“İnsan takvim yapraklarını koparmaya korktuğu zaman aynalardaki suretinden kaçarmış.”
Remziye Teyze
“Ellerindeki fırçayla beyaza çalıyorlar saçlarımı, her darbede biraz daha açılıyor diplerim… Kaz ayaklarıma bir tane daha ekleniyor yavaş yavaş, göz kenarlarımdan şakaklarıma doğru yürüyor. Alnımın ortasından geçen hattın içinde bir madenci yaşıyor adeta, kazdıkça sevdiklerimi çıkarıyor… Kardeşim, ardından babam, sıra dayakçı emekli ilkokul öğretmenim, arkamdan oyun çeviren dost zannettiklerim, kanalı oluşturan herkesin fosilleri birer birer dökülüyor. Vücudumda oluşan yol çalışmasını izliyorum, soyundum çırılçıplağım şimdi. İçime attıklarım, heyecanlarım, tutkularım söyleyemediklerim kursağımda birikerek çenemin altından aşağı doğru sarkıp gıdımda yaşıyor. Gövdem ile kafamı ayıran koyu kiremit desenli bir kaldırım var sanki boynumda. Bu yapı kimin eseriyse çok başarılı gerçekten takdir etmeden geçemeyeceğim. Yer çekimine meydan okuyamayan ucu aşağı dönük fazla yoğrulmuş hamur parçaları… Hareket ettikçe toprağa ulaşmaya çalışan et yığınından ibaretim. Tanrım! Benim mi bu çirkin beden? Otuz yıl önce etrafını gürlete gürlete yürüyen uzun bacaklarım, ince bir halat gibi sağa sola kıvrılıyor, adım attıkça sallanan yer değil sarkan derilerim şimdi. Bana bunları kim yaptı? Zaman mı? Ben kendim mi yaptım yoksa? Sen mi? O mu? El birliği ile mi yaptınız? Peki, ben nasıl izin verdim bu çalışmaya? Hayır, hayır sizin suçunuz değil biliyorum. Bu, tamamen aynanın suçu… O beni böyle gösteriyor. Eskiyen ben değilim hep bu sırları dökülen bilmem kaç yaşındaki mirat… Anamın çeyizinden kalma kenarları altın kaplamalı boy aynası… Evet, hepsi senin suçun…”
Birden kollarını kaldırıyor, koklamaya başlayarak kendi kendine konuşmaya devam ediyor Remziye teyze.
“Peki bu koku? Ter desem değil. Vücuduma sinmiş rutubet kokusu mu? Eskimiş lastik gibi… Bu koku da nereden çıktı şimdi? Ne zamandır böyle kokuyorum acaba? Küflendim mi yoksa? İnsan küflenir mi? Şurada limon kolonyası olacak… Önce şu pudrayı kollarımın altına bir güzel süreyim de…”
“Bu ne hal Remziye Hanım? Ne konuşuyorsun aynanın karşısında böyle anadan üryan?”
Sesi duyar duymaz olduğu yerde sıçrayarak yatağın üzerine attığı havluyu geçiriveriyor sırtına Remziye teyze.
“Ne konuşacağım Bey, şuna bak ne kadar eskidi. Miratın miadı doldu diyorum, atalım artık. İnsanı da kendisi gibi yaşlı gösteriyor. Hem ben, kendimi bildim bileli burada duruyor bu. Sıkıldım artık,” deyince göbeğini hoplata hoplata gülüyor Mehmet amca.
“Öyleyse seni de değiştirmek lazım Remziye Hanım, şu haline baksana. Hem son zamanlarda aynanın karşısına geçip kendini izlemekten başka yaptığın bir şey de yok. O olmasa ne yapardın kim bilir? Yetmiş yaşına geldin. Aynalara âşık Remziye şimdi küstü mü? Ona bahane bulma. Kabul et artık, emektarın bir suçu yok yaşlandın… Ah, şuncağızın dili olsa da konuşsa! İnsan takvim yapraklarını koparmaya korktuğu zaman aynalardaki suretinden kaçarmış Remziye. Seninki de o hesap. Zaman, balçık bedenimize su kattıkça toprağa doğru eğiliyor, eriyoruz…”
Mirat:
“Ben turuncuyum… Bazen yemyeşil açan, bazen de sapsarı dökülen güz yaprağıyım. Bazen dikenli bir çam, bazen karahindiba çiçeği kadar narin… Kimi zaman iyot kokulu masmavi bir deniz, kimi zaman mutluluk kadar tozpembe, bazen ölüm kadar çirkin, gece kadar siyah, Bazen batan güneş kadar kırmızıyım. Hangi manzaranın karşısına koyarsan beni o olurum. Ben senim. Bana bakışın beni anlamlandırdığın kadarım. Senin içinin, yüzünün yansımasıyım. Sen bende ne görüyorsan sana göre o kadarım ne eksik ne fazla… Hayat gördüklerini anlamlandırma çabasından mı ibaret? Evet, ben ne turuncu ne sarı ne yeşil ne pembe ne siyah ne de maviyim. Bana hangi renkle bakıyorsan aslında odur rengim… Ayna deyip geçme bana. Narkissos’un kendine hayran olduğu, Dionysos’un ölmeden önce son gördüğü nesneyim. Antik Mısır’da atalarım, ölümsüzlüğü simgelemişler. Ben senim, yıllardır baktığın miratınım. Güzel görününce sevdiğin, çirkin olunca kızdığın… Ne kadar çektim kahrını? Başkalarına, çoğu zaman da kendine kızdığında hıncını, benim üzerime bulduğun şeyi fırlatarak çıkardığın… Yine de kırılmadım ama bak, hala yanındayım. Bilirim, öfken bana değil. İçinde olmayan sevgiyi bir başkasına nasıl verir ki insan? Kendini sevmen için buradayım ben tam karşında. Dost dediğin benim gibi olmalı zaten öyle değil mi? Kusurlarını da güzelliklerini de göstermeli. En mutlu anlarına şahit olup sen mutlu olunca sevinmeli, hüzünlenince üzülmeli, utanınca seninle birlikte kızarmalı yüzü. Tüm heyecanlarına ortak olmalı benim gibi. Hiç unutmuyorum. Bir bayram sabahı annenin aldığı mini etek, altına giydiğin kırmızı rugan ayakkabılarınla nasıl da tatlıydın… İlkokula başladığın gün hele… Mavi önlüğünün üzerine annenin özenle işlediği beyaz yakalık ile karşımda dikilmiştin, saçların iki yandan örülü, nasıl güzeldin… Karşımda büyüdün ergen oldun, ilk sivilceni sıktın da yine de tiksinmedim senden. Nasıl unutursun? İlk randevun için çeşit çeşit kıyafet giyip çıkardın önümde de bana bakarak yeşil kazakta karar kıldın. En çok o yakışmıştı yalan değil sen ne giyersen giy, hepsinde çok güzeldin ama en tatlı halin bembeyaz prenses model gelinliğinleydi. Karşımda gözlerin doldu. Benim de… İki yıl sonra anneni, Hatice teyzemi, toprağa verdiğin gün karşıma geçip rimellerimizi akıta akıta ağlamadık mı birlikte? Bu anlarında kim vardı yanında bir düşün? Ben senin gerçek dostunum gördün mü? Şimdi de karşıma geçmiş bana kızıyorsun. Sen neysen ben oyum. Haydi, kır beni şimdi. Annenden sana kalan tek yadigârı. Artık canım yanmaz, merak etme çoktan paramparça oldum ben… Senin, onun, bir başkasının, karşıma geçen herkesin kimseye söyleyemediklerine şahidim. Keşke beni gördüğün gibi bu sözlerimi de duyabilsen. Belki o zaman bir sonbahar akşamı sarhoş babanın anneni karşımda nasıl öldürdüğünü sonra da bu olaya nasıl kaza süsü verdiğini anlatabilirdim…”
Sırlarıyla birlikte dökse de içini, miratın sesini duyan olmadı. İnsan kendi sesini duyabilir miydi? Bir çocuk koşarak girdi odaya, elindeki topu fırlattı aynaya. Remziye teyzenin torunu, kırmıştı sonunda ana yadigârı emektarı. Üzülse mi sevinse mi bilemedi bir an, dondu kaldı Remziye teyze. “Atalım,” derken çok da ciddi değildi aslında ama içinden geçenler gerçekleşmekle meşhurdu. Çocukluğundan beri hapsettiği anıların parçaları saçıldı odaya. Annesinin sesi kulağında:
“Bunu da şu köşeye koyalım Remziye, baktıkça beni anarsın…”
Aslı GÖKMEN
Önce girişteki söz etkisi altına aldı ardından betimlemeler… güçlü kaleminizi ve yüreğinizi kutlarım Aslı Hanım
Çok teşekkür ederim Arzu Hanım 💐😇✍🏻