Mevsimlerden sonbahar, günlerden de sıradan bir cumartesiydi.
Genç kadın kahvaltıdan önce biraz yürüyüş yapmak istemişti. Spor ayakkabılarını çekip kulağında bir takım caz melodilerle kendini sakin sokaklara atmıştı. Evinin etrafındaki yokuşsuz sokakları arşınlamaya başladı. Fırına uğrayıp sevdiği çekirdekli simitlerden aldı, köşedeki yavru kedileri sevdi. Eve dönüş yolunda, tezgahını erken saatte açmış iki beden büyük kahverengi kabanının içinde, plastik bardaktaki sıcak çayını içip ısınmaya çalışan çiçekçiyi gördü.
Geniş kalçalı güleç yüzlü çiçekçi, genç kadını görünce gülümsedi. Sağ üst taraftaki eksik dişi göründü. Genç kadın buradan kendine çiçek alırdı. Hem evi renklenir hem de bütün gün sokakta çalışan çiçekçiye yardım ettiğini düşünürdü. Ceplerini karıştırdı ama bugün sadece yirmi lirası çıkışmıştı. Bu kadar parayla yardım mı olur diye düşündü. Neye yeter, kimin işine yarardı ki bu bozukluklar. Kahvaltıdan sonra yanına biraz daha nakit para alıp geri gelebilirdi ama buna üşenebilirdi. Belki de yarın sabah bir yürüyüş daha yapar şöyle güzel güller alırdı. Pazar sabahları çiçekçi yerinde oluyor muydu? Zihninde kararsız düşünceler uçuşurken, çiçekçi “günaydın” dedi. “Bugün sadece yirmi lira var üstümde, bu kadara çiçek var mı ki?” dedi genç kadın. “Hangisini istiyorsan seç” dedi çiçekçi. Genç kadın papatya dolu kovayı işaret etti. Bunlar olur mu? Çiçekçi bir demet papatya çıkarttı, mor sümbüllerden de ekledi, şirin bir buket hazırladı. Genç kadın buketini aldı, hayırlı işler diledi, bir dahakine telafi ederim diye düşündü ve yere düşen sararmış yaprakları fark etti. Müziğini kapattı, yaprakları çıtırdata çıtırdata evinin yolunu tuttu. Şimdi bir çay demler; peynir simit, keyif yapardı.
Çiçekçi, genç kadını uğurladıktan sonra beyaz plastik sandalyesine oturdu. Altındaki minder, o ayaktayken çoktan soğumuştu. Yıllardır bu kaldırımda tezgah açar bütün günü burada geçirirdi. Hava soğumaya başladı mı hareketsiz kalınca üşümemesi için üst üste hırkalarını giyer onun da üzerine kocasının eskimiş kabanını geçirirdi. Ellerinde parmaksız eldivenleri kafasında da beresi olurdu. Arkasına rüzgarı kesen bir muşamba gererdi. Haftaiçi satışlar beklediğinden az olduğu için, hasılatı mutfağa harcamış, parası iyice yıpranmış yırtık yerlerinden rüzgar geçiren muşambasını değiştirmeye yetmemişti. Cebinde dünden kalan kırk lirası vardı. Bugünkü siftahını da üzerine kattı ve iki metre muşambasını almak için tezgahını bir süreliğine taksi durağına emanet edip arka sokaktaki malzemecinin yolunu tuttu. Köşeden dönünce binaların arasından parlak güneş göründü. İçi ısındı.
Malzemeci, her sabah üşenmeden yaptığı rutinini tekrarlıyordu. Dükkanının önüne kovaları, süpürgeleri, saksıları çıkarırken içeriye çiçekçi girdi. “Nerelerdeydin, uğramadın ne zamandır.” Malzemeci siparişi hazırlarken aklına geldi, şuralarda bir yerlerde bir oyuncak araba olacaktı. Iki hafta önce dükkanı süpürürken bulmuştu. Müşterilerden biri düşürmüş olmalıydı. Bu saate kadar kimse gelip sormadığına göre çekmecede bekleyen üzerinde şimşek işareti olan kırmızı küçük arabanın yeni bir sahibi olabilirdi artık. “Senin çocuk sever mi? Dükkanda unutmuşlar.”
Çiçekçi, yeni muşambasını yerine yerleştirdikten sonra günü tek tük müşterisini karşılayarak geçirdi. Hava kararınca kardeşi, yılların emektarı geniş bagajlı arabasıyla geldi, bütün çiçekleri topladı ve ablasını evine bıraktı. Küçük çocuk gözlerini ekrandan ayırmadan annesine yanağını uzattı. Belki de otuz kere izlediği çizgi filmi bıkmadan bir kez daha izliyordu. Annesi cebinden kırmızı pırıl pırıl parlayan arabayı çıkardı, çocuğa uzattı. Mutluluktan çocuğun göz bebekleri büyüdü. Ağzı kocaman açıldı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzereydi. En sevdiği çizgi film kahramanı ellerinin arasındaydı şimdi. Bu bir mucize olmalıydı. Mevsimlerden sonbahar olsa da küçük çocuk için bugün kesinlikle sıradan bir gün değildi. Hayatının en mutlu günüydü.
Dilek GÜLCÜ
0 Yorum