Ferhat Birlik – İnce Tezat https://www.incetezat.com Fri, 17 Apr 2020 22:07:48 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=5.4 https://www.incetezat.com/wp-content/uploads/2018/09/thumbnail_favicon.png Ferhat Birlik – İnce Tezat https://www.incetezat.com 32 32 Bulantı https://www.incetezat.com/oyku/bulanti/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=bulanti https://www.incetezat.com/oyku/bulanti/#respond Sat, 18 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4428

Garip bir şekilde yayıldığı tekli koltuktan zar zor kalktı. Kapıyı ancak üçüncü çalışında açabildi. Merdivenleri çıkarken salına salına paketi ters yüz eden umursamaz tavrından eser kalmayan paketçi, özenle hâlâ dumanı tüten pideleri adama uzattı. Adam aynı anda elindeki elliliği uzatıp para üstünü beklerken koridordaki ışığı yokladı. Gözü karşı dairenin kapısındaki ayakkabılara takıldı. Yine misafir gelmiş olmalıydı. Kendi kapısında böyle bir kalabalığı en son ne zaman görmüş olduğunu düşündüyse de cevap bulamadı.

Holdeki boy aynasının önünde durdu. Birkaç haftalık uzamış sakalları yüzüne batıyordu. Tırnaklarıyla sakallarını kaşıdı. Her sabah gördüğü bu yüzün gittikçe yabancılaşması tuhafına kaçıyordu. Eksik bir şeyler olduğunu hissetti ama ne olduğunu çıkartamadı bir türlü. Bulmak için de çaba göstermedi. Bir şeylerin değişmeyeceğini, değiştirilemeyeceğinin bilincine varmıştı.

Sokağın gürültüsünü aralayan pencerenin kenarına dayadığı yemek masasına oturdu. Pideler hâlâ sıcak olsa da yumuşamaya başlamıştı bile. Çok aç değildi zaten. Hatta neden yemek sipariş ettiğine bir süre anlam veremedi. Masaya bir spor gazetesi sayfasını serip dörde bölünmüş pide parçalarını üzerine dizdi. Hafta sonu oynanacak olan derbi maçının haberine gözü takılırken pidesinden bir ısırık aldı. Su kabarcıklarıyla dolu poşetten çıkarttığı biber turşusunu ünlü bir futbolcunun iki yana açık ellerine döküp bundan garip bir şekilde keyif aldı. Kolayı açmaya çalışırken kapak aralığından sarı köpükler fışkırmaya başladı. Elindeki pide bir yana kola bir yana düştü. Paketçiye okkalı bir küfür etti.

Keyfi kaçmıştı. Masayı o halde bırakarak balkona çıktı. Dışarıda, yıllardır büründüğü karamsarlıktan daha kapalı bir hava vardı. Cebinden çıkarttığı son sigarasını dudakları arasına yerleştirirken boş paketi avuçları arasında büzüştürüp kapı önündeki çöp kutusuna fırlattı. Çöp kutusunun kapağına çarpıp kaldırıma düşen boş sigara paketi; bir yerlere yetişme telaşındaki insanları yarıp gelen deri çantalı, kuyruk sokumuna kadar uzanan kıvırcık saçlarıyla herkesin dikkatini çeken alımlı bir kadının pürüzsüz bacaklarını taşıyan topuklu ayakkabısının altında ezildi. Adam, baharat kokan ara sokağa sapıp gözden kayboluncaya dek kadını izledi. Bu havada bu insanlar nereye yetişmenin telaşı içindeydiler?

Gözü, caddenin öteki tarafındaki apartmana yeni taşınmış öğretmenin balkonda kurumaya bıraktığı kırmızı kazağa takıldı. Kadını kazağı giyerken hayal etti. Sonra kazağı giydirmeyi yersiz buldu. Bu sırada balkon kapısı aralandı. Sadece elmacık kemiklerini seçebildiği kadın sokağı yokladı. Birini görmenin arayışıyla göz gezdiriyordu. Umduğunu bulamamış bir bıkkınlıkla içeri girerken; balkonda güneş görmeyen çiçekleri, sokaktaki kuru gürültüyü ve bulutların kararttığı göğü kırmızı kazağa bıraktı.

Adam sigarasından son bir nefes alıp domates ekmek için aldığı ama hiçbir zaman domates ekmeyeceğini bildiği saksıda söndürdü sigarasını.

Canı sıkkındı. Bu sıkkınlık yeni bir şey değildi. Doğduğu günün ertesi, eş dostun taktığı çeyrekliklerle birlikte takılmış gibiydi.

Odasına geçip çalışma masasına oturdu. Saatini, not kâğıtlarını, kül tablasını ve uzun zamandır başlayıp da bir türlü devam ettiremediği kitabını masanın uç köşesine bırakarak temiz bir kâğıt koydu önüne. Ellerini çenesinde birleştirip parmağından yayılan sigara kokusunu çeke çeke bir süre öylece bekledi. Yazamıyordu. Yazmaya dair okuduğu onca kitap, kafasında bitmek bilmeyen öyküler, yaşantılar… Hiçbiri kaleminden beyaz sayfaya iki kelime nakşettiremedi. Kelimeleri, kendini anlamlandıramadığı bu dünyada bir kâğıt üzerinde anlam bulmaya karşı çıkıyordu. Bir süre daha bekleyip bir şeyler yazmayı umdu. Bütün çabası, yerel bir edebiyat dergisine yazdıklarını yollayıp birkaç kuruş kazanabilmekti. Olmadı.

Mutfağa geri dönüp soğumuş pideden zoraki bir ısırık aldı. Peynirin aldığı tuhaf tattan yüzü ekşidi. İçinde kabaran huzursuzluğun dışarda son bulması umuduyla dışarı çıkmaya hazırlandı. Hem sigarası da kalmamıştı. Sigara alacak pek bir parası da. Vestiyerden kahverengi hırkasını ve evin anahtarını alırken elektrik faturasında beliren rakamlara gözü takıldı. Yalnız yaşadığı şu evde böyle fatura kitleyen şirkete saydırdı.

Kapıdan çıkar çıkmaz büfeden sokağa yayılan üçüncü kalite sucuğun rahatsız edici kokusu onu karşıladı. Kendini bildi bileli bu kokudan hazzetmezdi. Büfedeki çalışana zoraki selam verip en ucuz sigaradan birini istedi. Cebindeki bozuklukların ne kadar ettiğini bildiği halde bir daha çıkartıp tek tek sayarak çalışana uzattı. Paketi açarak bir sigara yakıp kalabalığa karıştı. Ciğerine çektiği dumanı üflerken karşısından geçen uzun saçlı, dişlek gencin rahatsız olduğunu ve içinden küfrettiğini tahmin edebiliyordu. Aldırmıyordu.

Bu kalabalığı, bu gürültüyü, bu şehri, bu sokakları, bu insanları sevmiyordu. Yanlış bir çağda doğmuş olmanın umutsuzluğunu düşündü. Bu düşüncenin ardı arkası kesilmeyince kalabalıktan sıyrılıp boş bir banka oturdu. Cebinden çıkarttığı küçük not defteri ile kalemini çıkartarak yazmaya başladı.

“Yanlış yerde doğup yanlış insanları tanıyıp yanlış kadınları sevdim. Yanlış işlerde çalışıp yanlış meyhanelerde demlendim. Hayatın; kar küresinde savrulan plastik kar taneleri gibi yapay, kürenin kenarlarına çarpa çarpa savrulup yeniden başladığı yere geri dönmesinden başka amacı olmadığını kavradım. Boşuna bir çabaydı yaşamak. Ve çok sonradan öğrendim ki gece, insanın içinde varolan gizli yolu aydınlatıyormuş.”

Durdu. Devamını getirmeye çalıştıysa da getiremedi. Yazdıklarını birkaç kez daha okuyup kâğıdı bir iki karaladıysa da nafile. Sayfayı kesip bankın yanındaki çöp kutusuna fırlattı.

Kafasını gömdüğü not defterinden kaldırıp sokakta birbirlerine sarılan çiftleri görünce her zamanki gibi garipsedi. Bu koca kalabalıkta kendilerini yalnız hissettikleri için mi sarılıyorlardı birbirlerine, yoksa kalabalıktan sıyrılıp yalnız hissedebilmek için mi, bilemedi.

Eve dönerken hava kararmaya başlamıştı. Gök gürledi, şimşekler çaktı. Biraz sonra camda küçük yağmur damlaları belirdi.

Kötülük sarmıştı bu şehri. O da kabuğuna çekilip her şeyden bihaber yaşayan insanlardan farklı değildi. Kendini kimseden iyi veya üstün görmemişti. İnsanları suçlayan pirüpaklardan da değildi. Herkes kadar bencil, herkes kadar kibirli, herkes kadar sevecen, herkes kadar açık sözlü… Herkes kadar herkes gibiydi. Gerçekleşmeyeceğini bildiği halde bir gün birilerinin hikâyesindeki iyi adam olmayı diledi.

Adam çalışma masasına tekrar oturdu. Sandalyesi sırtını desteklemediği için rahatsız ediyordu ama umursamadı. Alışmıştı. Burnunu çekip bağdaş kurdu. Masa lambasını açarak önüne çektiği kâğıda ilk cümlelerini yazmaya başladı: “Garip bir şekilde yayıldığı tekli koltuktan zar zor kalktı. Kapıyı ancak üçüncü çalışında açabildi.”

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/bulanti/feed/ 0
Cebimdeki Sorular https://www.incetezat.com/deneme/cebimdeki-sorular/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=cebimdeki-sorular https://www.incetezat.com/deneme/cebimdeki-sorular/#respond Wed, 01 Apr 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4345

Bu dünya bir kâğıda mutluluğumuzu sığdıramayacak kadar kısa bir zaman aralığıyla açıyor bizlere kapılarını. Herkes yarım bir yutkunmanın iç çekişiyle, hüzün ve acının damıtıldığı bir su testisini sırtında taşıyarak sarılıyor hayatına.

Gidiyorsun, kirpiklerine ışıldayan yıldız huzmesine sakladığın yüzünün hüznünü benden gizleyerek. Ellerin toprağı yeşertecek kadar diri, ellerin yeryüzüne düşen ilk cemre, ellerin baharın müjdecisi, ellerin sıcak sıcak… Yağmur yağıyor karanlık yanlarına. Sesini bir çaput gibi bağladığın yüreğimdeki ağacın gölgesinde oturup seni dinliyorum. Ceplerimden taşıp avuçlarımda buruşturduğum sorular senden cevaplar bekliyor.

Akşamüstlerinin kızıllığında solan dudaklarında aşınıyor zaman. Fesleğenler açıyor, sabah güneşine selam duran gözlerinin derinliğindeki göğün maviliklerinde. Gidiyorsun diye sarı bir kelebeğin kanatlarındaki boşluğa gizledim adını, çamurlaşmış kalpleriyle kimseler görmesin diye.

Ölü bir kuyudan sarkıyorsun. Saçların yarının tedirginliğiyle geriliyor. Susuyorsun, saksılarda yeşermeyen çiçekler gibi. Susuyorsun ve ben bu suskunluğun sarkacında çığlık çığlığa eziliyorum. Sözlerim buruşuyor içimde biriktirdiğim şiir defterlerinde.

Geceden korkup kendi karanlığına sığınıyorsun. Gözlerin damla damla dövüyor duvarlara yansıyan hatıraları. Bir bıçak gibi yarıyorken şarkılar geceyi, hayaller bulut bulut köpürüyor. Kirpiklerinde asılı kalmış korkuların. Korkuyorsun; aynaya yansıyan yüzlerden, kimselere benzemeyip ezilen gölgelerden, göğün rahmetinden, sabahın serinliğinden, ellerine sığmayan ellerimden… Korkuların bir sarmaşık gibi sarıyorken gülüşündeki çekingenliği, umursamaz bir edayla gidiyorsun.

Geceler uzuyor. Geceler, kuşların yer edinip nemli elbiselerin serildiği iplikler gibi bir yana çekiştiriyor kendini. Her bir yanı açıkta. Işığım sönüyor. Bu karanlığın içinde kendime sığınacak bir yer arıyorum. Ve anlıyorum ki insanın sığınacağı tek yer, kendi içinde var ettiği balkonsuz evlermiş.

Yürüyorsun, hiç bilmediğim kokunu kamburlaşmış sokaklarda ardında bırakarak. Vitrinlerde seni izleyen ışıklı eşyalara, evlerden kovulmuş siluetlere, kederi cam diplerindeki sarkıtlarda damıtan kar sularına aldırmıyorsun. Bulanık su birikintilerine yansıyor yüzün. Eziyorsun yerdeki yansımanı, damlalarını dört bir yana sıçratarak. Uyanıyorum sesinin özleminde uyuduğum soğuk terli rüyalarımdan. Ve beni, hayatın bir dağ eteğinde kabarıp kaybolan sis bulutundan öteye gidemeyeceğine inandırıyorsun.

Denizin dalgınlığında açılan güneşin aydınlattığı rıhtımda, uyuklayan bir tekneye gölgeni dışarda bırakarak biniyorsun. Sırtın dünyaya dönük. Çocuk zarafetinde dokunduğun bukleli saçların güneşi utandırıyor. Uzaklara bakıyorsun. Uzaklara bakmayı seviyorsun. “Bir iç çekiş, bir kaçış, bir hayal, bir varış, bir arayış…” diyorsun. Ben ise susuyorum, geleceğin ve umudun denizde köpürerek yok oluşlarını izleyerek.

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/cebimdeki-sorular/feed/ 0
Yazmak Üzerine https://www.incetezat.com/deneme/yazmak-uzerine/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=yazmak-uzerine https://www.incetezat.com/deneme/yazmak-uzerine/#comments Thu, 12 Mar 2020 09:00:37 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4269

Uzun zamandır pek kimselerin okumadığı öyküler yazıyorum. Yazdıklarımı iyi olarak değerlendiremesem de herhalde “okunabilir” olarak kategorize edebilirim. Bu yazımda sizlere yazma sürecimi ele alıp bazı tavsiyelerde bulunmak istiyorum.

Öncelikle yazmanın yolunun okumaktan geçtiğini düşünen biri olarak okuma alışkanlığımı nasıl kazandığımı, edebiyata olan ilgi ve merakımın nasıl arttığını, kimleri okuduğumu, bir metinden edebi haz duymanın ne zaman başladığı gibi birçok noktaya değinmeyi düşünüyorum.

Masallar ve çocuk hikâyeleri dışında bir kitapla ilk tanışmamın babamın okuduğu, Tarık Akan’ın Anne Kafamda Bit Var’ı ile başladığını hayal meyal hatırlıyorum. İçeriğini kavrayacak yeterlilikte değildim ama hoşuma gitmişti. Gerçek anlamda bir kitabı okumam ise Cervantes’in Don Kişot’u ile olmuştu. Kitaptan etkilenmiştim ve inanılmaz bir macera kitabı tutkum başlamıştı. O zamanlar pekiyi kitaplara erişemediğim için elime ne geçmişse okumaya başladım. Lise dönemlerimde polisiye ve fantastik kitap merakım artmıştı. John Verdon ile başlayan polisiye merakım Ahmet Ümit, Arthur Conan Doyle, Tess Gerritsen, Edgar Allan Poe, Dan Brown, Jo Nesbø ve Agahta Christe gibi bir çok polisiye yazarıyla devam etti. Ve polisiye-gerilimin ustası olarak gördüğüm Jean-Christophe Grangé ile tanışmamla artık polisiye tutkum zirveye ulaşmıştı. Kızıl Nehirler, Siyah Kan ve Leyleklerin Uçuşu kitaplarından sonra okuduğum diğer polisiyelerden haz alamadığım için bu sefer fantastik kitaplara yöneldim. O zamanlar bir kitaptan tek beklentim, konunun gizem barındırıp sürükleyici olmasıydı. Yani bir süreliğine de olsa beni bulunduğum şu dünyadan alıp götürebilecek kitaplar arıyordum. Tolkien’e Hobbit ile başlayıp büyük eseri olan ve sinemaya da uyarlanan Yüzüklerin Efendisi serisini okudum. Yalnız Yüzüklerin Efendisi’ni diğer fantastik kitaplardan çok farklı görüyorum. Kurgusu, karakter çözümlemeleri, konu derinliği ve dili onu fantastik bir kitabın ötesine taşıyor. Filmini anlatmaya gerek yok zaten. Hâlâ izlemediyseniz eğer, öncelikle kitabı okumanızı sonrasında filmi izlemenizi tavsiye ederim. Tolkien’in kitaplarında aldığım hazzı; korku, gerilim ve fantastik kitaplarıyla tanınan Stephen King’de bulamamıştım. Stephen King’i kötülemiyorum. Çok üretken bir yazar olmakla beraber çok iyi kitapları da var. Yeşil Yol, 22.11.63, Medyum ve Hayvan Mezarlığı gibi kitaplarını çok beğenmiştim ama Tolkien’den sonraki arayışım farklıydı. Ardından okuduğum George R. R. Martin’in diziye de uyarlanan -Game of Thrones- Buz ve Ateşin Dansı serinin ilk kitabı olan Taht Oyunları kitabıyla Yüzüklerin Efendisi’nde bulduğum okuma hazzını büyük ölçüde yeniden yaşadım. Kitaptan sonra dizisinin olduğunu öğrenip izlediysem de beklentimin altında kaldı. Ama beş yıl kadar sonra izlediğimde, final sezonunu saymazsak çok sağlam bir diziydi diyebilirim.

İşte bundan sonra da benim için yazma süreci başladı. Henüz sadece fantastik, gerilim, korku ve polisiye türlerinde kitaplar okumuştum. Bu yüzden de yazacağım öyküler bu türlerdendi. Garip bir şekilde Türk edebiyatı nedense hiç ilgimi çekmiyor, Türk yazarları okumuyordum.

Taht Oyunları’ndan sonra aldım elime kâğıdı kalemi, yazmaya başladım. Günün sonunda çok amatör ve okuduklarımdan parçaları birleştirerek oluşturduğum bir öykü çıktı ortaya. Bunu da o zamanlar üye olduğum bir fantastik edebiyat forum sitesine ekledim. İki gün sonra baktığımda, sert şekilde birkaç eleştirinin olduğunu gördüm. Tabii okuduğum yorumlar moralimi bozmuş, şevkim bir hayli kırılmıştı. Eleştiriler de haksız değil hani. Eğer yazıyorsanız, hele ki yeni yazıyorsanız bu tür eleştirilere fazlasıyla maruz kalabilirsiniz. Bu eleştirileri yapıcı bir şekilde değerlendirmek de sizlere kalıyor. Ben, en azından eleştirileri bu şekilde değerlendirdiğimi düşünüyorum. Yakın çevrenize okutun yazdıklarınızı ama detaylı bir analiz istiyorsanız bu tür platformlarda yayınlamanız size daha yapıcı geri dönüşler sağlar. Tavsiye kısmını diğer sayfalarda ayrı bir başlıkta daha ayrıntılı anlatacağım.

Yazdığım hikâyeyi yeniden okuyunca büyük eksiklik olduğunu kendim de fark etmiştim. Hani şöyle altını çizebileceğim güzel bir cümleyi geçtim; karakterlerin çelişkili tavırları, kurgunun tutarsızlıkları, okuduğum kitaplarla olan benzerlikler, betimleme eksiklikleri, imlâ ve noktalama hataları…

Birkaç ay okuduğum kitaplardan bir tat almamaya başlamıştım. Aksiyonu, kovalamacası, ölümü, kanı, gerilimi beni tatmin etmiyordu. Artık kendi edebiyatımızdaki yazarlarla tanışmanın vaktinin geldiğini düşünüyordum. İskender Pala, Nazan Bekiroğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Tezer Özlü, Yaşar Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Refik Halid Karay, Murat Menteş, Alper Canıgüz ve Haldun Taner gibi birçok yazarı okumaya başlayınca bendeki edebiyat anlayışı değişmeye başlamıştı. Bunlarla birlikte Dostoyevski, Tolstoy, Victor Hugo, Çehov gibi büyük yazarları da okudukça eksikliklerimi daha fazla fark eder olmuştum. Daha okumadığım, okuyamadığım edebiyatımızdan ve dünya edebiyatından birçok büyük yazar var. Elimden geldiğince bu açığımı da kapatmaya çalışıyorum.

Artık olayın seyrinden çok işleniş biçimi, karakter çözümlemeleri ve özellikle dili ilgimi çekiyordu. Okuduğum kitaplardan en büyük edebi hazzı Orhan Pamuk kitapları ile yaşadım. Birçok kesim tarafından sevilmese de yazdıkları beğenilmese de ben yazdıklarını takdir edip büyük bir keyifle okuyorum.  Bununla birlikte Hakan Günday’ın kitaplarıyla da tanışınca işin seyri değişti. Zaman geçirme, boş vakti değerlendirme olarak başlayan bu edebiyat yolculuğu benim için bir yaşam biçimine dönüşmüştü. Okuduğum bu nitelikli kitapların kalemime olan yansımalarını fark etmeye başlamıştım. Yazdıklarımı, yazacaklarımı iyi beslediklerini düşünüyorum. Artık yazarken daha titiz davranıyordum.

Tabii bu değişimde en büyük payı olan kişi, sitenin kurucusu olan Murat Abi’dir. Kendisiyle uzun yıllardır sosyal medyada başlayan muhabbetimiz, edebiyat ile birlikte başka bir noktaya taşındı. Edebiyat dünyasındaki birçok iyi yazarla tanışmam onun tavsiyeleriyle oldu. Yazmam konusunda da beni sürekli destekleyip teşvik etti. Hakkı bu yüzden çoktur bende. Büyük adamsın be Murat Abi! Her şey için teşekkürler.

Henüz kimselere okutmuyordum yazdıklarımı. Daha okunacak düzeyde bir şeyler üretmediğimin farkındaydım. Şiire de fena sarmıştım. Çok okuyordum. Bir süre sonra küçük, birkaç dizelik şiirler yazmaya başlamıştım ama o konuya girmek istemiyorum. Çünkü şiir apayrı bir konu. Yazdıklarımı o yüzden şiir kategorisine alamıyordum. Şair olup şiir yazmak ayrı bir ruh hali gerektirir. Şair ve şiirleri belki başka bir yazıda uzun uzadıya ele almaya çalışırım.  

Üniversitede Şerif hocam bu yazma tutkumu ayrı bir yere taşıdı. Onunla paylaşmaya başladım yazdığım öyküleri. Okuma zahmetinde bulunup her seferinde yapıcı eleştiriler yaparak eksik noktalarımı tamamlamamda bana yardımcı oluyordu. Giderek daha çok yazıyor ve sohbet ediyorduk. Bana sadece yazmak konusunda değil, hayat konusunda da çok emeği dokundu. Kendisine teşekkür ederim.

İşte böylece belli bir doyum noktasına ulaşınca bir blog açıp buradan hikâyelerimi paylaşma gereği duydum. Dört beş kişi dışında kimselerin okumadığının farkındaydım. Okunma kaygısı yaşamıyordum ama yazdıklarım konusunda bir iki kelimenin söylenecek olması beni ayriyeten yazmaya teşvik ediyordu.

Ben de daha geniş bir kitleye ulaşması adına birkaç dergi araştırmaya koyuldum. Sosyal medyadan iletişime geçtiğim Murat Menteş’in de önerisiyle 2017’ de Ot Dergi’nin haziran sayısında uzun bir öykümden kısa bir pasaj yayımlandı. O gün, o dergiyi alıp kendi öykümü içerisinde görünce garip bir mutluluk hissetmiştim. Bloğumdan öyküler yayınlamaya devam ederken Gültekin adlı arkadaşımın önerdiği Öykü Gazetesi’ne bir öykü gönderdim. Yazdıklarımı şimdi de ilkin ona okuturum. Sağ olsun o da okuma zahmetinde bulunup geri bildirimlerde bulunuyor her seferinde. Bir teşekkür de onun için. Yolladığım öykü, gazetenin Temmuz 2018 sayısında yayınlandı. O günden sonra birkaç dergiye daha yolladıysam da yayınlanmadı. Ben de dergilerden vazgeçip bloğa odaklandım. Sonra da İnce Tezat sitemizi açınca bloğu da bırakıp sadece burada yazmaya başladım. Önceleri kafama estiği zaman yazıyorken şimdilerde düzenli bir şekilde yazmaya özen göstermeye çalışıyorum. Yazmak da nankördür, kalem çalışmadıkça körelir.

Dediğim gibi hâlâ bir okunma kaygısı yaşamıyorum. Yazdıklarım okunmazsa da beğenilmezse de çok bir şey değişmiyor. Tabii gelen olumlu yorumlar daha bir şevkle yazmaya itiyor. Benim okuma yazma maceram böyleydi. Olabildiğince kısa tutmaya çalıştım.

Yazma Süreci

Yazacağım öykünün konusunu bulmamda herhangi bir metot kullanmıyorum. Herhangi bir cümleden, gördüğüm bir fotoğraftan, bir kelimeden, sokakta gördüğüm tanımadığım insanlardan veya yoğun bir düşünmeden sonra yazacağım öykünün konusunu buluyorum. Yalnız, üniversite yıllarımda garip bir şekilde ondan fazla öyküyü bulaşık yıkarken kurgulamıştım. Bu yüzden yazmaya karar verdiğimde, aklımda henüz oturmamış bir kurguyu düzenlemek için bulaşık yıkardım. Bunun hikmeti deterjanın kokusunda mıydı, bilemiyorum. Ev arkadaşlarımın da işine geliyordu. Aklımda beliren karakterler, olaylar ve mekânlar bir süre kafamda farklı şekilde kurgulandıktan sonra ilk cümleleri yazmaya başlıyorum. Zaten ilk cümleyi yazdıktan sonra devamı bir şekilde geliyordu. Tabii bu her zaman geçerli olmuyordu. Bazı öyküleri devam ettiremeyip yarıda bıraktığım da oluyor. Bunları da, tekrar tekrar okurken belli bir doyuma ulaşmadığını ve okunacak bir değerinin olmadığını düşündüğüm için yarım bırakıyorum. “Diğer yazdıkların okunmaya değer mi?” derseniz herhalde “Zamanınız varsa okuyup karar verin.” diyebilirim.   

En zorlandığım konu ise öyküye isim bulmak. Bana göre öyküye isim bulmak öyküyü yazmaktan daha zor. Ciddi anlamda zorlanıyorum.

Karakter isimlerine gelince, daha çok sosyal medyada ya da okuduğum öykülerde gördüğüm güzel isimleri kullanmaya özen gösteriyorum.

Belli bir saat aralığında yazmak gibi bir huyum yok. Yazmakta olduğum bir öykü ile ilgili bir olay, bir cümle veya gidişatın seyrini değiştirecek bir fikri hemen telefonuma not alırım. Gece karanlığında, sadece masa fenerinin yandığı bir odada yazmayı tercih etsem de genellikle iş yerinde boş zamanlarımda yazıyorum. Hafta sonları istediğim şekilde bir ortam yaratıp çalışabiliyorum. Sizler de kendinizi en iyi hissettiğiniz bir çalışma ortamı hazırlayarak yazmaya devam edin.

Tavsiyeler

Yazacağınız türde bol okumalar yapmakla birlikte her türden kitapları okumaya özen gösterin. Tek türde okumak yerine, sevdiğiniz türdeki kitaplara ağırlık vererek diğerlerini de okumaya çalışın. Mutlaka başka perspektiflerden görmeyi sağlayacaktır. Fantastik kitapları okurken arkadaş çevrem bana katkısı olmayacak bu tür kitapları okumamamı söyleseler de hayal dünyamı fazlasıyla etkileyip genişlettiğini düşünüyorum.

Yaptığımız öykü yarışmalarında gelen öykülerde görüyorum ki, herkesin anlatacak bir hikâyesi var; ama bunu kâğıda dökme konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Olayları çok hızlı geçerek, karakterin duygularına, mekânların ayrıntılarına önem vermeden gelişi güzel yazmaya çalışılıyor. Genellikle kafamızda kurgularken her olay ayrıntısıyla bir film şeridi gibi gözükürken iş kâğıda aktarıma gelince afallıyoruz. Gelen öykülerdeki en büyük eksikliklerden biri de betimleme konusunda yaşanıyor. “Adam yolun karşısına geçti.” diyerek hemen bitirmek yerine karakterin içinde bulunduğu duygu durumunu da yansıtacak şekilde daha iyi bir cümle ortaya çıkartmaya çalışmak gerekir. Örneğin, “Adam kaldırımdan taşan kalabalıkta omzuna çarpan insanlara aldırmadan içindeki buruk yalnızlığı soluyarak yolun karşısına geçti.” gibi olayı biraz daha detaylandırmak daha iyi olacaktır diye düşünüyorum. Benim yazı anlayışım biraz da bunu gerektiriyor. Detaylarda boğulup gereksiz uzatmalardan söz etmiyorum. Ama bir karakterin yürüyüşü, bakışı ve oturuşu duygu durumunu da yansıtacak şekilde verildiğinde karakter daha kapsamlı olarak okuyucunun zihninde canlanır. İlk öykülerimde bunlara dikkat etmemekle birlikte ben de yazdıkça bu farkındalığa varıyorum. Yazdıkça daha birçok şeyin farkına varacağız.

Betimleme konusunda sıkıntı çekenler için benim de ilk başlarda yazarken kullandığım bir pratik önereceğim. Yazı aracınızı alın ve bulunduğunuz odayı betimlemeye başlayın. İlerledikçe betimlemelerinizi detaylandırın. Örneğin; odadaki kanepeyi, kanepedeki yastığı, yastığın kılıfındaki motifleri, motiflerin çağrıştırdıklarını… Bu şekilde olabildiğince uzatın. Gördüğünüz nesneleri bu sefer de zihninizdeki hikâyede detaylandırın. Bu şekilde sizlere faydalı olacağını düşünüyorum.

İmla kuralları ve noktalama işaretlerine de dikkat etmeniz gerekir. Çünkü fazlasıyla göze batan imla ve noktalama işareti hataları okumayı zorlaştırıyor. Yazdıklarınızı sosyal medya platformlarında yayınlandığınızda bu tür hatalar yine hoş görülebilir. Ben de yayınlanan yazılarımdan bazılarını kontrol ederken bu tür bariz hataları görebiliyorum. O yüzden ince eleyip sık dokumak gerek. Hele ki kitap çıkartmak gibi bir deli cesaretine girdiyseniz bir zahmet dil bilgisine hâkim olun. Gerçi, artık yayınevleri kitabın içeriği ve niteliğine önem vermiyor. Bu yüzdendir ki, piyasada basımına şaşırdığımız birçok kitap raflarda yer buluyor.

Yazmak için “ilham” gelmesine gerek olduğunu düşünmüyorum. Uygun bir ortam olduktan sonra yazmaya kararlıysanız bir şekilde yazmaya başlarsınız. İlhamın gelmesini beklemeyip her gün olabildiğince yazmaya çalışın.

Afili cümleler kuracağım diye hiç olmadık yerde olayın akışını kesip bu cümleleri eklemekten ve okuyanı yoracak uzun cümlelerden kaçının. Yeri geldiğinde o cümleler kendiliğinden dökülür.

Başlarda yazarken okuyup etkilendiğiniz birçok kitaptan esintiler görebilirsiniz. Yazdıkça bunları geride bırakıp kendi dilinizi bulacağınızı göreceksiniz. İlk başlarda kendi iç dünyanızın yansımalarını fazlasıyla görebilirsiniz. Bundan sıyrılmak için kendinizi merkeze alan konuları bırakıp dışarıdan bir şeyler üretmeye çalışın. Her gün selamlaştığınız bir esnaf, hiç tanımadığınız bir işportacı, hayatından bir şeyler kaptığınız arkadaşınız veya mahalledeki sokak hayvanlarından birinin hayatı da olabilir bu. Olayları başkalarının gözünden yaşama deneyimi sizlere çok şey katacaktır.

Daha fazla uzatmak istemiyorum. Yazdıklarınızı ister başkalarıyla paylaşın, ister kendinize saklayın ama yazmaktan vazgeçmeyin.

Kitap Önerileri

  1. Yüzüklerin Efendisi – Tolkien
  2. Suç ve Ceza – Dostoyevski
  3. Kar – Orhan Pamuk
  4. Kinyas ve Kayra – Hakan Günday
  5. Siyah Kan – Jean-Christophe Grangé
  6. İnsan Ne İle Yaşar? – Tolstoy
  7. Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
  8. Alemdağ da Var Bir Yılan – Sait Faik Abasıyanık
  9. İçimizdeki Şeytan – Sabahattin Ali
  10. Aşka Dair Nesirler – Ümit Yaşar Oğuzcan
]]>
https://www.incetezat.com/deneme/yazmak-uzerine/feed/ 10
Taş Ev https://www.incetezat.com/oyku/tas-ev/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=tas-ev https://www.incetezat.com/oyku/tas-ev/#comments Fri, 14 Feb 2020 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=4133

Her şeye ve herkese rağmen akıp giden, kendiyle birlikte birçok şey götüren zamanın bu şuursuz seyrinde seni görebileceğimi, gördükten sonra yıllar öncesine dönebileceğimi hiç ummuyordum. Hâlâ hayatın karşımıza umduklarımız ve hayal ettiklerimizle çıkmayacağının bilincine varamamıştım. Zamana ve mekâna sığmayan bir düzlemde duruyor gibiydim.

Bunca yıldan sonra bile saçların ilk gördüğüm günkü kadar uzun ve diriydi. Yüzün ellerime sığamayacak kadar güzel, gözlerin ise gereğinden ciddi ve yeri geldiğinde bulutlara yağmur yağdıracak kadar canlıydı. O çok özlem duyduğum, pazar sabahları açan güneş kadar iç ısıtan gülüşün hiç eksilmemişti. Bana gülümsememiştin. Yine bir başkasının gözlerinde ışıldayan gülüşünü izliyordum. Burnundaki hızma yarasında hâlâ küçük bir kabarcık duruyordu. Bir çiçeğe bakar gibi bakıyordum güneşli gözlerine.

Karşına çıkmak için aradığım cesareti bulamadım. Bulsam neleri değiştirebilirdim? Yer bulamadığım dünyanda bunca zaman sonra kendime dair bir şeylerin çıkmasını mı umacaktım?

Soğuk hava tenindeki gözeneklerde küçük kızıl kabarcıkları belirginleştirmişti. Bundan olsa gerek, paltonu çekiştiriyordun. Nedendir bilmem ama içimi birden, ellerindeki poşetleri taşıyıp birlikte aynı evde soluklanacağın birinin çıkacak oluşunun korkusu kapladı. Bu tuhaf hissiyatı bir kenara bırakıp ne yapacağımı, neden yapacağımı bilmeden peşinden gelmeye karar verdim. Bana yabancı gelen sokaklarda sen önde ben de ardında geliyordum. Hâlbuki seninle bu şehri köşe bucak gezerek en ücra noktadaki sokakları birlikte bitirmeyi, bitirdikten sonra sahilde soluklanıp soğuk havanın çizdiği yüzünde bir çiçeğin ömrünü yaşamanın hayalini kuruyordum. Sahilde kırmızı yelekli, seyyar arabasındaki büyük kazanda dumanı tüten salebine tarçın serpiştiren çocuktan alacaktık saleplerimizi. Herhangi bir banka oturup deniz dalgalarının bize yarını anlatmasını dinleyecektik. İçinde bulunduğumuz zamanın ötesinde birbirimize dahi anlatmadığımız hayallerimize uzanırdık belki de. Hava soğuk olur, ellerini ısıtırdı ellerim.

Belki ve keşke duraklarını geride bırakıp yolun karşısına geçtik. Yorulmuştun, ellerindeki poşetleri bir süre yere bırakıp soluklandın. Çevreye bakınıyordun. Renkli vitrinlerde pahalı mücevher ve altınları kaldırıp kasaya yerleştiren kuyumcular, yıpranmış mankenlerdeki göz alıcı kıyafetler, çeşit çeşit yiyecek ve envaiçeşit baharatın kokusuyla kaplanmış bu sokakta, varlığın dışındaki her şeye kapalıydı gözlerim. Hiç beklemediğim bir anda nedense arkana dönme gereğini hissettin. Beni fark etmiş olabileceğinin korkusu içimi kapladı. Kalbim uzun zamandır kapalı kaldığı odadan çıkmışçasına tedirginleşti. Beni görmediğini umarak bir evin merdiven boşluğuna sığındım. Geri baktığımda, son bir gayretle, sana ağır geldiğini hissettiğim sırtındaki paltoyu birkaç kez daha çekiştirerek yeniden asıldığın poşetleri hışımla kaldırıp yola devam ettin. Girdiğimiz sokağı sis kaplamıştı. Nefesinle buğulanmış gibiydi yeryüzü.

Kahverengi ahşap pencereli, küçük avlusu reyhanlarla çevrilmiş dört söğüt ağacının eşiğindeki kapının ardında yükselen iki katlı taş bir evin önünde durdun. Bitap düşmüştü kolların. Ona rağmen poşetleri yere bırakmayıp ayağınla kapıyı tekmelemeye başladın. Işığı yanan odadaki perdenin ardında beliren bir gölge kapıya yöneldi ve aralanan kapıda on yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Kapı gölgesi küçük kızın yüzüne oturduğundan mı doğru dürüst seçemedim bilmiyorum ama sana benzetemedim. Soğuk hava bir süre içeriyi doldurdu ve kapı aralığında kayboldunuz.

Ne yapacağımı bilmiyordum. Tüm duygularım bir saatin sarkacı gibi gidip geliyordu. Mahallede biraz dolandıktan sonra kırık camını kartonla kapatmış kambur terziyi, çürümüş meyveleri ayıklayan manavı ve kepenklerini indiren tesisatçıyı geride bırakarak evinin sokağında bulunan kahvehaneye girdim. Sekiz masadan ibaret, duvarında birkaç milli takım posteri, çerçevelenmiş resmi belgeler olan bu kahvehaneyi orta yaşlı bir adam işletiyordu. İçeri girer girmez göze batmıştım. İşletmeci beni güzel karşılayarak masalardan birine oturtup çırağına seslenip masaya çay istedi. Meraklı gözlerin üzerimde olduğunu biliyordum. Bu gözleri kendi masalarındaki muhabbete döndürmek için mahalledeki okula öğretmen olarak atanıp buraya taşınacağımı, ev aradığımı söyledim.

“Tam da yerine geldin öğretmen bey. Ağabeyimin evi uzun süredir boş. Mahalleye dışarıdan bir memur, öğretmen falan gelmezse öylece kalakalacak. İyi ettin de geldin. Kira için de çok şey istemiyoruz. Çayını içtikten sonra istersen gidip eve bakalım.”

Zoraki gülümseyip teşekkür ettim. Çayımı bitirince ister istemez takıldım adamın peşine. Adam konuşunca susmak bilmiyordu. Ben ise soluduğun sokaklarda yürümenin heyecanı ve utancıyla gülümsüyordum.

İki katlı taş evin önünde durduk. Bu, az önce kapının aralığında seni gördüğüm evdi. Göğsümün daha bir hızlı kabardığını fark ediyordum.

“Ağabeyiniz burada mı yaşıyor?”

Hiç susmayan bu adam bir an duraksadı.

“Burada yaşıyordu. İki yıldır cezaevinde.”

Başka bir şey sormadan üzüldüğümü belli edercesine başımı önüme eğdim. Kapı eşiğine gelince bir yerlere tutunmaya çalıştım. Yüreğimde dinmeyen kıpırtı dizlerime yansımıştı. Derin bir nefes alıp dirayetli olmaya çalıştım. Kokunu kapı eşiğindeki reyhanlara bırakmış gibiydin. Kapı ikinci çalışında on beş yaşlarında bir erkek çocuğu tarafından açıldı. Gözleri doğuştan sürmeliydi. Çatlak dudaklarının gülümseyişiyle daha da belirginleşen elmacık kemiklerini senden almıştı. Senden bir mucize karşımda duruyordu.

Bizi güler yüzle karşılayıp içeri buyur etti.

“Annen nerde? Yukarı katın anahtarı lazım.”

Tam da o sırada zaman, tüm gerçekliğini ve hızını başka bir evrenin boşluğuna bırakmışçasına durağanlaştı. Koridorda ışıldayan bir inci gibi belirdin. Kırmızı eteğine işlenmiş çiçekleri kıskandıracak güzellik ve ihtişamınla yürüyordun. 

Beni görünce hiç bozuntuya vermeyişini garipsedim. Bir an beni tanımamış olduğunu dahi düşünmedim değil. Gözünde geçmişin güzel anılarını canlandırdığını görmeyi diliyordum. Fakat bunun farkına varacak kadar bakamamıştın. Geldiğin odaya bu sefer daha mahzun dönerek belki de içindeki o garip hissiyatı yansıtmamak adına biraz oyalandıktan sonra kırmızı bir kurdeleden sarkan anahtarı getirdin. Bu sefer parmak uçlarındaydı gözlerin. Sobası seninle tüten şu evden çıkmak istemeyişimin sessizliğini adam bozdu, anahtarı aldık ve üst kata çıktık.

Adamla üst kattaki daireye geçerken ne dediğini anlama gayretine girmeden dinlemeye çalışıyordum. Çünkü aklım, varlığının tüm hücrelerime tutunduğu gerçeğiyle boğuşuyorken dışarıdan gördüğüm yansımaların, işittiğim seslerin, dokunduğum insanların bir önemi kalmıyordu. Bunca yıl kim bilir neler yaşayıp bir satır aralığına dahi doldurma gereği duymamıştın. Yüzündeki güzelliği, iyi niyetinin kirpiklerinde yeşerttiği inceliği soldurmayan hayat karşına neleri, kimleri çıkartmıştı? O çocuklar mı hayatta tutuyordu seni ya da yaşamaya değer bir hayat sürüyor muydun sahiden? Bunca yıl sonra bile herhangi bir şehirde, herhangi bir zamanda seninle yüzündeki kırışıklıklara kazınmış olan anıları, zamanda yitirdiklerimizi ve gelecek hakkında konuşmayı nasıl istediğimi bir bilsen. Seni bir tarihin başlangıcında bulmanın hayaliyle gidiyorum.

Kahvehaneye döndüğümüzde adama evi beğendiğimi ama bana biraz süre vermesini istedim. Üç gün daha mahallede dönüp dolaştım, seni bir kez daha görebilmek umuduyla. Fakat bunun içimde doğurduğu kötü hissiyatı bir türlü içimden atamıyordum. Hayatınla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyor oluşumun verdiği cesaret miydi beni böyle bir girdaba sokan? Yaptığımın doğru olmadığının farkındaydım ama içimde kabarmış olan, yeniden canlanan duygulara yenik düşüyordum. Belki de tek istediğim yüzünde, kendimde bulduğum bu garipliği görebilmekti.

Kahvehanecinin adının Salim olduğunu ertesi gün öğrendiğim. Hâlâ adımı merak edip sormamıştı. Öğretmen bey diyerek geçiştiriyordu. Merakım ağır basıp ağabeyinin neden cezaevinde olduğunu sorunca kaşlarını çatarak çok fazla soru sormamam gerektiğini söyledi. Gün boyu soğuk tavırları bende anlamsız bir korku doğurdu. Üçüncü günün akşamı altmışlı yaşlarında bir adam müsaade isteyerek masama oturdu. Önce çevresine bakındı, sonra da iki çay istedi.

“Evladım maksadım seni korkutmak değil ama aklın varsa şu Salim’den uzak dur. Başka bir ev bulabilirsen bul, hatta bu lanet mahalleden çıkabilirsen çık git. Kalma buralarda. Yazık eder sana o adam.”

“Neden öyle dedin ki amca? Geldiğim günden beri bana yardımcı olmaya çalışıyor.” diyerek garipsedim.

Adam beni rahatsız edecek bir şekilde gülümsedi. Gülümseyişindeki alaycı tavrı sezmiştim. Salim’den dinleyeceğimi sandığım hikâyeni bu yaşlı adamdan dinleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.

“Bu Salim kalıbına sığmayan, kardeşine dahi acımayan berbat bir adam. Adam dediğime bakma. Seni götürdüğü evin alt katında oturan kadını gördün mü?”

“Üst kattaki dairenin anahtarını almak için giderken gördüm.” diyerek ne diyeceğinin merakıyla sözlerine devam etmesini bekledim. Adam yeniden etrafına bakındı, Salim yoktu ortalıkta çırağı da tezgâhta birikmiş bardakları yıkıyordu. Rahatlamış bir tavırla bana doğru eğildi.

“İşte o gördüğün kadın Salim’in kardeşi, rahmetli Celal’in karısı Nergis’ti. Salim rahat bırakmıyor kadını. Yengesinde gözü olan adamdan ne beklersin?”

Daraldım. Kaçıp gitmek, buraya hiç gelmemiş olmayı dileyip uzaklaşmak istediysem de kalıp dinlemeyi tercih ettim.

“Salim’in küçük kardeşi Celal, Nergis ile evlendikten bir süre sonra mahalle arasında Salim’in yengesinde gözü olduğu söylentisi mahallede yayılmaya başladı. Bu söylentiler Celal’in kulağına kadar gittiyse de ağabeyinin böyle bir şey yapmayacağını, bunun sadece bir mahalle dedikodusu olduğuna inandı. Ya da inanmak istedi. Bir süre sonra tıpkı senin gibi mahalleye yeni taşınan, şu sana gösterilen dairede kalan kendi işinde gücünde olan bir memurun başını yaktılar. Sözde bu memur Celal’in olmadığı zamanlar evlerine uğrayıp münasebetsiz davranışlar sergiliyormuş. Salim, mahallede kendisi için söylenenlere bir son vermek için kardeşini o kadar dolduruşa getirdi ki Celal ağabeyi hakkında hâlâ ortalıkta dolanan söylentileri de kaldıramayınca gidip o garibanı alnının çatından vurdu. Tabii bu süreçte kimse Nergis’in ne dediğine, ne diyeceğine bakmadı. Onun söylediklerinin bir önemi yoktu. Sonuçta kocasına bir çocuk dahi veremeyen yarım bir kadındı. Celal hapiste rahat yüzü görmedi. Kimine göre Salim tarafından, kimine göre o gariban memurun akrabaları tarafından öldürüldü. Kocası önce hapsi boylayıp sonra öldürülen Nergis için ailesi bir karar alacaktı. Ama Salim önemli bir şeyi atlamıştı. Nergis aile geleneklerine göre zaten dışarıdan biriyle evlenemeyecekti. Alınan karara göre, Celal’in en büyük ağabeyi Mesut ile evlenecekti. Garibim çaresizce, ister istemez kabullendi. Mesut’un kıza etmediği eziyet kalmadığı gibi Nergis’ten 3 çocuğu oldu. Ee mahalleli de anladı ki sorunlu olan Nergis değil Celal’di. Ama ne fayda? Ne Nergis ne de çocuklar bu adamdan gram sevgi, saygı göremedi. Mesut’un diğer eşi ve çocukları da ayrı evlerde yaşamalarına rağmen bunlara etmediğini bırakmadı. Mesut’un geldiği gecelerde evlerinde hır gür eksik olmazdı. Bir gün sabahın köründe jandarmalar gelip Mesut’u apar topar alıp götürdüler. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Meğerse çocuklardan en küçüğü ormanlık bir alanda ölü bulunmuş, silah da Mesut’un evinde çıkmıştı. Bu işin arkasında da herkese göre yine Salim vardı. Olan yine Nergis ve çocuklarına oldu. Ne kendi hayatını yaşayabildi ne de çocukları. ”

Adam duraksadı, ceketinin cebinden çıkarttığı sigaradan bir tane alıp bir tane de bana uzattı. İkramını geri çevirmedim.

“Salim ümidini hâlâ Nergis’ten kesmemiş. Gecenin köründe evlerine girip rahatsız ettiğine bir kaç kere şahit oldum. Sana da yazık etmeden uzaklaş bu adamdan evladım. Aklın varsa git, kalma buralarda.”

Ne diyeceğimi bilemedim. Bu adama inanmak için bir sebebim olmadığı gibi onun da yalan söylemesi için bir sebep göremiyordum. Sigaramı boş, metal kül tablasında söndürüp müsaade isteyerek, adamı sigara dumanının ve batak oynayan iki masanın küçük kuru gürültüsünün ardında bırakarak çıktım.

Dışarıda kuru bir soğuk vardı. Ellerim cebimde nereye gideceğimi dahi bilmiyorken son kez iki katlı taş evin önünde durdum. Bir süre öylece bekledim. Yaşadıklarını dinlemenin zorluğunu çekerken bu kadar şeyin sana reva görülmesi içimi çürütmüştü. Son bir kez bulunduğun sokağı soluyorken ışığı yanan perdenin ardında belirdin. Yüreğimi araladığın gibi perdeyi araladın. Bana bakıyordun. Ne düşündüğünün bir önemi yoktu. Ne olduğunun, neler yaşadığımızın, daha neler yaşayacağımızın da. Hayat bize mutlu cümleler kurduracak kadar gülümsememişti. Artık bakmanın ve kalmanın bir şeyleri değiştirmeyeceğinin bilinciyle seni son kez görerek bir daha bu taş evin önünde durmamak üzere gidiyordum.

Ardıma bakmadan, beni izleyip izlemediğinin merakıyla mahalleyi terk ettim.

Kendimi, deniz dalgalarının kayalıklara çarparak yüreğimdeki ümit kırıntıları parçalıyormuşçasına dövdüğü sahilde buldum. Salep satan çocuk yoktu ortalıkta. Bira içen bir kaç genç dışında kimseleri görmedim. Bir banka oturdum.

Tanrı bize yeniden bir hayat bahşetseydi yine aynı hataları yapıp aynı insanlara denk gelecektik. Yine hayalleri sadece güzel ve mutlu günlerin umuduyla kuracaktık. Güzel anlarımızda hep başkalarıyla olacaktık. Ama yıldığımız, tükendiğimiz ve ümidin silikleştiği anlarda tek başımıza kalacaktık. Ben seninle kuyu dibindeki karanlığı ferahlatacak ışığın geleceği ümidinin hayalini kurdum.

Yorgunsun. Yorgunluğunla eşdeğer bir kar yağıyor şehre. Ellerime değen kar taneleri, elmacık kemiklerinin sıcaklığını avuçlarımda hissedercesine eriyor.

Rıhtımda bir yolcu teknesinin ışıkları yandı, motorunun sesi denizi dalgalandırıp yeryüzüne inen karın karıştığı beyazlıkta köpükler çıkartarak yolculuğa hazırlandı. Banktan kalkarak lapa lapa yağan karda, bira içen gençleri geride bırakıp ışıkları yanan, nereye dahi gittiğini bilmediğim teknede cam kenarında, bağlamasını bacakları arasına alan takım elbiseli bir gencin yanına oturdum. Nereye gittiğimin bir önemi var mıydı bilmiyorum. İnsanın kendine dahi yabancı olduğu şu dünyada mekânın, zamanın veya insanların ne önemi vardı? Avuçlarımdaki son kar taneleri de teninde solan dudaklarım gibi kurudu. Tekne gürültüyle sarsılarak rıhtımdan ayrılırken ben yabancı olduğum bu dünyayı ve seni karlı gecenin soğuk karanlığına gömerek bilmediğim bir yarına yol aldım.

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/tas-ev/feed/ 2
Kuyudaki Kelimeler https://www.incetezat.com/deneme/kuyudaki-kelimeler/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=kuyudaki-kelimeler https://www.incetezat.com/deneme/kuyudaki-kelimeler/#comments Thu, 28 Nov 2019 08:31:38 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3755

Ömrüm; umutsuzluklar ve yenilgilerle dolu cümlelerden ibaret, ücra köşelere fırlatılmış bir kitap gibi okunmayı bekliyor.

Yeraltında şehir suları besliyor köklerimi. Ne kadar uzandıysam da dokunamadım, dallarında yeşeren bahar çiçeklerinin renginde saklı hayatın özüne. Bilmediğim mevsimlerin yağmurlarında kayboldum. Bulamıyorum seni.

Soluk renklerle başlıyorum, adını yaşattığım günlerin sabahına. Gökkuşağı ellerinde ışıldıyor. Göğümün pencereleri kapalı. Siyah beyaz bir hayatın kirli renklerinden arınmaya çalışıyorum. Her şey elime yüzüme bulaşıyor. Dokunamıyorun kimselere. Renk renk seni düşünüyorum. Dönüp dolaşıp kendimi sahipsiz düşlerin gölge oyunlarında buluyorum.

Ansızın, terli terli soluyarak uyanıyorum gördüğüm anlamsız rüyalardan. Rıhtımlara küskün gemilerle dolu bir limana doğru yürüyorum. Soğuk rüzgârlar kesiyor gözlerimi. Yanımda yoksun, hiç olmadığın gibi.
Boğuluyorum dudaklardan çıkan kelimelerin sivriliğinde. Aklım kendince çocukça bir oyuna kapılıyor. Ve her seferinde mağlup olan tarafta buluyorum kendimi.

Gülen bir çantadan çıkıyor tebessüm yüklü fotoğrafların. Beni sevmiyordun, bunu fotoğrafların arkasındaki yosun bağlamış silik cümlelerden anlıyordum.

Hastalıklı yanım bacalardan tüterken, bütün şehir ışıklarını karanlığıma örtüyor. Yorgunum. Tıpkı seni ilk gördüğüm geceyi aydınlatan yıldızlar kadar yorgun. Ve ellerim soğuk soğuk terliyor. Boğazımda sözlerden sıkı düğümler. Aklım, yüzündeki gülümseyişin derinliğindeki mavi odalarda geziniyor. Beni, gülümseyişinin kaynağındaki susuzluğa inandırdın.

Henüz gün doğmadı. Saat, yokluğunun duvarlardaki çizgilerde manalaştığı bir vakit. Güneş bir doğsa, saçlarına değmeyi bekleyen erguvan ağaçlarındaki yaprakların renklerine uzanacağız. Yürüdüğün sokakların mateminde soldu gönül çiçeklerim. Gelirsin diye göğe kuş kanatlarından kuşaklar bağlayıp sarı yapraklar topladım yollarına. Unutmuyorum ellerime sığmayan gülüşlerine yazdığım hasret şiirlerini.

Küllerimi savurdum kirpiklerinden zamanın boşluğuna. Tutarsın diye uzatıyorum ellerimi, yoksun. Ellerin güneş sıcaklığı, ellerin yaprak yaprak.

Gece, günahlarımızı örtüp ıstıraplarımızı açığa vurduğu saatlerde sokaklara çıkıp seni arıyorum. Parkta, salıncaklarda salınmayı bekleyen çocuklara soruyorum. Kimseler görmemiş örgülerine işlenen yıldızların ışıltısını.

Seni soluyorum, perdelere yansıyan mutlu insanlar sokağında. Ellerim ceplerimde, üşüyorum. Korktuğun karanlıklara sapıyorum. Ay ışığını ellerine sığdırdığın hediye dükkânının önünde duruyorum. Camda yüzünün hatları beliriyor. Dokunduğun her şey senden bir anı biriktirmiş.

Her geçen gün biraz daha kendimden uzaklaşıyorum. Gözlerim şiir gövdelerinde buluyor kendini. Söz geçiremediğim yüreğimde kurudu cümlelerim. Yazamadım hiçbirini. Gönül taşında kırıldı senden geriye kalanlar. Yazamadım hiçbirini. Kuyu diplerine düştü kelimelerim.

Yazamadım.

Hiçbirini.

]]>
https://www.incetezat.com/deneme/kuyudaki-kelimeler/feed/ 7
Yol https://www.incetezat.com/oyku/yol-2/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=yol-2 https://www.incetezat.com/oyku/yol-2/#comments Mon, 14 Oct 2019 09:49:15 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3586

Hissettiğim tek şey korkudan ibaretti. Babamın göğsünde açtığım yarıktan avucuma fışkıran kandan ziyade gözlerindeki şaşkınlık ve çaresizlikten doğan korkudan ibaret. Şimdilik içimi parçalayacak olan pişmanlık ve vicdan azabından ses seda yok. Belki sonradan baş gösteriyordu bu duygular. Emin değilim. Ne de olsa babamı daha önce hiç öldürmemiştim. Peki içimde kaç kere öldürmüştüm?

Masanın ardında, sırtını dayadığı koltuğundan ona doğru yürüdüğümü görünce sarılacağımı düşünerek ellerini iki yana açıp gülümsemişti. Tam da o sırada, hiç beklemediği bir anda bıçağı göğsüne saplamıştım. Bir iki sendeledi, bileklerimden kavradı, sonra yüzüstü yere kapaklandı. Babamı neden öldürdüğümle ilgili cümleler kurmayacağım. Ölüm gerçeği, çünkülü cümlelerle kurulan bütün gerekçelerin üzerini çizip değersiz kılıyordu. Babam boylu boyunca beyaz parkeye kanını işlerken, nedendir bilmem ama şifresi annemin ölüm tarihi olan kasadan çıkarttığım tüm paraları siyah bir poşete koydum. Onu tabii ki para için öldürdüğümü düşünebilirsiniz ama öyle değil. Dediğim gibi, bir önemi yok.

Otoparktaki arabama binerken poşetteki paraları sırt çantama doluşturdum. Araba göğsünde, göstergedeki saat henüz on üç dakikanın geçtiğini gösteriyordu. Yola çıktığımda nereye gideceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Şehir merkezine giden yoldan sapıp çevre yoluna girdim. İki saatlik yol boyunca bir kaç arabada ve kırmızı bir motosikletten başka kimseye rastlamadım. Ne bir polis aracı ne de çevirme vardı. Şoku çoktan atlatmış, karnımın acıktığını fark etmiştim. Yol üzerinde durmaktansa, bir kasabaya açılan yola saptım. Bir süre gittikten sonra tabeladaki yazıları zorla seçebildiğim derme çatma bir lokantanın önünde durdum. Yer yer sıvalı ve kırık tuğlaların ayakta tuttuğu bu lokantadan içeri girince sekiz ahşap masadan başka bir şey göze çarpmıyordu.  Cam kenarındaki masalardan birine oturarak mutfakta olabileceğini tahmin ettiğim garsona seslendim. Biraz sonra saçları beyazlamış, elleri ve yüzü benli altmışlı yaşlarında bir adam topallayarak mutfaktan çıkarak geldi. Sadece mercimek çorbasının olduğunu, onun da taze olmadığını söyledi. Başka seçeneğim olmadığı içim çorbayı kabul ettim. Geldiği gibi topallayarak bir şeyler mırıldanıp geri gitti. Yaklaşık beş dakika sonra elindeki tepside dumanı tüten mercimek çorbası ve bir kaç parça bayat ekmekle geri döndü. Çorbanın renginden birkaç günlük olduğu belli oluyordu. Kimselerin uğramadığı, zor durumda kalanların kafasını kapıdan içeri uzatıp gerisin geri kaçtığı bu acayip yerde benim gibi bir meczuptan başka kimse oturamazdı.

Yaşlı adam karşımdaki sandalyelerden birini çekip pencere pervazına kolunu dayayarak dışarıyı seyre daldı. Hava açıktı ama her an yağmur da yağabilirdi. İçimdeki duyguları yansıtan bir havaydı işte.

Adamın yüzündeki ifadeden bir şeyler çıkartamıyordum.

“Buralara pek kimseler uğramıyor gibi.” diyerek bir girizgâh yaptım. Adam hiç istifini bozmadı.

“Kimse, kimseler uğramıyor. Önceleri ana yol şu karşıda gördüğün yoldan gider  kasabanın içine doğru ilerlerdi. Kaç yıl evvel güzergâhı değiştirdiler. Senin gibi yolunu şaşmayanlar dışında da pek misafirim yok.”

Ağzıma götürdüğüm çorbaya üflerken gülümsedim.

“Eşin, çocukların falan kimse yok mu? Tek başına mı burayı idare ediyorsun?”

“Önceleri siparişlere yetişemediğim için bir kaç yardımcı almıştım yanıma. Artık tek başıma idare ediyorum. Gelen giden yok nasıl olsa. Arka taraftaki mutfakta bir köşeye serdiğim yer yatağında yatıyorum. Evim de aşım da burası.”

“Evlenmedin mi?”

“Evlenmedim.”

Sorup sormamaktan tereddüt etmiyordum. Alacağım cevabın tersliğinden de çekincem yoktu. Ne de olsa babamı öldürmüştüm. Bu ihtiyarı öldürmeye gücüm elbette yeterdi. Muhtemelen babamın cesedi bulunmuştur da. Peki bu ihtiyarın cesedi kaç gün, kaç ay, kaç zaman sonra bulunacaktı? Bulunması için de yine benim gibi bir meczubu beklemesi gerekecekti.

“Neden? Hiçbir kadını bir ömür geçirecek kadar sevemedin mi?”

Konuşmamız başladığından beri ilk defa kafasını bana çevirdi. Gözlerimin içine baktı. Göz torbaları sarkmış, kaşları dağınıktı. İkimizin donuk bakışları birbirine kenetlendi. Sandalyesini çevirdi, kollarını masaya dayayıp benli parmaklarını birbirine geçirdi. Bir müddet böyle kaldık.

“Fark eder mi?” diye burnundan soldu.

“Etmez mi?”

“Fark ederse bir şey değişir mi?”

“Değişmez.” dedim diri bir sesle.

İnsanlara, duygulara, yaşam sevincine, aşka, kadına, dünyaya dair çok şey bildiğim söylenemez. Şu yaşlı adamın hikâyesini de bilmiyorum. Belki de zamanında çok sevdiği bir kadın vardı hayatında. Hatta evlenmeye yakın bir zamanda herhangi bir kazadan ötürü topal kalan bu adamı eksik ve kusurlu gören sevdiği onu yüzüstü bırakmış olabilirdi. Belki de hiçbir zaman bir baltaya sap olamamıştı. Veya belki de şu yıkık dökük lokantadan dışarı çıkmadan yaşamıştı yıllarca. Bilmiyordum.

Başka bir şey de sormadım. Tadı damağımda kalmasa da karnım doymuştu. Nedendir bilmiyorum ama sırt çantamı dizlerime oturttum ve içindeki paranın neredeyse hepsini masaya bıraktım. Belki de bu lokantadan hiç çıkmadan bir hayat yaşadığı fikrinden belki de hiçbir sebebi yokken yaptım. Emin olamıyordum. Adamın gözleri yerinden fırlayıp göz torbalarına düşecekmişçesine açıldı. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp kapıya yöneldim.

“Şey… Evladım… Bu paralar…”

“Rastgele bey amca!” deyip kapıyı açtım.

“Sağ ol. Sağ ol evladım. Bu iyiliğini hiç ama hiç unutmayacağım.” gözlerini paralardan alamadan, sesi titreyerek kurmuştu bu minnet cümlelerini.

“Unutursun bey amca, unutursun. Hatta ben bu kapıdan çıkar çıkmaz unutursun. Sen de her şeyi unutmaya muktedir bir insanoğlusun.”

Babamı neden öldürdüğümün bir önemi yok demiştim. Kasayı neden boşalttığımın da, neden bu yola saptığımın da. Belki de ben Tanrı’nın, babamdan aldığım hayatı bu yaşlı adama bahşetmesi için tuttuğu bir katildim.

Ne kadar yol gittiğimi hesap etmeden gördüğüm ilk patikaya saptım. Önümü görmekte zorlanıyordum. Midemdeki sancılardan kıvranıyor, başımdaki zonklamayla sarsılıyordum. Çorba dokunmuş olabilirdi.

Nerede olduğumu bilmeden yokuş aşağı gidiyordum. Kırmızı harflerle yazılı “Uçurum kenarında fotoğraf çektirmek tehlikeli ve yasaktır!” yazısını zar zor seçebildim. Eğer gözlerim beni yanıltmıyorsa, önümde yeryüzünü kaplayan masmavi bir deniz uzanıyordu. Fakat garipliktir ki kulağıma deniz dalgalarının kayalara çarpan sesi değil de polis sirenlerinin sesleri geliyordu. Vitesi boşa alıp koltuğa iyice yaslanarak dalgaların sesine doğru gözlerimi kapattım.

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/yol-2/feed/ 3
Göç’ük IV https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iv/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=gocuk-iv https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iv/#respond Tue, 08 Oct 2019 10:03:35 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3564 Birinci bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.
İkinci bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.
Üçüncü bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.

Zevra, Ekim 2012 Türkiye

Taksi şoförü dün gece saatlerinde beni sınıra ulaştırdı. Yol boyunca hiç konuşmadık. Zaten yolculuğu uyuyarak geçirmiştim. Jehan’ın verdiği para destesinin içindeki kâğıtta yazan numarayı aradık ve yarım saat sonra Derman adındaki kaçakçı sınır noktasına geldi. Uzun bir yolculuktan sonra beni eski bir depoya götürdü. Buğday tenli, karakaşlı ve kara gözlü bir adamdı. Gözlerini vücut hatlarımda gezdirdiğini hissedebiliyordum ama ne başımı kaldırabiliyor ne de konuşabiliyordum. Sabahtandır avucumda sıkıca kavradığım bir avuç parayı hiç saymadan Derman’a uzattım. O da saymadan cebine koydu. Tiz bir ıslık çalınca ürktüm. Orta yaşlarda bir genç geldi. Derman cebinden birkaç kâğıt parayı gence uzatıp yemek getirmesini söyledi. Uzun zamandan beridir bir şey yemediğim için midem sırtıma yapışmıştı.

“Yorgunsundur. Ayakta kalma şöyle otur.” diyerek tekli bir koltuğu gösterdi. Tabi herkese yemek ısmarlayıp rahat koltuklarda oturtmuyordu Derman. Jehan’ın aramasının büyük etkisini hissedebiliyordum. Yoksa kim bilir hangi depo veya kulübede onlarca kişiyle birlikte ayağımı dahi uzatamayacak kadar dar bir yerde bekletileceğimin farkındaydım.

Sırt çantamı dizime koydum ve koltuğa gömüldüm. Yarım saat sonra yemek almaya giden genç elindeki yemek dolu tepsiyi önümdeki masaya bıraktı. Tepsideki tüm tabakları silip süpürdüm. Tüm yemeği bitirdiğimi gören Derman beni merakla izliyordu. Elimdeki su bardağını tepsiye koyarken teşekkür ettim. Derman tekli koltuğa yaklaştı. Elimi, araladığım çantanın içerisine önceden koyduğum makasa uzattım. Fakat elim metal makasa değil kadife bir kumaş parçalara temas etti. Elimi kadife kumaşın altına uzatıp makası kavradım fakat bir şey daha vardı. Ne olduğunu tahmin edemediğim bir şey. Çantayı aralayıp elbiseleri bir kenara çekince desteler dolusu paralara gözüm takıldı. Elimi hızla çekip zinciri kapattım. Derman karşımda dikildi.

“Yemeğini de yediysen birkaç saat sonra yola çıkacağız.”

Birkaç saat sona mavi bir minibüse dört çocuk, üç erkek ve dokuz kadın bindirildik. Yaklaşık yirmi saat süren yolcuğun sonunda Ege Denizi’ne açılan bir kıyıda durdu minibüs. Hazırda bekleyen bir şişme bota ezile büzüle bindirildik. Kendi kaderlerine kederlenen yüzler denizin dalgalarına daldı. Beyaz bir köpürtü eşliğinde çalışan motorun hareket etmesiyle kara parçasından uzaklaşarak denizin belirsiz maviliğine doğru açıldık.

Her şey ardımızda kalmıştı. Denizlerin ardına bırakmıştık anılarımızı, topraklarımızı, benliklerimizi. Serin hava yüzümü çizercesine esiyordu. Derin bir nefes almak için erken miydi? Belirsizlikle geçen günler geride kalmış mıydı? Beynim bu düşüncelerle çalkalanırken büyük bir sahil güvenlik gemisi görüş alanımıza girdi. Kaçakçı, hızla yaklaşan gemidekilere direnmeden motoru durdurdu. Hiç kimseden ses çıkmayınca atıldım.

“Kara neredeyse görünüyor niye durdun! Devam etsene!”

Kaçakçı duymazdan gelerek omuz silkti.

Umut dolu gözler yerlerini hüzne ve çaresizliğe çoktan teslim etmişti. Çocukların anlamsız bakışları, derin iç çekenler, deniz tuttuğu için sararıp kusmaktan bitap düşenler…

Ayağa kalktım ve görüş alanımıza girmeye başlayan kara yönünde suya attım kendimi. Arkamdan birkaç kişinin daha atladığını duysam da hiç durmadan ve ardıma bakmadan kulaç attım. Deniz suyunu yuta yuta durmadan kulaç attım. Belirsiz bir geleceğe doğru.

-SON-

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iv/feed/ 0
Göç’ük III https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iii/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=gocuk-iii https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iii/#respond Tue, 24 Sep 2019 09:00:59 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3477 Birinci bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.
İkinci bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.

Jehan, Ekim 2012 Suriye

O an Zevra’yı görünce ne yapacağımı bilemedim. Hiç beklemediğim bir zaman ve hiç beklemediğim bir yerde karşıma çıkmıştı. Hayatını kurtardığım Ebu Musa’nın ağzı sulanarak anlattığı cariye meğerse nişanlım Zevra’ymış.

Halep’in temmuz sıcağında düğün masraflarını karşılamak için bulduğum inşaat işinde çalışıyordum. Şehrin birkaç mahallesinde çıkan çatışmalara aldırmadan işimizi yapmaya devam ediyorduk. Ta ki inşaata isabet ederek etrafı küle çeviren birkaç havan topunun ıslığı andıran tiz sesini duyana kadar. Büyük gürültünün ardından yoğun bir toz bulutu her yeri kapladı. Tam bu sırada sıvasını yaptığım odadan çıkarken karşıma siyahlara bürünmüş sakallı bir adam çıktı. Silahını bana doğrulttu. Donakalmıştım ki sırada yeni bir patlamayla birlikte silahlı militan bir yana ben bir yana savruldum. Kulağımdaki ağır çınlama geçince duvara tutunarak ayağa kalkabildim. Militan bilincini yitirmiş bir şekilde yüzüstü, boylu boyunca yerde uzanıyordu. Omzundan tutarak çevirdim. Yüzüne kanlı bir tabaka yayılıyordu. Kaçmakla kalmak arasında büyük bir kargaşa yaşıyordum. Hızlı bir karar almam gerekiyordu. Kollarından tutup gece yattığımız ve eşyalarımızı muhafaza ettiğimiz iki kat yukarıdaki odaya taşıdım. Yüzündeki kanama küçük bir sıyrıktan geliyordu. Kanamayı durdurdum fakat bu adama ne yapacağımı düşünmem gerekiyordu. Hem de hemen.

Militanın elbiselerini çıkartmaya başladım. Sonra dolaptan çıkardığım tıraş makinesiyle sakallarını kestim. Kanlı yüzünü ve vücudunu havluyla temizledikten sonra askıdaki inşaat kıyafetlerini giydirdim. Silahı elbiselerinin arasına koyup yan odada harç için bekleyen kumun altına gömdüm. Çok geçmeden siren sesleri yankılanmaya başladı. Aşağıdaki kargaşadan dolayı yukarıya gelmek kimsenin aklına gelmez diye umuyordum. Birkaç saat geçtikten sonra kendine gelmeye başladı. Gözlerini açtı ve doğrularak kalkmak istedi ama inleyerek yeniden yatağa gömüldü. Temiz bir havluyla sardığım yarasında gezindi parmakları. Ellerini yüzünde gezdirdi ve sakalının olmadığını fark edince kaşlarını çatarak beni göz hapsine aldı. Silahının nerede olduğunu sordu. Ben de başına gelenleri bir bir anlattım. Nasıl yaralandığını, nerede olduğunu, silahına ne yaptığımı, rejim askerleri gelince kendisini tanımaması için bu şekilde giydirip tıraş ettiğimi anlatınca biraz olsun sakinleşti. Adını sordum fakat cevap vermedi. Sözlerim biter bitmez kapı ardına kadar açıldı ve dört tane silahlı rejim askeri içeri girdi. Kim olduğumuzu ve burada ne yaptığımızı sordu. Sorularına tane tane tatmin edici cevaplar verdim. Binaya birkaç militanın girdiğini ve onları aradıklarını söylediler. Yaralı olan arkadaşımın başında beklediğimi söyleyince üst katlara doğru gittiler. Ama yanımızda iki silahlı askeri bırakıp üst katları da kontrol ettikten sonra çıkıp gittiler.

“Teşekkür ederim. Bana Ebu Musa derler.”

Bir hafta boyunca o tek kapılı koca inşaat binasında kaldık. İnşaatta çalışan işçiler çoktan gitmiş inşaattan geriye yarım yamalak bir yıkıntı kalmıştı. Silah sesleri ve kargaşanın hâkimiyetine teslim olan mahalle sayısı artıyordu. Ebu Musa bana İslam’ın cihat anlayışından söz ederek beni de örgüte kazandırmaya çalışıyordu. Benim aklımı meşgul eden tek şey ise bir an önce köyüme dönüp aileme kavuşmaktı. Ebu Musa’ya bir nişanlım olduğundan ve yakında evleneceğimizden söz ediyordum. Düğününüze mutlaka geleceğim, diye karşılık veriyordu.

Peynir, domates ve ekmek ile günlerimizi geçiriyorduk. Ebu Musa artık ayağa kalkıp silahını omzuna alacak kadar toparlanmıştı. Elbisesini ve silahını gömdüğüm yerden çıkardım. Sonra cebini yokladı ve bir deste para çıkarıp bana uzattı.

“Bunlar senin. Köyüne gidince nişanlınla evlen ve bu parayla da ihtiyaçlarını gider. Allah’ın izni ile köyünüzü fethe geldiğimizde refahı da getireceğiz. Seninle orada görüşeceğiz inşallah.”

Sonra diğer cebinden bir telefon çıkardı ve küçük bir düğmeye uzun basarak telefonu açtı. Sesli bir ışık eşliğinde açılan telefonda bir numarayı tuşladı. Telefon üçüncü çalışta açıldı. Ebu Musa telefonun karşı ucundaki kişiye bulunduğumuz inşaatın adresini verdi. Yaklaşık yarım saat sonra beyaz bir pikap inşaatın karşısındaki marketlerden birinin önünde durdu. Ebu Musa ile birlikte aşağıya indik. Bana sıkıca sarıldı ve tekrar teşekkür ederek arabaya bindi. Torpidoyu açtı ve içini kurcalarken bir kalemle bir kâğıt çıkardı. Üzerine mavi bir mürekkeple bir telefon numarası yazdı.

“Bu benim numaram. Bir şeye ihtiyacın olduğunda ararsın. Şimdilik selametle.”

Araba ara sokaklardan kaybolurken kâğıdı katlayıp cüzdanıma koydum ve köye gidecek bir araç ayarlamak için çarşıya çıktım.

Halit adındaki bir taksiciyle anlaşarak köye doğru yola koyulduk. Halit pek konuşkan değildi. Arada bir sigarasını yakmadan önce ikram ediyor böylece cılız tondaki sesi duyuluyordu. Köyün girişine doğru Halit yavaşladı. Köydeki harap evleri görünce nutkum tutuldu. Araba yolun sonuna kadar geldi ve durdu. Kendimi nasıl arabadan attım, nasıl darmaduman olmuş evimin önüne geldim, nasıl intikam yeminleri ettim hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey canlılara dair hiçbir şeyin kalmamış oluşuydu.

Ne yapacağımı o kadar bilmiyordum ki yeniden arabaya atladım. İki gün boyunca şehirde ne yapacağımı düşünerek geçirdim. O yıkık inşaat evde saatlerce hiç durmadan düşündüm. Sonra tekrardan çarşıya inip Halit’i buldum.  Telefonunu istedim ve cüzdanımda henüz eskimeyen kâğıdı çıkararak rakamları tuşladım. Karşıdaki ses Ebu Musa’nın tok sesiydi.

Verdiği adrese iki buçuk saate birkaç kontrol noktasından geçerek vardık. Halit’e parasını verip geri yolladım. Bekleyebileceğini ve ekstra bir ücret almayacağını söylese de teşekkür ederek teklifini geri çevirdim. Telefon numarasını bırakarak dönmem halinde kendisini arayabileceğimi söyledi. Halit’in arabası sokak aralarından birine saparken ben de önünde durduğum ahşap kulübede beni bekleyen militanı takip ettim.

Ebu Musa; önünde bir harita, duvarları siyah bayraklarla çevrili, kapısında silahlı militanların olduğu bir depodaydı. Beni görünce ayağa kalkarak yanıma geldi ve sıkı sıkı sarıldı.

Ona olup bitenleri anlattım ve köyün akıbetine ilişkin bilgi edinebilir mi diye sordum. Köyü ve ailemi soruşturacağını fakat akşam beni kendi evinde misafir edeceğini, bir yere bırakmayacağını söyledi. Ne kadar gitmem gerektiğini söylesem de dinletemedim. Uzun uzun yapacaklarından söz ettiler birkaç rütbeli arkadaşıyla. Akşam yemeğinde gelmemin şerefine iyi kızarmış kuzu eti, pilav ve mercimek çorbasının olduğu zengin bir sofra hazırladılar.  

 Akşam yemeğinden sonra Ebu Musa’nın evine gittik. Yolda iki yeni cariye satın aldığını ve dilersem birini bana hediye edebileceğini söyledi. Fakat ben parmağımdaki yüzüğü göstererek nişanlımı bekleyeceğimi söyledim. Güldü ve bunların Allah tarafından bizlere nimet olarak verildiğini söyledi. Zoraki bir gülümsemeyle karşılık verebilmiştim.

Toz bulutu eşliğinde Ebu Musa’nın evine varmıştık. Kapıyı açan eşiydi. Adı Hatice’ymiş. Odalardan birine buyur ettiler. Bahçelerinde yetiştirdiğini söylediği taze meyveleri yerken teklifini yineleyen Ebu Musa’ya tekrar yüzüğümü göstererek karşılık verdim. Bu defa gülümsemem zoraki olmamıştı. Yol yorgunu olduğumu ve uyuyacağımı söyledim. Yer yatağımı seren Ebu Musa’nın eşine teşekkür ettikten sonra derin bir uykuya daldım.

Gecenin köründe büyük bir çığlıkla ürkerek uyandım. Önce soluklandım sonra kapıyı aralayınca Ebu Musa’yı yarı çıplak bir vaziyette dış kapıyı açarken gördüm. Bir şey mi oldu, diye sordum. Yok yok sen uyumana bak, diyerek dışarı çıktı. Kapı aralığında bekliyordum hâlâ. Elinde sıkıca kavradığı kalın bir iple içeri girdi ve kapıyı ardında sertçe kapadı. Tekrardan uykuya dalmıştım ki sert bir öğürme sesiyle yeniden uyandım. Biri midesini kötü üşütmüş olmalıydı. Ya da yediği bir şeyler dokunmuştu. Katı bir kusmuk sesiydi. Bu sefer ne kalktım ne de gözlerimi araladım. Ve bir daha sert bir öğürme sesi. Ve derin bir uyku.

Sabah uyandığımda yüzümü yıkayıp aynanın karşısında bir süre bekledim. Annemi, babamı, kardeşlerimi ve Zevra’yı düşündüm. Umarım yaşıyorsunuzdur. Umarım çok uzaklarda değilsinizdir.

Havluyla yüzümü kuruluyordum ki Ebu Musa’nın söz ettiği cariyelerden birini görür görmez sırtımı dönüp başımı eğdim. Ayaklarımda yansıyan gölgelerden iki kişinin birbirine sarılarak arkamdan banyoya gittiklerini gördüm. Kapı kapanıp kilidin takırtısını duyunca döndüm. Yer sofrasında Ebu Musa ile birlikte hazırlanan kahvaltıyla bir güzel karnımızı doyurduk. Hatice’ye teşekkür edip dışarı çıkarken banyo kapısının kilidi açıldı ve dış kapı ardımızdan kapandı.

Ebu Musa’nın edindiği bilgiye göre rejim askerleri köye girerek köydekileri rejimin aleyhine hareket ettikleri için bir bir evlerinde öldürmüş, kimi kadınlara tecavüz edip öldürmüş, kimilerini de kendilerine de esir etmişlerdi. Sonra da tesirli bombalarla köyü yerle bir etmişlerdi. Köyden birilerinin kurtulup kurtulmadığına dair herhangi bir bilgi edinememişler. Oysa uzun bir süre geçmeden kulak misafiri olduğum bir sohbete göre, köy gerçekten rejim unsurları tarafından yerle bir edilmişti ama öncesinde militanlar köye girip önlerine geleni öldürmüş, kadınları rehin almış ve tuzaklar kurarak köyü terk etmişlerdi. Rejim güçleri de bu düzenekleri imha ederlerken köy yerle bir olmuştu. Köyü kimler yerle bir ettiğini hiçbir zaman tam olarak öğrenemedim. Ama fark eder miydi?

 Kanım donmuş ne yapacağımı bilemez olmuştum. Ebu Musa çevre ülkelerden istediğime beni sağ salim ulaştırabileceğini söyledi ama reddettim.

“Beni de aranıza alın.” diyerek saflarında yer almaya hazır olduğumu söyledim.

Ebu Musa bir şey demedi. Kollarını açtı ve gülerek bana sarıldı. Yanında kalmamı istese de ben Halep’e dönüp savaşmayı seçtim. Israrlarına aldırmadan belki bir umut birilerinin kurtulmuş olup Halep’e sığınabileceğini düşünmüştüm.

Ailemi ve Zevra’yı bulacağıma olan inancım yerini insanlara karşı büyük bir nefrete bırakmıştı. Ölenler, öldürülenler, kaçanlar, yaralananlar… Herkes o kadar acizdi ki. Bu yüzden rehinelerin kafaları kesilirken yutkunarak izliyordum. Bazılarında gözlerimi dahi kaçırıyordum. Ama artık bunların hiçbiri benim için bir şeyler ifade etmiyor. Artık her şey o kadar olağandı ki. Bir daldan meyve koparır gibi insanları hayattan koparmak için durmadan ilerliyorduk. İnsan öldürmenin zevkini yaşayan yüzlerce insan gördüm. Onlarla sırt sırta çarpıştım. Öldürülmeden önce yalvarmalarını kahkahalarla dinleyenler, kesik boğazdan bir fıskiye gibi kan püskürtmenin seyrine doymayanlar, vücudun ritmik olarak titremesiyle mest olanlar…

Ben ise ne zevk alıyor ne de üzülüyordum. Fakat içimde ne olduğuna dair hiçbir fikrim olmayan o boşluk beni önüme çıkan her şeyi yıkmaya programlanmış gibiydi. Artık silahın ağırlığını, insanların gözündeki korkulu şanımızı, küçük yaşımın büyük makamını tek görmeye başlamıştım. Ailemi artık ender hatırlıyordum. Çünkü hatırlamak ölmekle eşdeğerdi. Unutmak bir şeyi değiştirmeyecekti. Fakat öldürmek… Bilinmeyene doğru insanları sürüklemek…

Günler anlamsız ve zamandan feragat etmişçesine geçiyordu. Halep’in büyük çoğunluğunu kuşattığımız sırada Cabir adındaki altmışlı yaşlarındaki bir amca ile sırt sırta vererek günlerce sokaklarda çarpıştık. Birlikte nöbet tutup birlikte yemeklerimizi paylaştık. Cabir amca bana Mercan adında bir kızı olduğunu ve benimde isteğim olursa bizi evlendirmek istediğini söyledi. Kısa bir süre sonra Mercan ile evlendik.  Artık kendime ait bir evim, eşim ve düzenim vardı. Artık insanları öldürmeye biraz ara verebilirdim. Ama öyle olmadı. Daha çok insan öldürüp daha çok kadınla birlikte olmaya başladım. Her hafta yeni cariyelerle birlikte eve dönüyordum. Mercan ses çıkaramıyordu ama bir kurt içten içe onu kemiriyor gibiydi. Ve bu bana ayrı bir haz veriyordu. Ebu Musa’nın ısrarıyla hediye cariyesini kabul edene kadar.

Zevra’yı görene dek her şey yolunda gidiyordu. Gözlerini bana dikmiş Zevra’ya bakarken yutkunarak ismini sayıkladım. Boş gözlerle bana bakıyordu sadece. Her yerde aradığım kadın şuan yanı başımdaydı. Ellerimdeydi. Nefesinin ılıklığını dahi hissedebiliyordum. Ama eskisi gibi bakmıyordu. Gözleri sokak aralarında gördüğüm kızın gözleri gibi değildi. Elleri daha bir çekimser. Peki ya ben?

Ne desem diyeyim Zevra konuşmadı benimle. İki gün boyunca o odadan hiç çıkmadık. İkinci günün gecesinde bir fısıltı dudaklarından döküldü.

“Lütfen beni bırak gideyim buralardan. Lütfen!”

Dizlerini karnına çekmiş ağlarken söylemişti bunları. Uzun bir süre konuşmadım. Sonra her şeyi baştan sona yeniden düşündüm.

“Tamam.” diyerek elbiselerimi değiştirip evden çıktım. Birkaç kıyafet doldurduğum bir sırt çantasıyla eve dönerken Halit’i arayıp Zevra’yı Türkiye’ye ulaştırmasını bu yüzden de derhal gelmesi gerektiğini söyledim. Yarım saat geçmeden Halit’in pikabı evin kapısında durdu.  

Zevra’nın yanına çöktüm. Elimi hafifçe omzuna dokundurunca ürkerek geri çekildi.

“Ne yaptılar sana Zevra?”

Ne yaptık sana Zevra?

Zevra tek kelime etmedi. Arabanın kendisini beklediğini söyledim. Sırt çantasını ve cebimdeki bir deste parayı çıkartıp ayaklarının dibine bıraktım.

“Deste paranın içinde bir kâğıt var. Kâğıdın içinde de bir telefon numarası. Türkiye’de Derman adındaki bir kaçakçı. Seni Gaziantep’te bekliyor olacak. Gidince ararsın. Ben arayıp senin haberini vereceğim.”

Ne veda içeren bir cümle ne de duygusal bir konuşma yaptım. Kapıyı açtım ve sırtımı dönerek başımı eğdim. Bir tıkırtıyla Zevra ayağa kalkınca gölgesi ayağımda belirdi. Çantayı sırtlamıştı. Bu defa yanında sarılacak biri de yoktu. Ayak sesleri yaklaştı. Bir an için duracağını ve belimden kavrayarak bana sıkıca sarılacağını düşledim. Ama ayak sesleri giderek uzaklaştı ve dış kapının sesi duyuldu.

Arabanın uzaklaştığını pencereden izledikten sonra evden çıktım. Temin ettiğim bir kamyonete cephanelikten aldığım patlayıcıları yükledim. Zaman kaybetmeden cebimdeki telefonu çıkarıp rehberde kayıtlı numarayı aradım. Telefon dördüncü kez çaldıktan sonra açıldı.

“Alo?”

“Ebu Musa?”

]]>
https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-iii/feed/ 0
Göç’ük II https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-ii/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=gocuk-ii https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-ii/#respond Fri, 23 Aug 2019 09:00:45 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3295 Birinci bölümü okumadıysanız buradan okuyabilirsiniz.

Zevra, Ekim 2012 Suriye

Esir kampına getirilmemizin üzerinden ne kadar zaman geçti bilmiyorum. İnsan böyle durumlarda ne günleri ne de saatleri önemsiyordu. Çünkü aldığınız her nefes esaretinizin yüzünüze çarpışıydı. Her saat boynunuza atılan bir prangaydı. Zaman, zaman niteliğini çoktan kaybetmişti.

Esir kampına getirildiğimiz gece çocukları annelerinden ayırarak farklı bir yere götürdüler. O an kamyonette göz göze geldiğim kızı tekrar gördüm. Gene donuktu. Gene gözleri ifadesizdi. Ama bu sefer göz bebekleri gözyaşlarıyla taşıyordu. Kısa bir süre bakıştık. Dolu gözleriyle bakarak tebessüm etti. Bu sefer karşılığı vermeyen taraf bendim. Kolumdan çekiştiren militanın beni sarsmasıyla yürümeye başladım. Başımı çevirip omzumun üstünden kıza bakmaya devam ettim. Hala tebessüm ediyordu, dudaklarına inen küçük damlalarla birlikte.

Çocuklarından ayırılan kadınlar kendi hallerine mi, çocuklarına mı ağlasınlar bilemiyorlardı. Herhangi bir ışık kaynağı olmayan büyük bir hücrede tutuluyorduk. Hücrede yere serili ne renk ve ne cins olduğunu bilmediğimiz bir savan dışında bir şey yoktu. Yememiz için lavaş ekmekle birlikte biraz domates ile yoğurt veriyorlardı. Fakat hiç kimse yemeği düşünecek durumda değildi. Bazen birkaç lokma yiyor bazen dokunmadan bırakıyorduk. Bu durum birkaç gün sonra açlığın bizi yenmesiyle değişti. Artık ne ekmek kalıyordu ne domates ne de naylon kapların dibinde yoğurt artıkları.

Üçüncü gece tıkırtılar ve konuşmalar eşliğinde çelik kapı tamamen açıldı ve iri yarı bir adam florasan lambalarından yansıyan ışınlar eşliğinde içeri girdi. Ellerimizi gözlerimize siper ederek ışıktan korunmaya çalıştık.

“Ayağa kalkın!” dedi sert ve kuru bir ses.

Ağır hareketlerle birer birer ayağa kalktık. Işığa alışmaya başlayan gözlerimize siper ettiğimiz elimizi indirdik. Orta yaşlı, adının Nesibe olduğunu söyleyen kalp hastası kadın ilaçlarını alamadığını ve ayağa kalkamadığını inleyerek fısıldadı. İçeri girmiş olan iri yarı adam arkasındaki iki militana bakarak kadını işaret etti. Nesibe’nin kollarından kavrayıp hışımla kaldırarak hücreden çıkardılar. O günden sonra Nesibe’yi ne gördük ne de akıbetini öğrenebildik.

“Ben Kabil. Bundan sonra benim himayemdesiniz. Sizler Allah’ın bizlere bahşettiği savaş ganimetlerisiniz. Yakın zamanda mücahitler gelip sizlerden beğendiklerini cariyeleri olarak alacaklar. Kendinizi mücahitlere beğendirmeye çalışın yoksa hücreden çıkışınız olmaz ve burada lağım farelerinden farksız bir şekilde ölürsünüz.”

Kabil bunu dedikten sonra bizleri lağım fareleri gibi süzdü ve çıktı. Üç gün boyunca hücreye gelerek aynı şeyleri söyledi. Dördüncü gün, Kabil ve arkasındaki iki militan dışında sakallı bir adamla içeri girdiler. 

Kabil sert bir şekilde boğazını temizledi. Yanındaki kişinin Ebu Musa adındaki bir emir olduğunu ve kendine cariye aradığını söyledi. Kabil’in sözleri bitince Ebu Musa ellerini arkasında birleştirerek sırayla göz gezdirmeye başladı.

“Sen geç bakalım şuraya.” diyerek omzundan tuttuğu kızı çekti.

Adı Katre’ydi ve henüz on üç yaşındaydı. Silah kaçakçılığı yapan abisi dışında hiçbir akrabası yoktu. Abisi gene bir gün kaçakçılık için Türkiye sınırına giderken militanlar köylerini basıp Katre’yi rehin almış. O günden sonra ne abisini görmüş ne de bir haber alabilmiş. Ebu Musa’nın önümden rüzgâr gibi geçip gitmesi için bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Başımı eğmiş, parmak uçlarıma bakıyordum. Dudaklarımı dişlerime öyle bir geçirmiştim ki ağzıma yayılan yoğun kan tadının bile farkına sonradan varabildim. Bir çift ayak, ayakucumda belirdi. Kalın bir işaret parmağı çeneme temas etti ve eğdiğim başımı kaldırdı. Göz göze gelmemek için gözlerimi kaçırıyordum. Ne kadar kaçmaya çalıştıysam da keskin kemikli yüzünü kaplayan kirli sakallarının ardındaki siyah gözlerden kaçamadım. Ellerini şakaklarıma dayayıp saçlarımda gezdirdi. Dipçikle yarılmış şakaklarımda, kurumuş kan pıhtısıyla yapış yapış olan saçlarımda. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki neredeyse yankılandığını hücrede duyabiliyordum. Dizlerim titremeye başladı. Sonra o çok korktuğum şey iki dudağının arasından süzüldü: “Sen geç bakalım şuraya.” Ebu Musa omzuma koyduğu kocaman elleriyle beni Katre’nin yanına iteleyip satın aldığında henüz on altı yaşındaydım.

Ebu Musa bizi siyah bir pikaba bindirdi ve gece yarısı geleceğini söyleyerek şoförün kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Şoför başını sallayarak onayladığını gösterdikten sonra pikap yola koyuldu. Ebu Musa’nın eşi ve dört çocuğunun kaldığı eve getirildiğimizde hava çoktan kararmıştı. Bizlere kapıyı açan ve kendini tanıtan Ebu Musa’nın eşi Hatice zayıf ve tıfıl bir kadındı. Hatice’nin sorduğu üzere bizler de isimlerimizi söyleyerek yeni hücremize ilk adımımızı attık. Çocuklarının en büyüğü sekiz, en küçüğü üç yaşındaydı. Evleri dört odadan oluşuyordu. Holde kırmızı ve siyah renklerin hâkim olduğu el işlemeli bir kilim vardı. Odalar yeterince sadeydi. Duvardaki açık renklerin aksine koyu renkli perdeler odaya bunaltıcı bir hava katıyordu. Evdeki tek televizyon büyük salondaydı. Küçük odada bize gösterilen yere Katre ile birlikte birbirimize kenetlenerek oturduk.

Hatice öğleden kalmış pilav ve tavuk çorbasını ısıtarak yer sofrasını hazırladı. Aç değildik ama kurulu sofradan birkaç lokma aldık. Hatice ellerinde temiz çamaşırlarla kapıda belirdi. Başta bir şey anlamadık. Katre ile birbirimize baktık. Hatice kaşlarını çatarak bizi süzdü uzun uzun. Hiçbir şey konuşmadı. Bize üzülüyor mu yoksa nefret mi ediyor hiçbir zaman anlamadık. Acımakla iğrenme arasındaki o belirsiz çizgiden bakıyordu.

Önce ben yıkanırım diyerek ayağa kalktım. İkiniz birlikte, diye karşılık verdi Hatice. Katre ile bakakaldık. Sonra bıkkın bir nefes duyduk. Çaresizce kalkarak banyoya girdik. Hatice de içeri girdi. Bir şey diyemedik. Utana sıkıla soyunmaya başladık. Anneden doğma, çırılçıplak bir şekilde Hatice’nin suyun sıcaklığını ayarlamasını bekledik. Parmaklarını sudan çektikten sonra ikimizi oturttuğu iskemlede yıkamaya başladı. Utancımızdan gözlerimizi parmak uçlarımıza kenetlemiştik. Başımızdan aşağı inen sıcak suya karışan gözyaşlarımızla yıkandık.

Katre ile birlikte Hatice’nin bizim için seçtiği kendi kıyafetlerini giydik. Sonra da küçük odada geceyi bekledik.

Birkaç saat sonra Ebu Musa yanında bir misafir ile eve geldi. Misafir odasına geçerek taze meyvelerini yiyip uzun süre sohbet ettiler. Onların kahkahaları eşliğinde biz gecenin ve geleceğin akıbetinden habersiz kara kara düşünüyorduk.

Gece yarısına doğru Ebu Musa’nın yatağında onu bekler vaziyette buldum kendimi. Neler olacağını az çok kestirebiliyordum. Dudaklarımı ısırıyor, buradan kurtulmanın bir çaresini arıyordum. Şebekeli pencerelerden kaçamayacağımı eve girerken görmüştüm. Biraz sonra kapı aralandı ve içeri kara bir siluet girdi. Ebu Musa kapıyı ardından kapattı. Bana doğru yaklaşınca ayağa kalktım. Hemen dibimde durdu ve bir şeyler mırıldandı. Kulağıma eğilerek fısıldadı: Soyun. Kılımı kıpırdatamadım. Yineledi: Soyun. Kıpırdamadım. Kıyafetimi omzundan kavrayarak boylu boyunca yırttı. Ürkerek geri çekildim.

“Lütfen dokunma. Lütfen!”

Üzerime atladı ve vücudumda gezinmeye başladı elleri. Tırnaklarımı kaba etine geçirerek yüzüne tükürdüm. Yüzüme sert bir tokat yapıştırdı. Şakağım tekrar zonkladı. Ağzımda acı bir kan aroması yayılırken eteğimi sıyırdı. Boynuna atılarak dişlerimi etine geçirdim. Kulağımı zonklatan bir çığlık attı. Üzerimden kalktı ve deli gibi odada gezinmeye başladı. Boy aynasının karşısına geçerek kızaran diş izine baktı. Küçük çaplı kanamayı elinin tersiyle temizledi. Odadan çıktı ve misafiriyle anlamadığım kısa bir diyaloga girdiler. Sonra dış kapının sesi duyuldu. Ve biraz sonra elinde kalın bir iple geri döndü. Ebu Musa’nın tacizinden kurtulup esaret hayatıma geri dönecektim. Bir köşeye bağlanacak, günlük önüme atılan birkaç lokma ekmeği yemeye zorlanacaktım. En azından ben öyle düşünmüştüm. Ama öyle olmadı.

Ebu Musa ellerimi ve ayak bileklerimi getirdiği iple sıkıca bağladı. Eline aldığı kalın bir bez parçasını ağzıma tıkadı. Kusacak gibi öğürmelerime aldırmadı ve ağzımı sıkı bir düğümle bağladı. Sonra çırılçıplak bedenimi tek hamlede kaldırarak yatağa attı. Üzerime çıktı ve kulağıma fısıldadı: Sana soyun demiştim!

O gece sabah olmadı. O gece yılın en uzun gecelerindendi. O gece ben ağlayamayacak kadar insanlardan nefret ettim. O geceden sonra ben bir daha ben olamadım.

Akşam yemeğim yoğun bir gazla birlikte midemden ayrılmak üzereydi. Kusmuğum boğazımda birikmiş, tek çıkış noktası olan burun deliklerimden süzülmeye başlamıştı. Çırpınmama aldırmayan Ebu Musa morardığımı ve burnumdan aşağı süzülen sarımtırak sıvıyı görünce ipi gevşetti. Ağzımdaki kumaşla birlikte kanlı yatağa kustum. Burnumda ve ağzımda kalan birikintileri öksürüklü sümkürmelerle attım. Ebu Musa’nın iğrenerek beni bırakacağını düşünüyordum. Biraz olsun midemle birlikte içimdeki ağrının da dineceğini umuyordum. Ama sıkıca kavradığı kollarımla beni diz üstü çökertti ve başımı kusmuk ve kanlı yatağa batırdı. Kokunun tesiriyle birkaç kere daha kustum. Ama Ebu Musa durmadı. Üzerime atıldı ve sabaha kadar bu tecavüz devam etti.

Sabaha doğru uyanınca Ebu Musa’yı ilk defa gün ışığında gördüm. Kirli sakallı, geniş alnında kırışlıklar olan, yassı burunlu bir adam. Saatler, yüzünü hafızama kazıyarak geçmişti. Yatağı temizleme görevi Hatice’ye, beni temizleme görevi Katre’ye kalmıştı. Kusmuk ve kanlı yataktaki bitkin halimi görünce o kadar korkmuştu ki gece sıranın kendisinde olduğunu bildiği için kafasında kim bilir nasıl senaryolar türetiyordu. Kahverengi bir bornozu giymeme yardımcı oldu ve koluma girerek beni odadan çıkardı. Belimi bükerek başımı Katre’nin omzuna dayadım. Banyoya geçerken sırtı bize dönük ve başını eğmiş misafire rastladık. Bizi görüp utandırmamak için sırtını dönen misafir. Gece yapılan işkenceye ve tecavüze sırtını dönen misafir. İçimden küfürler yağdırdığım misafir.

Çırılçıplak olmam beni utandırmıyordu artık. Kusmuk kokusu midemi bulandırmıyordu. Bir ömür boyu yetecek iğrençliği tek gecede reva görmüşlerdi.  

Katre kulağıma eğildi. Fısıltılı bir nefes kulağıma deyince kendimi iskemleden attım. Katre ellerini iki yana açarak bir şey yapmadığını ve sakin olmam gerektiğini söylüyordu. Diz çöktü yanıma ve ellerimi tuttu.

“Yardım et gidelim buradan. Lütfen!”

Bir şey diyemedim. Sadece sıkıca kavradığı titrek ellerimi çekerek gözlerine baktım. Uzun uzun. İkimiz de tebessüm etmiyorduk.

O gece Ebu Musa sabaha kadar Katre ile birlikte oldu. Katre’nin acı çığlıkları sabaha kadar kesilmedi. Sırtımı duvara vererek saatlerce bu acı çığlığı dinledim. Uzun bir süre sonra ilk defa babamı düşünmüştüm. Nerdesin baba, nerdesin…

Sabah Ebu Musa ayağıyla dürttü beni. Sırtım duvarda, kafam omzuma gömülü uyuyakalmışım. Katre’yi kaldırmamı istedi. Yatak odasına giderken tereddütle adım atıyordum. Biraz sonra kapıyı açtığımda Katre çıplak bir şekilde yatakta sırtüstü uzanarak tavanı izliyordu. Yatak kanlı bir pıhtıyla kaplıydı. Kusmamıştı. Şakaklarına doğru iki gözyaşı çizgisi işlenmişti. Ellerime asıldı. İçimdeki duygular şahlandı, dudaklarım titredi, gözlerim doldu.

“Hadi yardım edeyim de kalk.” diyerek ellerini tuttum.

Ellerime asılarak öne atıldı. Güçsüz bacaklarıyla adım atarken kolunu omzuma attı. Banyoya kadar böylece gittik. Sonra da sıcak suyu kafasından aşağı dökmeye başladım. Döktüğüm her su kabında bu suyun hepimizi boğmayacak kadar az olmasına küfrettim. Döktüğüm her su kabında Ebu Musa’ya küfrettim. Döktüğüm her su kabında Hatice’ye küfrettim. Döktüğüm her su kabında sırtı dönük misafire küfrettim. Döktüğüm her su kabında babamın beni yollamasına küfrettim. Döktüğüm her su kabında varlığıma küfrettim.

Birkaç ay Ebu Musa’nın tecavüzleriyle geçti. Ben Katre’yi, Katre’de beni teselli etmeye çalışıyordu. Birlikte günlerce intiharı düşünduk. Ama dillendirip düşünmekten başka bir şey yapamıyorduk. Kapıdaki silahlı militanlardan ve evin Kabil’i olan Hatice’den dolayı kaçmayı dillendiremiyorduk bile. Günler böylece geçti, geçebileceği kadar.

Bir gün Ebu Musa geldi ve hazırlan gidiyorsun, dedi. Nereye gideceğimi sorduğumda beni Halep savaşında hayatını kurtaran bir militana hediye ettiğini söyledi. Yaklaşık üç ay sonra ilk defa evin dışına adım atmış, toprak kokusunu içime çekmiştim. Keşke diyordum, keşke toprakta beni içine çekse.

Eski model bir pikaba bindirilip hiç bilmediğim çorak topraklarla dolu yollardan gittik. Pikap; küme küme evleri, yıkık binaları, küle dönmüş araçları ve militan kontrol noktalarını geçerek beyaz bir müstakil evin bahçesinde durdu. Kızıl sakallı, yol boyunca yanımda oturan militan kapıyı açarak otoriter bir ses tonuyla inmemi emretti. Ardından gittim. Beyaz evin kahverengi çelik kapısını çaldı. Kapıyı genç bir kadın açtı. Militanı görünce peçesiyle hemen yüzünü kapattı. Beni içeri buyur ettikten sonra kapıyı militanın üzerine kapattı. Elimde benden temiz üç beş kıyafet ile yeni hücreme ayak basmıştım artık.

Ebu Musa’nın beni hediye olarak gönderdiği militanın adı Ammar’mış. Bunu Ammar’ın zarif bir yüze, ela gözlere ve pembe yanaklara sahip olan iki aylık eşi Mercan’dan öğrendim. Mercan’ın babası Halep emirlerindenmiş. Ammar ile sırt sırta uzun süre çarpışmışlar ve Halep’e dönünce de kızını Ammar ile evlendirmiş. İsmimi sordu, Zevra dedim ve geceye kadar hiç konuşmadım. O da sormadı. İsteyerek mi evlenmişti yoksa zoraki mi, hiç sormadım. Merak dahi etmedim. Hava kararınca dört hurma, bir kâse mercimek çorbası ve yarım tandır ekmeğini önüme serdi. Yemeğimi tek oturuşta bitirmiştim. Sofra henüz yerdeyken kapı çaldı. Gelen Ammar’mış. Bana görünmeden yatak odasına geçti. Mercan hazırlanmamı istedi. Banyoya girip yıkandığım her sefer Ebu Musa’ya hazırlandığım ilk geceki gibi hissediyordum. Bu sefer yanımda Katre yoktu. Tek başımaydım. Elbiselerimi giyip odaya geçerken Mercan beni durdurdu ve güzel kokular sürdü. Koku midemi bulandırmıştı.

Kapıyı araladım. İçeriyi aydınlatan tek ışık kaynağı pencereden yansıyan ay ışığıydı. Küçük adımlarla yatağa yanaştım. Ammar ayağa kalkarak nefesini hissedebileceğim kadar yaklaştı. Kulağıma eğildi ve fısıldadı: Soyun!

Ebu Musa’ya karşı koyduğum gibi Ammar’a karşı koymadım. Üzerimdeki tüm kıyafetleri çıkartıp yatağa uzandım. Sonra da Ammar yatağa girdi. Ellerimi arkamda birleştirip koca ellerini yüzüme bastırdı ve üzerime çıktı. Bu sefer ne ağladım ne de kustum. Bir hayvandan farksız bir şekilde sabaha kadar devam etti bu işkence.

Gözlerimi açtığımda sabah güneşi çoktan odayı aydınlatmıştı. Sırtımı döndüğüm Ammar’a bakmaya korkuyordum. Fakat yeni Kabil’imin kim olduğunu görmek adına dönmem gerekiyordu. Ebu Musa ‘yı ilk gördüğüm sabahki gibi Ammar’ın da yüzünü beynime kazıyacaktım.  Ama Ammar’a doğru dönünce öylece kaldım.

Keskin çenesinde uzamaya başlayan sakallarının henüz kapatamadığı dudak kenarındaki yarığı olan bu adam Jehan’dan başkası değildi. Ne diye sayıkladığımı bilmiyorum ama ağzımdan çıkan ve benim işitemediğim sözleri Jehan duymuş olacak ki gözlerini açmadan dudaklarını oynatarak bir şeyler mırıldandı. Sonra sesimden rahatsız olmuş gibi yüzünü buruşturup gözlerini ovuşturarak kalktı ve bana doğru dönünce donakaldı. Söyledikleri arasında kulağımın işittiği tek bir kelime vardı: Zevra!

 Devamı gelecek...
]]>
https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-ii/feed/ 0
Göç’ük I https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-i/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=gocuk-i https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-i/#respond Mon, 05 Aug 2019 09:49:30 +0000 https://www.incetezat.com/?p=3248 Zevra, Temmuz 2012 Suriye

Annemin öldüğü bir bahar sabahı doğmuştum. Ben doğarken annem soğuk terler dökerek ebedi istirahat edeceği dünyaya göçmüş. Annem son kez yıkandıktan sonra kefenlenip gömülürken babamın elleri titremiş toprak dolu küreği art arda atarken.

Babamla birlikte Halep’in, her örgütün hâkimiyet kurunca farklı bir ismi uygun gördüğü bir köyünde yaşıyoruz. Annemin mezarına döktükleri su kurur kurumaz, bu çocuğa tek başıma nasıl bakarım diye düşünerek evlenmiş babam. Üvey annem Halime adındaki civar köylerden babamın tüccar bir arkadaşının kızıydı. Pek anlaşamasak da birbirimize katlanmak zorundaydık. En azından evlenip gidene kadar. On beşime bastığımda yedi üvey kardeşim daha ev ahalisine eklenmişti. Bildim bileli babamla pek konuşmayız. Sabahtan işe gider, akşam yemeğine ancak gelirdi. Tanınan tüccarlardandı. Bu yüzden de bazen günlerce eve gelmediği olurdu. Ülkede baş gösteren kargaşaya karşın köy ahalisi savaşın uzun sürmeyeceğini, yakın bir sürede hükümetin isyanı bastırıp isyancıları cezalandıracaklarını söylüyorlardı. Oysa Halep’ten silah seslerinin yankılandığı haberini alanı çok olmamıştı.

Jehan’a ilk dokunduğumda analığım Halime’nin tandırdan çıkardığı sıcak ekmeklerden birini ona uzatıyordum. Henüz on altı yaşındaydım. O ise benden dört beş yaş kadar büyüktü. Gözlerindeki anlamsız karartının bana bu kadar işleyebileceğini hiç düşünmemiştim. Bir karartının bu kadar şey anlatabileceğini henüz idrak etmemiştim. Parmak uçlarım Jehan’ın bana doğru uzanan avuçlarına değerken kızardığımı hissettim. Bana gülümseyerek bakıyor, ağır hareketlerle geri dönüyordu. O günden tam altmış sekiz gün sonra bir akşamüstü kapımız çalındı. Gelen Jehan’ın babasıydı. Beni istiyormuş. Oğlu Jehan’a. Babam mutfağa geldi ve elini gayriihtiyarî tezgâha dayadı. Tüm ağırlığını sağ ayağına bıraktı. Bir babanın kızına sorarak kendisine talip kişiyle evlenmek isteyip istemediğini sorma geleneği henüz bu topraklara gelmemişti. Ben de babamın bana soracağını tahmin etmemiştim. Kızım şöyle bir durum var, diye anlattı. Bana ne demek düşer ki? Sen nasıl uygun görürsen baba, diyerek onayladığımı belli ederek başımı eğdim. Peki, dedi babam cevabımdan emin bir şekilde içeri girerek. O an içimdeki duyguları dünyadaki hiçbir kâğıda sığdıramazdım. Ellerim titredi, yüzüm kızardı. Nefes nefese bir bardak su içebildim. Zaten analığım da benden kurtulacağı için seviniyor, babama evliliği uygun gördüğünü ve benimde gönlümün olduğunu her seferinde yineliyordu.

Çok geçmeden nişan yüzükleri takıldı. Düğün ise Jehan’ın Halep’e gidip iki ay kadar sürecek inşaat işini bitirmelerinden sonra olacaktı. Ama olmadı. Ne Jehan döndü ne de biz kalabildik.

Çatışmalar çoktan ülkenin dört bir yanına sıçramış, Halep hayalet bir kente dönmüştü.

Babam topraklarımızı bırakarak çevre ülkelere gitme zamanının geldiğini söylediğinde nişanın üzerinden 2 ay geçmişti. Birbirimize sadece sokak aralarında rastlayıp kaçamak bakışlarla görüşebilmenin anıları dışında ikimize dair kalan tek şek birkaç telefondaki düşün pikselli fotoğraflardan ibaretti. O fotoğrafları çıkarma fırsatımız bile olmamıştı.Parmağımdaki yüzükle kalakalmıştım.Babamın Muaz adındaki tüccar arkadaşı Türkiye’ye gittiğini ve benide götürebileceğini söylemişti. Babamların da benle geleceğini düşünmüştüm fakat babam gelmeyecek üvey annem ve çocuklarıyla birlikte başka bir araçla ertesi gün geleceklerdi. Onları sınırda beklememi, Muaz’ın beni kendi evinde misafir edeceğini ve gelince de birlikte sınırı geçebileceğimizi söyledi. Demedim bir şey. Diyemedim. Eğdim başımı.

“Sen nasıl münasip görürsen baba.”

Babam kamyonetin bıraktığı toz bulutunun ardında kaybolurken neye ağlayacağımı bilemeden kamyonetin kasasındaki diğer kadın ve çocukların yanına çöktüm. Hala parmağımda duran yüzüğü yokluyordum. Jehan kim bilir neredeydi. Bir zindanda, toplu bir mezarda veya herhangi bir sokak arasında uzuvları parçalanmış bir şekilde mi çürüyordu? En büyük korkuydu bilinmezlik. Bilinmezliği beklemek. Ne olacağını bilmeden bir başına, kadın ve çocuklarla dolu bir kamyonetin kasasında beklemek.

Kamyonetin kasasında görebildiğim kadarıyla dokuz kadın ve on beş çocuk vardı. Yanı başımda oturmuş, keskin bir şekilde ter kokan kadının kucağındaki bebeğin elbisesinin altı kabarmış ve burunları tırmalayan iğrenç bir koku kamyoneti sarmıştı. Ağlayan çocuklar, kadınların birbirleriyle anlamsız konuşmaları, mide bulandıran kokular… Allah’ım neredeyim ve nereye gidiyorum!

Gözlerimi açtığımda çoktan gece olmuştu. İçerdeki koku ve sıcaklıktan nasıl olduysa içim geçmiş. Küçük bir kız çocuğu dışında herkes uyuyordu. Küçük kızla uzun bir süre konuşmadan bakıştık. Ellerini dizlerinde birleştirmiş somurtkanken bile yanaklarında beliren gamzeleri bu kadar huzursuzluğun içerisinde bende garip bir duygu uyandırdı. Sonra dudaklarım istemsizce gerildi ve tebessüm ettim. Küçük kız sol kaşını kaldırdı ve başını annesi olduğunu tahmin ettiğim bitişiğindeki kadının omzuna koydu. Sonra da kapadı donuk gözlerini. Gamzeleri hala duruyordu.

Kamyonet yavaşladı ve aniden büyük bir gürültüyle sarsılarak durdu. Birkaç kadın gözünü aralayarak çevreyi kolaçan etti. Birkaç çocuk da uykularında sayıkladılar ama uyanmadılar. Önce Muaz’ın sesi sonra da açılıp kapanan kapının sesi duyuldu.Biriyle konuşuyordu ama ne konuştukları anlaşılmıyordu. Ses giderek kamyonetin kasasının kapısına doğru yaklaştı.Muaz ile birlikte ellerinde silahlarıyla, geceyi giymiş gibi siyahlar içinde dört militan belirdi. Gürültülerle birlikte kamyonetteki kadın ve çocuklar bir bir uyanmaya başladılar. Bu sefer ilk ağlayanlar çocuklar değildi.

İte kaka kamyonetten indirilip tek sıra halinde dizdiler bizi. Militanlardan biri kamyonetin kasasını ararken bir diğeri üzerimizi aramaya başladı. Karşı koymaya çalıştık ama iki el silah sesiyle birlikte tüm direncimiz kırıldı.Önümde duran militan önce sakallarını çekiştirerek güldü. Sonra elleriyle her yerimi yoklamaya başladı. Bacak arama doğru elleri kayınca yüzüne okkalı bir tokat attım. Tökezleyerek sendeledi. Hiç kimseden ses çıkmadı. Herkes bu militanların yaptığı vahşetleri, kadınların pazarlarda satılmalarını duyup görüyordu. İnternet sitelerinde dolaşan kafa kesmeler ve bu kafa kesmelerle birlikte bir zafer narası olarak ardından gelen tekbirleri duyuyordu. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlardı. Belki de insan olmak bunu gerektiriyordu.

Tekrar karşımda dikilip yanağını ovuşturdu ve kaldırdığı silahın dipçiğini sağ şakağıma mıhladı. Zonklayan beynimle birlikte yere kapaklandım. Birkaç kadın eğilerek yardımıma koştular. Ama silahın kendilerine doğrulduklarını görünce geri çekildiler. Aralarında yaşça büyük olan kadınlardan biri feryat etti.

“Allah’tan da mı korkmuyorsunuz!” sonra bana doğru birkaç adım attı.

Yanaklarımdan süzülen ılık kanı hissederken bir el silah sesi duyuldu. Bana doğru yürüyen kadın alnında açılan küçük yarıktan akan kanla birlikte yere yığıldı. Büyük bir kargaşa yaşandı. Çocuklar bir yana kadınlar bir yana kaçışmaya başladı. Militanlar hızlı davranıp bizleri çembere aldılar. Artık kimseden ses çıkmıyordu. Konuşmasından ve diğerlerine söz geçirmesinden rütbeli olduğu anlaşılan militan,  zorunlu olmadıkça kimseyi öldürmemeleri gerektiğini söyleyerek çabucak etrafı toparlamalarını emretti. Ayağa kalkarken dengemi kaybettim ve yanımdaki kadınlardan birine tutundum. O sırada Muaz ile göz göze gedik. O karanlığa rağmen gözlerindeki korkuyu görebiliyordum. Gereğinden fazla bir korku. Duru ve saf bir korku. Ölümle yaşam arasında bir korku.

Kamyonet ve pikaplara zorla bindirilirken diz çöktürülen Muaz’ın başında, kınından çıkardığı kılıcı havaya kaldıran bir militan bir şeyler mırıldandı. Göğü delecekmiş gibi kaldırılan kılıç indi ve yerde kanlı bir kafa yuvarlandı. O saatten sonra ne kadınlar ne de çocuklardan hiçbiri konuşmadı. Korkuydu insanı terbiye eden. Korkuydu insanı ehlileştiren. Korkuydu insanı insan yapan.

Devamı gelecek...
]]>
https://www.incetezat.com/oyku/gocuk-i/feed/ 0