Bir sessizlik ki insana kendi varlığını unutturmaya ant içmiş. Bir sessizlik ki tüm boyutlar arasından zamanı silmiş. Tek yanı eksik, köşeleri parçalı bir anda kalma hissiyle donatmış görünen ne varsa. Ya görünmeyen? İnsan bir yerde sağır olup olmadığını anlayamıyorsa gördüğü ile görmediğini de bir sayabilir pekâlâ. Şu arka sokakta Sarıkız yavrulamış gördün mü? He ya, gördüm. Ya karakol önünde dövüş tutan ufak delikanlıları? Görmez olur muyum hiç, onu da gördüm. Dağların ardını? Pek tabii. Ya geleceği? Bir sessizlik…
Öyle bir sessizlik ki varın yok, yokun var olduğu bir inziva köşesi. Ötüşen kuşlar, nadiren bağrışan çocuklar, daima gür sesini ortaya koyup her ana aynı tadı veren horoz… Nasıl da bunca nağme içinde sessizlik hâkim gelmiş bu beldeye, bilinmez.
İlk yaşlarımı burada alsaydım, ne olurdu? Dünya denen şeyi okulda gördüğüm bir haritadan ibaret mi sayardım? Denizi okyanus sanıp kalabalığı gördüm mü boğulur, tehlike içinde kaldığımdan korkar mıydım? Burada çocuk olsaydım, sokaklarda koşar oynar mıydım? Horoz kovalardım belki. Belki ineklerle konuşur, onlar gibi kokmaktan normal bir şey olmadığına inanırdım. Daha doğrusu farklı bir kokudan haberim bile olmazdı. İşte o zaman beldenin sesini duymak, bir ihtimal ki zamanın aktığını hissetmek imkanını bulurdum. Sokakların sonunun dağlara çıkması; bana kurmaca bir evrende, belki bir dizi setinde yaşıyormuş değil de toprağa basıyormuş, her şey gerçek ve varmış hissi verebilirdi. Oysa şimdi derin bir karmaşa içindeyim.
Bir kere en başta üşüyorum. Penceremi açıp dışarıya baktığımda güneş -bildiğimiz her zamanki güneş- ben buradayım diyor. Madem öylesin sevgili güneş ben neden ısınamıyorum? Etrafımda an, ses, ısı, hareket geçirmez bir kapsül mü var, nedir? Ben neden yabancıyım? Oysa burada kala kala ezberledim dağların kıvrımlarını. Bütün yolları biliyorum. Artık yoklara şaşırmıyorum bile. İnsanların olmayan bir sürü şeyin bilincine dahi varmamasını; yaşamlarını yalnızca birbirleri üzerine, aralarındaki gelgitler, muhabbetler, doğum ve ölümler üzerine kurmasını normal karşılıyorum. Yine de içimde hep bir İstanbul var. Kimseye anlatamadığım, gidip görmeyenin anlamadığı bir İstanbul.
İşte servis hareket ediyor. Kıvrıla kıvrıla dağların tepesine gidiyoruz. Az derdimiz varmış gibi bir de radyodan dertli türküler açılıyor. O zaman “Neden buradayım?” sorusu üşüşüyor başıma. “Sen bunun okulunu okumadın mı kızım? Öğretmensin işte.” diye cevap veriyorum kendime hınçla. “Evet öyleyim.” Doğru, öğretmenim ben. Başka hiçbir şey değilim hem de. Sadece öğretmenim. “Yarın öbür gün bu çocuklardan birkaçı bile iyi yerlere gelse daha ne istersin?” Hiç, gerçekten de hiçbir şey istemem. Ama belki biraz ısı, bir nebze saygı, sevgi…
Ayşe’nin annesi söyledi daha yeni. Yata yata maaş alıyormuşuz. Başka hangi mesleğin yazın 3 ay tatili varmış. Sanki bizim varmış gibi… Sanki doğduğum büyüdüğüm yerden, memleketimden 1500 kilometre uzakta ailemden eşimden kendimden ayrı geçirdiğim günlerin maddiyatla ödenebilecek bir karşılığı varmış gibi. Siz söyleyin sevgili dağlar, ben neden buradayım? Neden içimde oluşan tüm boşlukları, yalnızlığımı, özlemlerimi hep “Sen öğretmensin.” diyerek susturuyorum? Çünkü öğretmenim, değil mi?
Gide gele santimetre dahi hareket etmeyen toprağın, taşların dilini de çözdüm. İçimden konuşmayı, içimden cevaplamayı, tesellimi içimde bulmayı öğrendim.
Şimdi diyor ki dağlar; bir halk için, millet için, eğitim için, gelecek için çalışıyorsun. Evet, çalışıyorum. Hem de öyle böyle değil, tüm bedenim, zihnim, duygularımla. Bir bavula sığıp da geldim buraya. Öyle doluyum ki, öyle yoğun… Bir bavul kadar.
Gençliğimin en verimli en kıymetli zamanı. Hatta kendim için yaşamanın en mümkün ve en zevkli olduğu zaman da denebilir. Bavulumu bir otel hizmetlisinin ellerine de teslim edebilirdim şimdi ya da yurtdışı giden yolcu departmanına. Değil mi, pek kıymetli ayrımcı güneş? Beni kabul eden renkli caddelerde yürürdüm. Çocukluğumu yaşadığım yerlerde dolaşır, son vapura yetişmek için koşturur dururdum kalabalığın içinde. O sıra belki insanlara çarpar, özür dilerdim. Elimden düşürdüğüm simit parçasını da kaldırım kenarında hayvanlara pay ederdim. Veyahut hiçbirini yapmazdım. Evimde oturur, sadece televizyon izlerdim. Ne büyük lüks!
Peki, o zaman bu dağlarda eğitimin sesi yankılanır mıydı? Mutlaka buralarda doğmuş büyümüş, okuyup geri dönmüş meslektaşlarım var, hep de olacak. Yani, yankı hiç susmayacak. Ancak şimdi ben de onlar kadar varım. Ve tüm gücümle çalışıyorum.
İşte son kıvrımdayız. Bir dakika sonra bizi bekleyen öğrencilerin arasına adım atacak, beldede sessizlikle donatılmamış tek yere, benim de duyup dahil olabildiğim, yankılı dağın yamacına gelecek umudu ekeceğiz. Tek ihtiyacımız, bir damla can suyu: Sevgi, inanç, takdir ve destek.
Betül NİSA GENÇ
0 Yorum