The post Satılık Bebek Patikleri first appeared on İnce Tezat.
]]>
Dış kapının ziliyle uyandığı sabahtı. Merdivenlerden usulca indi, kapıyı açtı.
“Günaydın, kimlik alabilir miyim?”
“Tabii, şöyle buyurun.”
Adının karşısına nokta konmuş yeri imzaladı. Postacının “İyi günler” sözcüklerine yüzüne yerleştirdiği buruk tebessümle karşılık verdi.
“Kaç mevsim oldu yine sen yoksun. Sadece kapıma gelen mektuplar…” diyerek yirmi dokuz yazıp çantadaki diğer zarfların arasına yerleştirdi.
Banyoya gitti, hazırlanıp evden çıktı Mevlüt. Sabahları evde oyalanmayı pek sevmezdi.
Hızlı adımlarla iskeleye giderken vapurun denizi yaran çığlığını duydu.
“Sana da geç kaldım, vapura da…”
Kalkan vapurun köpürttüğü denize baktı. Deniz köpürmüyordu adeta içindekileri kusuyordu.
Sabah gelen zarftan sonra ofise gitmek içinden gelmedi. Neden gelsin ki? Her mektupla zaman makinesine biniyor, ayrılık gecesine gidiyor ve kaburgalarını yaran, nefesini tıkayan o ana geri dönüyordu.
İskelenin solunda güneşe küsmüş masaya oturdu. Garsonun getirdiği ince belli bardaktaki tavşan kanı çaydan yudumlar aldı. Çantasından not defterini çıkardı.
“Bu yapıldı, bu da tamam…” Kendince bugünkü ofisinin salaş çay bahçesi olduğunu düşündü. Bugün önemli işinin olmadığını fark edince sevindi.
“Başka bir şey ister misiniz?”
“Evet, çayım bitince bana sormadan tazeler misiniz? Bugün burayı kendime ofis yaptım da.”
Garsonun “Tabii efendim.”
“Haa bir de.” deyip garsonun önündeki yaka kartına kısık gözlerle baktı.
“Cemal Bey, saat on iki gibi bana çift kaşarlı tost yanına da ayran. Öğle yemeğim bitince bir saat kadar masaya uğramayın. Ardından önce sade Türk kahvesi ve sade soda. Kahve bitince de yarım saat sonra tekrar çay getirir misiniz?”
Cemal şaşkın şaşkın bakıyordu. İçinden “Adam bizi kiraladı bugün iyi mi? Giyimi de pek düzgün… Bari iyi hizmet edeyim de belki biraz bahşiş bırakır. Ay sonu geldi yine tam takırız.”
“Tabii, efendim.”
“Akşamüzeri saat beş gibi tatlı bir şey varsa alayım. Yoksa peynirli gözleme ve ayran… Bugün siz kapatana kadar buradayım.”
“Tamam, efendim.”
Mevlüt birkaç saniye boyunca Cemal’i süzdü. Gözleri ayakkabılarına takıldı. Dedesinin sözleri kulaklarında çınladı.
“Evladım, insanın ayakkabılarına bakın hayatını görün. Temiz mi, yıpranmış mı, kirli mi… İnsanın içi papuçlarına yansır.”
“Cemal Bey..”
“Bey demenize gerek yok efendim.”
“Ben de onu düşünmüştüm. Ben Mevlüt. Cemalciğim, al bu senin. Sadece benle ilgilendiğin için…”
“Yok efendim, görevim bu.”
“Olmaz, hadi bakalım sessizlik başlıyor.”
Önlüğünün cebine sıkıştırılmış parayı tezgâhın arkasında saydı. Tam iki yüz liraydı. Bu ona can suyu gibi gelecekti. Az önce düşündükleri için kendinden utandı. Çayları bardaklara bölüştürdü. Önce Mevlüt’e verdi, ardından da masalara dağıttı.
Mevlüt’ün oturduğu masa denize, suyun altındaki binlerce canlıya hakimdi. Sararmış parmaklarındaki duman, çayın buğusuna karışıyordu. Üzerinden dans eden onca sığırcığa baktı. Her kanat çırpışın her ötüşün anlamı mı var diye düşündü.
Çantasında numaralanmış zarflara baktı. Açsa on beş yıl geriye gidecekti. Ya bir daha bugüne gelmezse?
Cemal, kaşarlı tostu masaya bıraktı. Ardından ayran ve ikram olarak hazırladığı patatesleri yerleştirdi.
“Oh be! İyi ki vapuru kaçırmışım.” dedi içinden. İyice iştahlandı ve afiyetle yemeğe başladı.
Tepesindeki kuşlar zaman zaman masalardaki kırıntılara geliyordu. Mevlüt de bir parça koparıp yere attı. Üç beş kuş, tek parçayı aralarında pay ettiler. Gözleri uzaktaki martılardaydı.
Eskiler gözünde canlandı. Eve gelen her zarftan yaşadığı travmalar… Değişik bir haz alıyordu. Bugün de ruh hâli inişli çıkışlıydı. Çantasına tekrar baktı. Ardından da kolundaki dijital saate… Saat on dörttü.
Üzerinde on dört yazan zarfı eline aldı. Bardakta kalan son yudumu da alıp zarfı özenle açtı.
“Biliyorum sen yine okumayacaksın. Cevap da veremeyeceksin. Canın sağ olsun. Ben ne olursa olsun hayatımın sonuna kadar sana yazmaya devam edeceğim. Sana yazmak bana iyi geliyor. Haftaya evleniyorum. İnan aşık değilim. Sebebini biliyorsun… Cemal’in senden haberi var. Bu durumu anlayışla karşılıyor. Onun da bir yarası var, daha derinden hem de. Sana hep yazacağım…”
Üzerindeki tarihe baktı, beş yıl öncesine aitti. “Eminim ki çocukların olmuştur. Neden bana hâlâ mektup yazıyorsun ki?” diye kendi kendine söylendi.
Üç beş masa ötede elinde kocaman torba olan ve üstüne başına bakılırsa zor durumda olduğu anlaşılan kadınla Cemal’i izledi. Cebinden çıkardığı parayı kadına verdi. Mevlüt, paranın iyi yere gittiğini düşünerek kendini mutlu hissetti.
Kadın masa masa dolaşıyordu. Elindekileri insanlarla göz teması kurmadan satmaya çalışıyordu.
Masa çayla renklenirken Mevlüt sordu.
“Bu kadın kim?”
“Karım efendim.”
Cemal diğer masalara geçti. Kadın elindekilerle masa masa dolaşıyordu. Birden Mevlüt’ün yanında belirdi.
“Satılık bebek patikleri, hiç giyilmedi.*”
Kafasını kaldırıp kadına bakınca inanamadı. Bu oydu. Yıllardır özlemini çektiği uğruna acı çekerek boğuştuğu unutmadığıydı.
İkisi için zaman durmuştu. O minicik saniyeye o kadar çok şey sığdırmışlardı ki…
Cemal elindeki tepsiyle masaya yanaştı. Mevlüt’ün gözleri önce Cemal’in ayakkabılarına takıldı, ardından da unutamadığının elindeki pabuçlara…
Güneş birden çekildi. Bulutlar etrafı griye boyadı. Mevlüt, elindeki çantayla masadan ayrıldı. Yürürken gözleri bu defa kendi pabuçlarındaydı.
*Ernest Hamingway
İlknur GÖK GÜLTEKİN
The post Satılık Bebek Patikleri first appeared on İnce Tezat.
]]>The post Ödüllü Öykü Yarışması first appeared on İnce Tezat.
]]>Öykü yarışmasının kazananına Alper Canıgüz‘ün imzalı Kan ve Gül kitabını hediye ediyoruz.
Sizler de yarışmaya katılmak istiyorsanız aşağıdaki koşulları yerine getirip öykünüzü bizlere gönderebilirsiniz.
1. Öykünün konusunda sınırlama yoktur.
2. Öyküler Word formatında, 12 punto büyüklüğünde, Times New Roman yazı tipiyle yazılmalıdır.
3. Word dosyanızın adına öykünüzün başlığını yazmayı unutmayınız.
4. Word dosyasındaki öykünüzün sonuna ad, soyad ve iletişim bilgilerini yazınız.
5. Öyküler en az 500 en fazla 2000 kelime aralığında olmalıdır.
6. Noktalama ve imla kurallarına dikkat ediniz.
7. Gönderilen öyküler daha önce başka bir yerde yayınlanmamış olmalıdır.
8. Öyküler [email protected] adresine gönderilecektir.
9. Yollayacağınız mailin konu başlığına mutlaka “Öykü Yarışması” yazarak gönderiniz.
10. Öyküler 5 kişilik seçici kurul tarafından kurgu, imla kuralları, öykü içerisindeki tutarlılıklar gibi ölçütlere göre değerlendirilecektir.
11. Öyküler 1 Mart Pazar gününe kadar kabul edilecektir. Bu tarihten sonra gönderilen öyküler değerlendirmeye alınmayacaktır.
Yarışmanın sonucu 10 Mart tarihinde sosyal medya hesaplarımızdan duyurulacak ve kazanan kişiye ödülü gönderilecektir.
The post Ödüllü Öykü Yarışması first appeared on İnce Tezat.
]]>The post Ben Geldim first appeared on İnce Tezat.
]]>
Ölümü iki defa gördüm. Bu andan itibaren ölüm hep o kollarıyla zihnimin içinde gezdi durdu. Ayak seslerini bazen başka sesler bastırdı duymadım bazen de ondan başkasını duyamaz oldum. Yorula yorula yaşadım kafamdaki o siyah ve pis örümcekle. Ve o ağlarını ördükçe bilincim yok oluyordu. Ben yok oluyordum. Zaten neden vardım ki? Bir yanılsama, bir tesadüf… Sahi neydim ben? Yarışı kazanamayacağını bildiği halde ölümüne koşturulan bit attan ne farkım vardı? Bana kimse bahis yatırmıyordu çünkü ben sadece kare tamamlansın diye var olan bir oyuncudan başkası değildim.
Ben de oyunu kendimce değiştirmeye o zaman başladım. Her gün gazeteleri karıştırıp durdum. 3. Sayfalar ve ölüm ilanları benim için gizli kalmış, hiç dokunulmamış bir hazine sandığı kadar değerliydi. Yıllar boyunca topladım durdum ölüleri. Önce kayıtlara göre resmen cansız oldukları tasdiklenmiş kişileri tespit ediyor ve elimin altındaki telefon rehberi vasıtasıyla adreslerini buluyordum. Ölüler tüm evraklardan siliniyorlardı ancak telefon rehberleri aramasını bilen gözleri için bir mezarlık kadar ürkütücüydü. Bu kadar ölünün o sıralarda hala hayatta olduklarını bilselerdi eminim karanlıktan korkan insanlar mezarlıkların yanından geçerken korkularını bastırmak için mırıldandıkları yüreklendirici melodilerin daha da fazlasını rehbere bakarken mırıldanırlardı. Ama bilmiyorlardı. Çünkü ölüler ölü olarak kabul edildikleri için kimse tarafından aranmıyorlardı. Yani yaşayanlar sonu belli olan bir uğraş için gayret sarf etmek istemiyorlardı. Ben de ölülerimi bu yalnız ölüler arasından seçiyordum. Adreslerini bulduklarım hakkında detaylı bir araştırmadan sonra tamamen yalnız olduklarına inandıklarımın hayatlarını çalıyordum. Emin olun ki hayatlarını çalmak kapılarını açıp evlerine yerleşmemden daha kolay oluyordu. Tabi kendime belirlediğim zamanı aşıp da bir haftadan fazla yaşamazsam hayatlarını. Bir hafta gerçekten kritik bir süreydi bu zaman dolduğunda illa ki kıyıda köşede kalmış bir uzak akraba çıkagelip hayatlarında hiç hakkı olmamasına rağmen kanunun tanıdığı hakla o hayatı gerçekten çalıyordu. Yerleştiğim ev kâğıt üzerinde el değiştiriyor ve evin yeni sahibi ölünün bütün acılarını, sevinçlerini, ölüm nedenini de yüklenerek iki kişilik bir hayata başlıyordu. O anda bağırmak, “Yetişin, bir hayatı çalıyorlar” demek istiyordum. Ancak benim elimde resmi damgalı bir kâğıt olmadığı için hırsız olarak kabul edileceğimden dolayı hemen bu isteğimden vazgeçiyordum. Ölülerin evlerinde yaşamak kısa bir süreliğine de olsa bende ölümün yenilebileceği inancını yaşatıyordu. İşte dün ölen adamın diş fırçası, en son okuduğu kitap, işte aile fotoğrafı ben bunlara sahibim. Nasıl ölmüş olabilirsin bu eşyaların eski sahibi. Yaşadığına kanıt yok sanıyordun. Seni kimse hatırlamayacak sanıyordun ama bak düşündüğün gibi değil ben varım ya. Artık ölü değilsin. O kalp krizi gelmeden hemen önce su içtiğin bardak elimde bir dikişte içtim buzdolabına bıraktığın suyu. Ölüler su içmez ki. Bak sen az önce içtin suyunu. Dünkünden farklı olarak benim dudaklarım değdi bardağa. Ölmedin. Yaşıyorsun. Ben ölüyorum her nefes alışımda. Sen yaşıyorsun. Senin gözlerini yememeli böcekler. Benimkileri yemeli çünkü seni bir hatırlayan, fotoğrafına bir bakan var. Ben ölmeliyim. İlk gece hep bu düşüncelerle geçerdi. 2 oda bir salon mezarlıkların bana selam verme şekli buydu galiba.
Onlarca ev dolaştım bu şekilde. Binlerce bardaktan su içip, yine binlerce fotoğrafa baktım. Mutlu rolünü oldukça güzel oynayan oyuncuları seyrettim o kâğıtların donuk renklerinde. Bazen ölmüş bir eşin acısını yaşıyor, bazen hiç hatırlanmamış bir yaşlı oluyor elime şekerliği alıp beni hatırlayacak olanları bekliyordum. Üzülmem lazımdı ama üzülmüyordum. Çünkü onlara bu acıları yaşatan ben değildim. Onları ben öldürmemiştim. Onlar zaten doğdukları an ölmüşlerdi sadece bu gerçeği fark edemeyip bazı insani duygulara kendilerini fazlasıyla kaptırmışlardı.
O gün ise televizyonda gördüm onu. Metropolün uzak mahallelerinden birinde ölmüştü. Güzel ve manasız gözlerinin rengini öne çıkarabilmek için gözaltlarına sürdüğü kozmetik ürününü ile uyumlu elbisesi ile baygın baygın haberleri okuyan kadın birazdan sunacağı haberi beden dili ile oldukça zıt bir şekilde heyecanlıymış gibi görünerek anlatmaya çalışıyordu. Sonra ilk defa gördüm onu. Etleri çekilmiş gözleri daha doğrusu göz çukurları aşağı doğru sarkmış kaskatı bir vücut halinde. Görüntülerin üzerine konuşan bir başka kadın detaylandırıyordu haberini. Ses odanın içerisinde dolaşıyor, yükseliyor ve sonra canlı bir varlık olup koltuğa oturuyor ardından beynime giriyordu. Ses yükselmeye devam ediyordu. Talihsiz kadının öldüğünün 4 yıl boyunca fark edilmediği ve kimliği belirlene kadının herhangi bir yakını ya da akrabansa ulaşılamadığı, cesedin geçen dört yılın ardından çürüdüğü ve etrafa yayılan kokuyu gidermek için belediye ekiplerinin çalıştığını söylüyordu kafamdaki ses. Daha sonra detaylar bu şekilde gitti. Evinde televizyonun başında otururken acaba o anda öleceğini bilip bilmediğini düşündüm. Sonra ölüm sebebi hakkında varsayımlara başladım. Kap krizi olabilirdi hatta mutlaka kalp krizi olmalıydı. Kalp zamansızdı çünkü bir an geliyordu ve vazgeçiyordu artık çalışmaktan ve siz kalbinizle olan sorununuzu kısa bir süre içerisinde çözemezseniz ya da o sırada şans eseri yanınızda biri yoksa ölüyordunuz. Evet, cevap bu kadar basitti. Peki, o ne düşünmüştü kalbinde o sıkışmayı hissettiğinde kendimi koydum sonra yerine. O anda büyük ihtimalle daha önce kapıdan kovduğum alakasız birinin dahi gelip beni kurtarması için yalvarırdım. O kısacık anda eminim böyle düşünürdüm. Sen de düşündün mü? Ama gelmemişler. Hem de 4 yıl boyunca…
Bu defa rutinimi kırarak haberde belirtilen mahalleye gittim. Karanlığın iyice çökmesini bekleyip korkak adımlarla daha önce bir kâğıda not ettiğim evin önüne geldim. Araştırma yapmama gerek yoktu. Haber benim için gayet açıklayıcıydı. Apartmanın önünde bir sigara içerek gerginliğimi azaltırken sol elim istemsizce cebimde bulunan anahtar yığınına gitti. Bir buhran anında annesine koşan çocuğun rahatlığı ile anahtarları belli belirsiz okşadım. Sigaram bitti. Ve artık hazırdım. Eve girebilirdim.
Apartmanın dış kapısını açmak oldukça kolay oldu. Ayak parmaklarımın ucunda ilerleyerek sağ taraftaki ilk dairenin kapısı önünde durdum. Zilin üzerine baktım. Şimdi çoktan unutulmuş ya da daha doğru bir ifadeyle hayatında hiç kimse tarafından hatırlanmamış olan o iki kelimeyi gördüm. Birer sembolden ibaret olan harflerin içerisinde barındırdıkları acıyı o iki kelimede yaşayarak maymuncuğu kilide yerleştirdim. Kapı anahtarın kilide uyduğunu açıklayan o metalik sesle yeni yaşamıma merhaba dedi ve içeri girdim.
Sokağın köşesindeki lambanın siluetler yaratmaya yetecek kadar ışık sağladığı evin içinde gözlerim karanlığa alışana kadar bir süre bekledim. Burnuma küf ve yoğun bir sigara kokusu geldi. Ölümün kokusuydu galiba bu. Kapının hemen yanındaki mutfağa doğru yöneldim. Tüm eşyası tek kişilik bir masa ve üzerindeki vazo olan mutfak tezgâhının üzerinde rastgele istiflenmiş yüzlerce açılmış konserve kutusu duruyordu. Küf kokusu birden daha da yoğun bir şekilde hissedilmeye başladı. Lavabonun altındaki küçük buzdolabının kapısını açarak bozulmuş bir şeyler varsa en azından çöpe atarak kokudan kurtulmayı istedim. Dolabın kapısını açtığımda ağzına kadar hazır gıda maddesiyle dolu olduğunu gördüm. Dolaba zorla sığdırılmış kutular yüzünden kapanmayan kapağı aralık bırakıp salonun kapısının önünde durdum. İşte önümdeydi. Haberde onu ilk defa üzerinde gördüğüm koltuk karşımdaydı. Kalp krizini düşündüm. Tatlı bir ölüm müydü yoksa çok mu acı çekmiştin. Ama bunların o an için önemi olduğu söylenemezdi. Sonuçta ölüm sadece ölümdü ve bu ölümün nasıl ve ne şekilde geldiği sadece bir şekil sorunuydu ve bu şekil sorununun giderilmesi için meraklı kulaklar, daha meraklı zihinler ölüye muhtaçtı ve maalesef ölüler de her zaman bu sorulara karşı ketumlardı.
Koltuğa oturdum televizyonu açtım. Belli belirsiz görüntüler ekranda tüm mantık sırasını hiçe sayarak birbirlerini takip ediyordu. Aldırmadım. Televizyonu kapattım. O sırada televizyonun üzerinde duran ufak çerçeve gözüme ilişti. Evet, işte o seni canlı iken ilk görüşümdü. Renksiz bir ten, elaya çalan gözler ve altlarında taşıdıkları rengin ağırlığı ile yaşamaktan yorulmuş göz çukurları. Güzel denemezdi. Eminim yaşarken bunu sen de hissetmiştin. Hiç kimse seni çekici bulmamıştı ancak o her yerde karşımıza çıkan ve çirkinliği ölçüsünde sert olan canlılara da benzemiyordun. Sen olsa olsa mutlu bir ölü kadar gerçektin. O kadar sahiciydin ancak bir o kadar da unutulmuş. Daha yaşarken unutmuşlardı seni o nedenle dört yıl kimse gelmemişti. Bu dört yılın sonunda bir dört yıl daha geçecek ve şanslıysan sadece ekonomiye dayalı bir tartışmadan bunalan çok çok uzaktan varlığını bilen birisi, “Sahi bir ….. vardı haber aıyor musun?” diyerek seni rahatsız edecekti unutulmuşluğunda. Ama korkma ben seni rahatsız etmeyeceğim. O dört yıl geçene kadar ben seni hatırlayacağım. Seni hatırlayacak olan ilk insan ortaya çıkana kadar ben olacağım.
Küçük fotoğrafı elimden bıraktıktan sonra yatak odasına ilerledim. Sen koltukta ölmüştün ama eminim ki tüm gizlerin yatağındaydı. Tüm sebeplerin, unutulmuşluğun hepsi yastığının altında olmalıydı. Bu kadar acı nereye sığar yoksa? Ses yapmaktan çekinmeden hızlı adımlarla yatak odasına girdim. Sadece bir yatak, hemen yatağın önünde yerde ufak bir halı ve duvara yaslanmış bir dolaptan başka eşya yoktu. Dolabı açtım üzerinde etiketleri duran elbiseleri yana iterek ellerimi dolabın arkasında ve yüzeyinde gezdirdim. Bir iki dakikalık bir aramadan sonra tüm hayatın ellerimdeydi. Kutuyu bir bebeği tutar gibi sarmalayarak yerinden kaldırdım ve yatağın üzerine bıraktım. Açmak için acelem yoktu. Birden açsam yok olacaktı sanki. İçindekiler silinecekti, sen kaybolacaktın. O göz çukurları yaşla dolacaktı. Bu nedenle bir sigara daha içmeye karar verdim. Bu en azından unutulmanı beş dakika daha geciktirecekti. Dumanın sersemletici etkisinin etkisinden çıkmadan kutuyu açtım.
Ne bir fotoğraf ne bir eşya kutuda oldukça eski bir kâğıt parçasından başka bir şey yoktu. Kâğıdı yavaşça kutudan çıkardım. El yazısı ile yazılmış bir mektuptu ışık yetersiz olduğu için harfleri seçmekte zorlanıyordum ancak mektubun sonuna baktığımda zilde gördüğüm o iki kelime yine karşıma çıktı. Evet, bu senin el yazındı.
Her ne kadar kimsesiz bir ölünün evinde olsam da ışığı yakmamın dikkat çekici olduğuna karar vererek tekrar salondaki koltuğa oturdum. Televizyonu tekrar açtım ve onun ışığında okumaya başladım.
Yalnızım;
Ne kadar durabilir bir balık suda, bir kuş havada asılı durmaktan yorulur mu? Ben ne balığım ne de kuş. Yoruluyorum ben. Asılı duracak, tutunacak kanatlarım vardı oysa. Ne zaman mı? Hiç hatırlamıyorum. Bir haftadır evden dışarı çıkmadım. Telefonun fişini çektim. Beni merak ederler mi? Merak etsinler istiyorum. Duysunlar beni. Görsünler. Ölülerin arasındaki tek yaşayan hayaletim ben. Gelip geçiyorlar yanımdan, değiyorlar, yaralıyorlar, kırıyorlar döküyorlar ama görmüyorlar. Ama biliyorum bir gün gelecekler. Ümidimi koruyorum. Her sabah alışveriş yaptığım bakkalın çırağı merak eder gelir. O gelmezse üst kattaki yaşlı kadın gelir belki. Geçen yıl kapıda karşılaşmıştık da hani bana “kapıyı tut” demişti. Eski eşim gelir hiç kimse gelmese. Sever o beni. 3 yıllık evliliğimizde bir kere olsun mutlu olduysa o gelir. Birileri gelir. Eminim bundan ben sizin yanınıza gelemiyorum. Ölülerin arasındasınız siz. Ya siz canlanın ya da beni görün”
Mektubu okumayı bitirdiğimde gözlerimden akan yaşlar bana ait değillermiş de başka bir vücuttan benim için dökülüp bana ağlıyorlarmış gibi geliyordu. Mektubu bir kez daha okudum, bir kez daha ve bir kez daha… Fotoğrafını koyduğum yerden aldım ve bir öncekinden daha dikkatli bir şekilde bu kez tam da gözlerinin içine baktım. O an gördüm uzun bekleyişini. Sana değmeden geçen hayatları o zaman fark ettim. O zaman anladım bekleyişinin aslında sekiz yıl sürdüğünü. Onlar gelmemişti ama ben gelmiştim işte. Ve bu defa bekleme sırası bendeydi. Mektubunu elime aldım seninki gibi bir mektup yazamayacaktım sadece iki kelime yazabildim ve kendimi koltuğa bıraktım. “Ben geldim” Televizyonun ekranı yine senin evini gösteriyordu ve bir gece önce seni ilk defa gördüğüm o koltukta bu defa başka biri hareketsiz duruyordu. Yine aynı kadın, yine aynı ses tonu ve duygusuz tavırlarla okuyordu. Her şey aynıydı ama bu defa koltuktaki yüz değişikti. Koltuktaki bir erkekti ve vücudu kurumamıştı. Gözleri seçiliyordu. Hatta bir canlının gözlerini andırıyordu elinde bir kâğıt tutuyordu ve televizyon açıktı. O sırada sunucu kadın okumaya devam ediyordu.
Alp ERTURAN
Öykü Yarışması Kazananı
The post Ben Geldim first appeared on İnce Tezat.
]]>