Merhaba edebiyat tutkunları. Merhaba edebiyat aşkı ile yanıp tutuşan, kitap okumadığı günleri ömürden saymayan, elimin altında bir roman olsun da ekmek su olmasa da olur diyen okurlar demeyi çok isterdim ancak ülkemizde bu tarz kişiler Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Listesine Edirne Selimiye Camii ve Külliyesinden sonra girmeye hak kazanmış, nesli tükenmekte olan sayılı azınlıklardır. Edirne demişken o yörelerde geçen bir roman tanımı ile sizlerleyim. Bu garip girişten sonra ayrıntılı incelemesi de gelecek olan bu romanın tanıtımına hızlıca geçelim isterseniz.
Tarihi bir korku romanı desek herhalde yanılmış sayılmayız. Yazarın kendisi de tarihçi olunca okuma keyfiniz bir kat artıyor. Rumeli yöresinde geçiyor bu fantastik roman.
Kendisi ile yaptığımız söyleşide* de yazdığım gibi;
Nam-ı diğer Son Gulyabani. Öncelikle bize gösterdiği incelik için teşekkür ederek başlayalım. Kendisi korku-fantastik alanında öyküler anlatıyor. Korku hikayeleri ilk bakışta “batı” kaynaklı görülebilir ancak bizim kültürümüzde derin etkileri ve yeri vardır. Kırsalda anlatılan, kültüre kazandırılmamış binlerce hikayemiz vardır. Türkiye’nin istediğiniz bir köyüne gidin, bir yaşlı köylünün yanına oturun ve böyle bir olayla karşılaşıp karşılaşmadığını sorun yeterli. Mutlaka size bir hikaye anlatacaktır. Bu açıdan edebiyatımıza kattıkları çok önemli. Köy köy dolaşıp söylenen türküleri derleyen Muzaffer Sarısözen’in farklı versiyonu kendisi. Bu uğraş olmasa şuan dilinize dolanan, kültürümüzü yansıtan türküleri bilemeyecektik. Aynı uğraşı yapıyor Mehmet Berk. Dilden dile anlatılan hikayeleri hepimize ulaştırıyor.
Aynen öyle bu kitabında da alışılagelmiş dilinden ödün vermeden güzel bir korku dünyası kaleme almış. İthaki Yayınlarının bünyesinde olan ve Pangea Kitaplığından çıkan bu romanını okumanızı tavsiye ediyorum.
Kendisinden -sizlere hediye etmek için- kitap çıktığında “incetezat okurlarına” diye imzaladığı bir kitap da istedik, ancak sanırım yoğunluktan dolayı incetezat okurlarından ziyade benim ismime imzalayıp gönderdi. Bu vesile ile kendisine ayrıca teşekkür ediyorum. Sizler de bu fırsatı kaçırmış oldunuz ve kitap benim kitaplığımda yerini aldı.
Başta da yazdığım gibi ayrıntılı incelemesi ilerleyen süreçte gelecek. Yeni romanları şimdiden beklediğimizi söylemiş olayım. Sizlere de öneriyorum okumanız için. Tanıtım bültenini sizlerle paylaşarak konuyu noktalayalım.
İlk romanı Yedikuleli Mansur’la hatırı sayılır bir okur kitlesine ulaşan Mehmet Berk Yaltırık’tan 17. yüzyılda başlayıp günümüze dek ulaşan, tarihi kurguyla korkuyu harmanlayan yeni bir kitap.
“… Öğleye doğru günlük güneşlik rutin bir bahar havasında iki tarafında meşe ve kayın ağaçlarının yükseldiği asude bir yolda ilerliyordu Asil. Altında araba olmasa, asfalt üzerinde hızla yol alıyor olmasa kendisini hoş bir rüyanın içinde zannedebilirdi. Buralardaki tabiatın harikaları, el değmemişliği insanı mest ediyordu. Dereköy Sınır Kapısı yolunda olduğundan gidiş sebebini anımsayınca canı sıkıldı. Böyle yeryüzündeki cennet köşesi bir yerin mazisinde nasıl kanlı ve ürkünç hikâyeler olabilirdi?”
Bir ailenin ve bir ismin peşine düşen genç bir araştırmacı, kendini bir anda asilerin, eşkıyaların, haramilerin, haydukların, ayanların ve komitacıların arasında, zaferlerin ve bozgunların hengâmesinde, soygun masallarının ve kocakarı hikâyelerinin ortasında buluverir. Tarihle başlayan yolculuğu, ruhunun ve Istrancaların kuytularına sapmışken korkulu Balkan rivayetleriyle giriştiği amansız boğuşma nasıl nihayete erecektir?
Hırsının kölesi derebeylerinin, geceleri dolaşıp kapıyı pencereyi tırmalayan şeylerin, insan suretli canavarların, efsaneyle hakikatin birbirine karışıp tarihin sislerinin ardına gömülen bu roman, kâh kanlı baskınlara tutulan kâh geleneklerin kamçısı altında inleyen Balkan tarihine uzanan karanlık bir araştırmanın serüveni.
Istrancalı Abdülharis Paşa, zamanın yavaş aktığı bir coğrafyada ürpertili bir arayışın romanı…
0 Yorum