Yine bir Nobel Edebiyat Ödüllü (1998) kitapla karşınızdayım;
“KÖRLÜK“
Herhangi bir zaman diliminde, herhangi bir şey yaparken ve hiç bir sebep yokken görmediğinizi düşünün. Belki işe gidiyorsunuz, belki alışveriştesiniz. Ya da en çok sevdiğiniz şeyi yapıyorsunuz ve dünyanız birden kararıyor. Ama bu kitapta hiç kimse karanlık bir dünyaya hapsolmuyor. Sadece sonsuz bir beyaz ışık herkesin gördüğü.
Bir virüs gibi, kör olan bir kişiden sonra yavaş yavaş herkes kör olmaya başlıyor, sonra bütün şehir ve en sonunda Dünya.
Peki gerçekten herkes kör mü oldu? Yoksa görmemeyi mi seçtiler?
Bu soruların cevabını kitapta ararken biraz aklınız da karışabilir, benden söylemesi.
Yazar aslında bize, körlük üzerinden hayatın gerçeklerini yüzümüze yüzümüze vuruyor. Peki bu gerçekler neler?
Bir elin 10 parmağını geçmeyen ilk körlerin, eski bir akıl hastanesine kapatılması ve onlardan vazgeçilmesi,
Körlüğün onlara bulaşacağını düşünerek panik yapıp kapıya yaklaşanları öldüren askerler, sonrasında onların da kör olması,
İlk gelenlerin kendi aralarında bir düzen oturtması ve bunu diğer gelenlere de uygulatmaya çalışması.
Gelen kişiler çoğaldıkça, kurulan düzenin bozulup hiçbir işe yaramadığı, başlarında otoriter biri olmadığı için, silahları olan 3-5 zorbanın yağmacılıkla, taciz ve tecavüzle herkesi soyması ve devlet tarafından verilen yiyecekleri, hakları olmadığı halde belli bir ücret karşılığında vermeleriydi…
Ve o kadar körün içinde gören bir çift göz ve ona sımsıkı tutunan hayatlar. Tek başına zorbalığa direnip, herkesin hakkını alabilmesi ve hayatta kalabilmek için, normal hayatında asla yapmam dediğini yaptığında ona hak vermemiz tamamen insani bir durum.
İyi ve kötünün her zaman içimizde olduğu ve alıştığımız şartlar
değiştiğinde, hayatta kalmak uğruna hepimizin içinden bir kötünün çıkacağı
gerçeğini görmezden gelemiyoruz maalesef okurken.
Yaşadığımız hayat da böyle değil midir zaten? Kaosun ortasında biri çıkar ve hayata tutunmanızı sağlar.
Yazarın, kitaptaki karakterlere isim vermeyip sizi hikayeye çekmesi de ayrı bir başarı
Kitaptan benim çıkardığım ana fikir;
Umudunuzu kaybetmediğiniz ve önünüze çıkan engellere direndiğiniz sürece bir gün huzura kavuşacaksınız. Yaşadığınız iyi ve kötü şeyler sizin için tecrübe ve ders niteliğinde olacaktır.
Ve kitaptan bir parça;
“Dışarısı ile içerisi arasında fark yok. Burası ile orası arasında, az ile çok arasında, şimdiye kadar yaşadıklarımızla bundan sonra yaşayacaklarımız arasında hiçbir fark yok..”
Kitabın konusuna gelirsek;
Sıradan bir günde arabasıyla kırmızı ışıkta bekleyen sürücü, yeşil ışık yandıktan sonra gaza basamaz ve birden arabanın içinde “kör oldum” diye bağırır. Bir yandan arkadaki arabalar şiddetle kornaya basıp küfür eder, diğer yandan arabanın içinde bağıran adama yardım etmek için birkaç yaya gelir. Israrla evine gitmek istediğini söyler ve ısrarla ona yardım etmek isteyen adam ilk körün arabasıyla onu tarifini yaptığı evine bırakır. Hatta dairesine kadar da çıkarır. Adamdan şüphelenen ilk kör onu içeri almaz ve evine girip kapıyı kapatıp koltuğa çöker, kara kara ne yapacağını düşünür. Bu zamana kadar gözlerinde hiçbir problem yaşamamış ama birden kör olmuştur. Eşi eve geldikten sonra, göz doktoru bulmaya çalışırlar ve hemen muayene olmaya giderler.
Olaylar zinciri de tam buradan sonra başlar. Sanki ilk kör olan adam herkese körlüğünü bulaştırmış ve etkileşim içinde oldukları birer birer kör olmuştur.
İyileşecekler mi yoksa sonsuza kadar kör mü kalacaklar? Hem bizim, hem de karakterlerin aklında büyük bir soru olarak kitap boyunca karşımıza çıkacaktır.
Geç keşfettiğim kitaplardan biri ; Körlük. Yazarın bunları yazabilmesi için gerçekten kör olması gerekir diye düşündüm. Bu körlük başka nasıl tasvir edilebilirdi ki?
Ya da kitaptaki doktorun dediği gibi;
“Bence biz kör olmadık. Biz zaten kördük, gördüğü halde görmeyen körler…”
Gözlerimizi dört açıp, etrafımızdaki güzellikleri görmek dileğiyle. Keyifli okumalar…
Aysel Akgül
0 Yorum