
Yoğun ve stresli geçen bir günün sonlarına doğru evinize gitmeyi arzuluyorsunuz. Karnınız kurt gibi acıkmış, güzel bir akşam yemeğinden sonra, şöyle bacaklarınızı uzatırken kanepeye, bir yandan çayınızı kahvenizi yudumlayıp, bir yanda da televizyon kanallarında o anki ruh halinize uygun bir program arıyorsunuz.
Ne mümkün! Oysa çanak anten taktırmıştınız, televizyonunuzda yüzden fazla kanal vardı. Nedir bu her akşam değil mi? Nedir bu ya, şöyle isteyerek, zevkle seyredebileceğiniz, günün bütün yorgunluk ve stresini üzerinizden alacak bir program yok mu? Yok işte yok! Sanki size inat, ne kadar ilgisiz kaldığınız program varsa bütün kanalları parsellemişler. Yoksa çok mu uzak kalıyorsunuz gündemden? Bu gidişle televizyonu mu atacaksınız pencereden?
Hadi bakalım, kapatalım televizyonu. Geçelim bilgisayarın başına. Vay be, ne kadar gelişmiş şu internet dünyası değil mi? Ne ararsanız var. Arama motorları artık hızınıza yetişebiliyor. Yeter ki yazın. Hemen yazdığınızla ilgili binlerce sonuç çıkıyor. Bak bak, yine zorluyorlar sizi, şimdi kim binlerce sayfadan bulacak ruhunuza ilaç gibi şifa olacak siteyi. Kim bilir nerede? Pirinç ayıklamayı da sevmezsiniz zaten. Bu binlerce sayfa, denizde kum tanelerinden de abartılı geliyor size. Yine yılgınlık. Üfff, ne zormuş be! Ne yapacaksınız peki şimdi?
Kütüphanenize doğru yaklaşıyorsunuz, yavaş yavaş ama, sizi görünce sevinçten çığlık atıp komşularınızı rahatsız etmesin diye. Vay be, amma da kitabınız varmış değil mi? En kısa zamanda okurum diye satın aldığınız, birkaç gece uyku ilacı niyetine uykuya geçmeden önce okuduğunuz, yani birkaç sayfasını okuyabildiğiniz, sonra da evdeki temizlik canavarlarının, ortalık dağınık görünüyor diye kütüphaneye kaldırdığı ve sizin de varlığını tamamen unuttuğunuz kitaplar.
Evet evet, hazır televizyon kapalıyken ve bilgisayardan da sıkılmışken, birkaç sayfa, hatta belki çeyreğini okuyabilirsiniz bu gece bu kitabın. Gel bakalım şöyle, seninle koltuğa doğru gidelim, bu sefer uzanarak değil de koltukta oturarak okuyalım seni.
Ne diyorsun şimdi sen? Neden anlayamıyorum? Çok mu yoruldum bugün yoksa? Evet evet çok yorgunuz, beynimiz yorgun, onun için anlamakta güçlük çekiyoruz. Tamam, ara verelim bugün de, zaten anlamadan okumak de neyin nesi. Her okuduğunuzu anlamalısınız, nakşetmelisiniz beyninize değil mi?
Buzdolabınıza doğru ilerliyorsunuz şimdi. No frost buzdolabı, iki kapılı, hani alırken bilmem ne kadar fazla ödediğiniz buzdolabınız. Çok nazik bir şekilde hoş geldin diyor size ve taaaa derinliklerine kadar açıyor kucaklarını size. Yok, dişinize uygun bir şey yok. Tam takır, kuru bakır. Neden? Ne yiyeceksiniz şimdi? Abur cubur almamış mısınız en son market alışverişinizde? Tüh be! Gecenin bu saatinde de kapanmıştır bütün marketler ve fast foodçular.
Ne yapacağınızı bilememek, her gününüzün bir birine eşit olması, can sıkıntısı, dinlenememek, beynen ve bedenen yorgun hissetmek ve bu yorgunluğun artık iliklerinize kadar işlemiş olduğunu hissetmek. Görememek, anlayamamak, kapana kısılmak, monotonlaşmak, robotlaşmak, mutsuzlaşmak, törpü törpü inceltmek dünyanızı, incecik bir ipin üzerinde dengede durmaya çalışmak. Koy vermişliğin batağına saplanmak, parmaklarınızı kımıldatamamak, gözlerinizi kapatamamak bazen, boş boş bakmak, boş boş konuşmak, boş boş yazmak…
İşte tam bu sırada mucize gerçekleşir. Yazmaya ara verirsiniz. Ne yazacaksınız ki? Çok ama çok var daha, çapalamak lazım biraz, parmaklarınızın ucundaki tuşları inceltmek, elemek, gruplamak lazım. Buraya kadar okumuşlarsa eğer yazdıklarınızı, okuyanlara teşekkür etmek lazım bundan sonra yazacaklarınızla.
Okumaya devam etmeniz lazım, devam edin, bakın neler daha yazıyorsunuz.
Kendisini mutsuz hissedenler o kadar da teslimiyetçi değillerdir. Ararlar, insan olmanın doğası gereği bir arayış içindedirler her zaman. Mutsuz mutsuz da olsalar, ne aradıklarından bihaber dahi olsalar, arayışları onların tek tutunacak dallarıdır adeta. Öyle veya böyle, bir şekilde ararlar. Popüler kelime ise “proje” dir.
Ne kadar çok duyar olduk bu proje lafını. Herkesin dilinde bir proje lafıdır geziyor. Çok planlı programlı yaşıyoruz ya hayatı, projelerimiz eksik olmuyor beynimizden, fikrimizden, dilimizden ve hayatımızdan.
Vay be millete bak, bir siz mi kaldınız geride? Herkesler projelerinin itici kuvvetine sarılmış, ilerliyor. Soruyorsunuz, nedir diyorsunuz. Anlatıyorlar, güzel de anlatıyorlar, ama boş geliyor, saçma geliyor, siz mi akıllısınız yoksa gerçekten başka bir boyutta mı yaşadığınızı hissediyorsunuz. Dna sarmallarınızda bir fazlalık mı var yoksa bir eksiklik mi var? Ne bu ya, bulamayacak mısınız şöyle fikrinize göre bir projeci?
Bir de hayat koçları türemiş. E-mailinize kadar geliyor bilgileri ve reklamları. Televizyonlarda izliyor, gazetelerde okuyorsunuz. Hayatımızın koça mı ihtiyacı var? Neden hayat koçu demişler? Ne yapar bunlar? Nasıl yardımcı olurlar size? Bunu öğrenmenin bir tek yolu var, her zamanki gibi para. Bilmem ne kadar para vermeli ve onların seminerleri, dersleri, grup terapileri veya özel terapilerini takip etmelisiniz. Verecekleri taktikler neler acaba? Futbol oyunu mu sandınız siz hayatı? Teknik direktörler gibi, şunu yap bunu yap demiyorlarmış bizim koçlarımız.
Sohbet ederek beynimizi, çakralarımızı açıyorlar, gerçeklik boyutuna geçmenizi sağlıyorlar. Bu da zaman alan, süreç isteyen bir iş, öyle bir iki dersle olmuyor, en az bir iki yıl öğrencisi olmalısınız koçlarınızın. Onlar da sizinle hayatın sırlarını paylaşacaklar, nasıl başardıklarının tüyolarını verecekler, aydınlık, huzurlu, bolluk içinde, ya da ne istiyorsanız. Ama ne istiyorsanız sahip olabileceğiniz bir hayat tarzı inşa etmenize yardımcı olacaklar. İşi yapacak olan sizsiniz. İyi öğrenci olun. Kesenize, pardon kendinize güvenin.
Hadi sizi göreyim, az kaldı, inanın. Bak şimdi! Bu satırları okurken, inancınızı mı yitirdiniz yoksa? Hayır hayır, sakın ha! Benim yaptığım kıskançlık. Enerjinizi kıskanıyorum. Aman enerjiniz kaçmasın. Siz becerebiliyorsunuz, -ceksiniz ya, önemli olan o, beni boş verin. Koçların önünde kuzu kuzu duruyoruz işte. Sessizce, meeee, meeee!
Ne güzel süslü süslü laflar bunlarınki. Lisede edebiyat dersleri on du herhalde. Bir kelimenin dört beş eşanlamlısını, süslü püslü evirip çevirip ne güzel konuşabiliyorlar. Kesin diksiyon dersi falan da almışlardır. Ama helal olsun, hatiplikleri gelişmiş, insanı etkiliyorlar konuşmalarıyla.
Uçuşa geçiyorsunuz kısa bir süre, sonra kahve molasında bir de bakıyorsunuz, neredeyim ben der gibi aynı tası görüyorsunuz, hamam ise karşı kaldırımdaki hocanın bürosuna taşınmış. Evet evet, kesinlikle sizde bir anormallik var. Baksanıza ya! Millet açmış, bitirmiş çakralarını makralarını, on ikinci evren ile temas halinde. Siz daha içinde bulunmaya çalıştığınız evren ile barışamadınız.
Yazdım yazdım, bu yazının başlığını buldum işte. Evrenle Barışmak olsun! Evren ile değil. Okunduğu gibi olsun. Hatalı da olabilir, varsın olsun…
Küsmüş müydük ki? Nasıl barışıyoruz evrenle? Küs olduklarımızı görmek istemeyiz hiç, ama çaresi yok evrenin içinde yaşıyoruz. Küs olduklarımızla konuşmak da istemeyiz. Konuşuyor muyduk evrenle? Konuşmak nasıl olacak? Dargın ayrılmayacağız, küslük tutmayacağız, kindar olmayacağız. Evren ve kâinat, bu muazzam kelimeleri zaten kelime olarak sığdıramıyoruz kafamıza.
Düşünmek, barışmak da ne demek? Hem ne kadar çok evrene küsmüş insan var demek ki, bu laf bu yüzden mi bu kadar çok tutuldu. Televizyon programları, kitaplar, dergiler, gazeteler doldu taştı bu lafı evirip çevirip önümüze servis edenlerle. Evren barıştırıcıları, arabulucuları, tercümanları onlar o zaman.
Baksanıza onlar işi halletmiş, yardımcı oluyorlar, sizler de gelin mutluluğa, barışa gelin, bolluğa berekete kucak açın diyorlar. Ömürlük sıkıntılarınızdan uzaklaşın. Ömür dedikleri neymiş ki? Önemli olan evrendeki sonsuzluğu algılayabilmektir.
Algı sensörleriyle donatılacağız, çok hassas olacağız, en ufak küslüklerden hassasiyetle kurtulacağız. Barışgınlığın dingin denizlerine, huzur okyanuslarına yelken açacağız. Sonra da yüzmek gerek mutlaka, her tarafımız ıslanmalı, doymalı tüm hücrelerimiz. Sünger gibi emmesini öğrenmeli, taa uzakta gözünü bu satırlara dikmiş olan siz de, çekebilmeli emebilmelisiniz mutluluğun barışçıl bereketini.
Yoga kursuna da mı gitsek? Hımmmmmm!!
Hadi kalkın artık. Güzel bir boy abdesti alın. Tepeden tırnağa ferahlayın boy abdesti sayesinde, her damla suyun şifa olması için dua edin bir yandan. Güzelce tertemiz kıyafetlerinizi giyinin. Seccadenizi serin Kıbleye doğru ve namaz kılın. Dua edin, yalvarın, konuşun, isteyin, yakarın, merhametine sığının Allah’ın.
Namazdan sonra, alın elinize Kur’an-ı Kerim’i, okuyun, sesli okuyun, sessiz okuyun, okumasını bilmiyorsanız eğer, nasıl öğrenirim diye düşünün.
Projeniz hazır işte. Kur’an okumasını öğrenin bir an evvel. Beş vakit namaz kılın, Ramazanda orucunuzu aksatmadan tutun, dininizi öğrenin tüm gücünüzle. Yaşamanın nasıl olacağını öğrenin. Neler yapmak gerektiğini öğrenin. Yapın ama!
Yaptıkça nasıl da mutlu olacaksınız. O içinizdeki, bir türlü dolduramadığınız boşluklarınız nasıl da huzurla, mutlulukla doyacak, evet dolacak demedim, doyacaksınız. Emeğinize göre yavaş yavaş hazım edeceksiniz, bu doygunluk ömür boyu sürsün isteyeceksiniz.
Öyle şimdiye kadar yaptığınız gibi maymun iştahlı olmayacaksınız, ne kadar iradeli ve dik hissedeceksiniz kendinizi. Ne kadar ama, bir bilseniz…
Sizin kiminle küs olduğunuz belli, evrenle barışmak demek ne demekmiş anladınız mı şimdi? Sadece ismini değiştirip evren demişler.
Ama haklarını da yemeyelim, gerçekten barışmamızın zamanı gelmiş de geçiyormuş değil mi?
Hiçbir zaman bir daha küsmemek dileği ile…
Ahmet GENCAL
0 Yorum