel yeri ve anlamı olan Türk kahvesini gazetedeki köşesine taşıyacaktı Niyazi 5 Aralık’ta.  Başlamadan kahvesini doldurdu, mis gibi kokusunu içine çekti, nefesini verirken büyüsüne istisnasız her zaman kapıldığı boğaz manzaralı, dedesinden kalma, ceviz ağacından, oymalı artık bulunamayacak güzellikteki ve sağlamlıktaki çalışma masasına oturdu. Ruh haline uygun seçtiği fincanını masaya koydu. Her gün farklı olurdu seçtiği, çünkü her birinin anlattığı, çağrıştırdığı hikayesi, bilincinde ve bilinçaltındaki yeri farklıydı. Bugünkü dışarda parlayan, içini ısıtan güneş gibi sarıydı. Ama daha da önemlisi nesilden nesile 1500’lerden aktarıla aktarıla gelen, en son ninesinden kendisine miras kalan fincandı o.

Şimdi bu sarı renkli fincan, Niyazi’nin ruhunu sarıp sarmalayıp aldı ve 1544 yılına götürdü.

Yahya ve Mahmud İstanbul’a gelip ilk kahvehaneyi açmayı planlayan iki Suriyeli arkadaştılar. Acaba severler miydi kahveyi Türkler? Kim bilir? “Hiç olmazsa macera olur.” dedi iki kafadar. Bilmiyorlardı ki onların bu serüveni Türk kahvesinin başlangıcı olacak ve Osmanlı’dan tüm Avrupa’ya yayılmasını sağlayacaktı. Bu iki maceraperest girişimci tarihe geçeceklerinden habersiz, çok şeyler öğrenecekleri, ortaktan dosta dönüşecekleri çok uzun yolculuklarına çıktılar. At üstünde geçen çok yorucu günlerin sonunda kimi zaman sıcak kervansaraylarda, kimi zaman da soğuk han odalarında sırt sırta verip kaldılar. Her konakladıkları yerden, kahvenin yanına yakışır düşüncesi ile, yöresel tatları araştırıp içlerine sinenleri aldılar. Bir yerden şerbet bulurken diğer yerden reçel aldılar. Lokumu bulunca üstüne atladılar. Böylece tatlandıracaklardı kahvelerini. Konakladıkları soğuk han odalarını ısıttı kahveleri ve sıcak sohbetleri. Çoğunlukla kahveyi nasıl sunalım, yanına ne koyalım, kahvehaneyi nasıl bir yere açalım, dükkan nasıl olsun diye uzun uzun tartıştılar, hayallerini dile getirdiler. Gündüz at sırtında öldük deselerde gece binbir umutla gözlerini kapatıp rüyaya daldılar. Birbirini kovalayan zorlu, bazen eğlenceli ama hep bir şeyler öğrendikleri günler, haftalar sonunda nihayet büyülü şehir İstanbul’a vardılar. Boğazın o efsunlu görüntüsü başlarını döndürdüğünde artık fikir birliğine varmışlardı kahvenin en iyi sabahla öğlen arası içileceği konusunda. Ki kahvaltı sözcüğü de buradan türeyecekti, kahve içimi öncesi yenen şeyler anlamında.

İstanbul’da önce çok merak ettikleri Tahtakale’ye gittiler. Bir kaç günlük aramadan sonra içlerine sineni burada buldular. İlk önceleri gözü gibi baktıkları dükkanlarında yattılar. Sonra kendilerini daha yakın hissettikleri Eyüp taraflarında nohut oda bakla sofa bir ev tuttular. İşleri yoluna koyunca da çoluk çocuk bütün aileyi İstanbul’a taşıdılar. Kadınlar da eşleri gibi Boğaz’a bayıldılar. Bir gün belki diye iç geçirdiler Boğaz’daki ev hayallerine. Aslına bakarsanız iki ortak iyi iş yapıp “artık yapışık ikiz gibi olduk, içtiğimiz su ayrı gitmiyor” diyerek ikiz kardeşliklerine yakışır ikiz ev alacaklardı Arnavutköy’den.

Aradan 3 asırdan fazla zaman geçti. Tanımayan onları ortak değil kardeş sanıyordu, yani değişen bir şey yoktu. Aslında birçok şey değişmişti. Mesela artık kendilerini bir Araptan çok Osmanlı hissediyorlardı. Ve patlayan 1. Dünya Savaşında kendilerine zenginlik kazandıran bu memlekete borçlu olduklarını hissediyorlardı. Mesela Osmanlıya karşı ayaklanan Araplara çok kızıyorlardı. Yaptıkları arkadan vurmak değil miydi din kardeşini hem de gavur İngiliz’in dümen suyuna girerek? Diş bileyen ailenin gençleri Osmanlı’nın son eyaleti Yemen’e, hani buraya gelmelerine sebep olan kahvenin şehrine, gidip kendilerine bu zenginlikleri veren Osmanlı’ya borçlarını ödemeye karar verdiler.

Gitmelerinin üstünden çok uzun süre geçmemişti ki yağmurlu bir Cuma sabahı kapısı çaldı Hasan’ın. Kendisine haber getiren asker giderken Hasan kapıyı kapayamadan avluya yığıldı. Oğulları Yemen cephesinde şehit düşmüştü. Sadece onlar mı? En büyük Osmanlı-Türk mezarlığı olmuştu Yemen. Olanı biteni gören Hüseyin, Hasan’ın yanına koştuğunda “Ano yemendir, gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir” dizeleri döküldü Hasan’ın ağzından inci gibi akan göz yaşlarıyla birlikte. O günden sonra mecnuna döndü Hasan. Yemiyor, içmiyor, uyumuyor, konuşmuyor, çalışamıyordu. Çok geçmedi kalp krizinden öldü. Olan bitene dayanamayan eşi ise veremden öldüğünde geride biri 13 biri 15 yaşında iki kız bırakmışlardı. İşler de bozulmuştu. Savaş zamanı kim giderdi kahvehaneye, gidecek adam mı kalmıştı? Kim kahve keyfi yapardı, kim de keyif kalmıştı? Sonunda Hasan’ın evini satılığa çıkardılar. İşte Niyazi’nin dedesi o vakit aldı bu evi.

Hüseyin, Hasan’ın emaneti iki kızı Nisa ve Muna’yı yanlarına aldı. Satılan evin parasının bir kısmıyla borçlar ödendikten sonra diğer kısmını kızlara ayırdı. Nisa ve Muna’yı kendi çocuklarından ayırmadığı gibi üstün tuttu. Öncelik hep onlardaydı. Ne güzel ki kendi çocukları da hiç kıskanmadan önceliği hep bu iki yetime vermişti. Ez cümle hiçbiri yetimliklerini hissettirmedi bu iki genç kıza.

Yüce önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleri sayesinde bu iki kız okudu, doktor oldu. Kendi babalarını kalp krizinden kaybetmişlerdi ama Hüseyin amcalarını kurtaracaklardı.

Hayat inişli çıkışlı ne garip bir yoldu… Ve bu yolda yapılan her iyilik mutlaka karşılığını buluyordu. İşte onların ki çok derin böyle iyilik bağlarıyla bağlı bir dostluktu. Hani sussalar, suskunluklarını okurlar da çaresiyle geri gelirlerdi. “İşte gerçek dost, değil konuştuğunu, sustuğunu bile duyandır” dedi Niyazi kafasını sola çevirip dedesi ve ninesi Muna’nın tahta oymalı, altın varaklı çerçevedeki düğün fotoğrafına bakarken.

Sevil ÖZSOY


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

4 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir