Öykü | İnce Tezat https://www.incetezat.com Mon, 11 Apr 2022 10:27:29 +0000 tr hourly 1 https://www.incetezat.com/wp-content/uploads/2018/09/thumbnail_favicon.png Öykü | İnce Tezat https://www.incetezat.com 32 32 Misket https://www.incetezat.com/oyku/misket/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=misket https://www.incetezat.com/oyku/misket/#respond Thu, 03 Mar 2022 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6490 “Dışarıdan bakıldığında güçlü görünen insanların duvarlarını kaldırdığınızda içeride saklanan sarılmaya muhtaç küçük bir çocuk vardır.”             Mavi Misket…             “Evet! Son Mavi misket benim ve oyun biter,” diye gülümseyerek Esma’ya göz kırparken ben, Osman elimdeki misketleri çekip aldı.             “Hey, o benim misketim, ben kazandım onu çabuk geri ver!”             “Gel de al hadi o...

The post Misket first appeared on İnce Tezat.]]>

“Dışarıdan bakıldığında güçlü görünen insanların duvarlarını kaldırdığınızda içeride saklanan sarılmaya muhtaç küçük bir çocuk vardır.”

            Mavi Misket…

            “Evet! Son Mavi misket benim ve oyun biter,” diye gülümseyerek Esma’ya göz kırparken ben, Osman elimdeki misketleri çekip aldı.

            “Hey, o benim misketim, ben kazandım onu çabuk geri ver!”

            “Gel de al hadi o zaman gelsene gelsene!”

            “Ver diyorum…”

            Vermedi Osman. Zaten ne zaman kaybetse hep böyle mızıkçılık yapardı ama bugün yapmamalıydı. Esma’nın üzgün bakışlarını görünce dayanamadım Osman’ın üstüne atladım. Yerde yuvarlanmaya başladık. Arkadaşlar “Hasan kazanır, yok Osman kazanır” diye iddiaya girdiler. Esma hariç Kızlar kıs kıs gülerken birden ikimiz de olduğumuz yerden yükseldik birisi bizi omzumuzdan tutup havaya kaldırıyordu.

            “Ne oluyor bakayım burada? Ayrılın çabuk!” dedi abim. “Ayıp değil mi oğlum? Kızların önünde kavga ediyorsunuz erkekliğinizden utanın…” dedi. Kızlar kaçarak uzaklaştılar. Esma’nın arkasından bakakaldım. Abim ikimizin de kulağını çekti. Anlatmaya çalışsam da beni dinlemedi en çok da beni dövdü. Bütün çocuklar bana güldü. Misketlerim de Osman’da kaldı. Bütün gece ağladım. Bir daha misket oynamadım.

            2020 Sarı

            Nefes nefese uyandım. Osman elinde mavi misketleri sallıyor salyalarını akıta akıta gülüyor, Esma deniz gözleriyle bana bakıyor ve Osman’ın koluna girip uzaklaşıyordu. Nerden çıkmıştı şimdi bu rüya? Esma’yı düşündüm. Yıllar oldu onu görmeyeli ne yapıyor acaba? Bir gün okulda merdivenlerin altında öpmüştüm onu. Bütün gün yanağındaki kırmızılık gitmemişti. Binalarımız karşılıklıydı her gün aynı saatte cama çıkar, birbirimize bakardık. Ben, iki elimi birleştirerek kalp şeklini yapardım o da utanır kafasını eğer içeri kaçar tülü çekerdi ama bilirdim perdenin arkasından bana bakmaya devam ederdi zira tül sallanıp dururdu. Okulda aynı sınıftaydık öğretmen de evlerimiz yakın diye bizi ödevlerde aynı gruba koyardı. Osman da hep aramızı bozmaya çalışırdı. Dört bina aşağıda oturuyordu. O da Esma’yı severdi ama Esma’nın kalbi bendeydi anlardım. Aslında Osman benden çok daha heybetliydi ve yakışıklıydı. Ben sıska, çiroz bir şeydim. Bu yüzden hep korktum, misketleri çaldığı gibi sevdiğim kızı da çalmasından. O çalmadı ama o sene babamın tayini batıya çıkınca apar topar ayrıldık. En son hatırladığım arabanın arka camından gördüğüm yeşil elbisesi ve yaşlı gözleriydi. Gitmeden önceki gece son defa sarı sokak lambasının altında öpmüştüm onu yanağındaki çukurdan. Bir daha da görmedim… Yıllar oldu. Bu rüya da nereden çıktı şimdi? Hayatımdaki en masum detay… Saate baktım, “olamaz” alarm çalmamıştı. işe geç kaldım…

             “Hasan Bey bu ay ikinci geç kalışınız. Bunları yazıyorum. Maaşınıza yansıyacak bu durum haberiniz olsun,” dedi. Zaten çalışmaya başladığımdan beri hiçbir ay tam maaş alamamıştım. Her ay, bu ay acaba nereden kırptılar diye düşünmeyi de bırakmıştım artık. Geçen ay da yaptığım işe bahane bularak ütülediğim kıyafetleri elinin tersiyle etrafa saçmıştı Sarı. Ne diyeceğimi bilememiş, titreyen ellerimle ütü yaparken parmağımı yakmıştım. Canımı en çok yakan ise parmağım değil; yakınımdaki kişilerin bu duruma bıyık altından gülmesiydi. İnsanların kendilerine yapılmayan haksızlığa karşı susmaları ne tuhaftı, çıkarlar dünyasında yaşıyorduk. En dibe düşsem de sarılmayacağım yılanlarla doluydu çevrem. Ruhları kırıştıran tüm kötü düşünceleri ütülemek istedim o an ama karşıma çıkan kötü kumaşlara nasıl ve ne kadar buhar vereceğimi bilmiyordum. Sarı’nın her gün şeytanı kıskandıracak çirkinlikteki yüz ifadesi gözlerimin önünden gitmiyordu. Kalbinin kötülüğü yalnızca simasına değil ruhuna sirayet etmiş, nevi şahsına münhasır bir kişilikti. Yıllarca alın teri dökerek çalıştığım fabrika, virüs sebebiyle kapanınca son ütücü ilanıyla bulduğuma sevindiğim bu işte karın tokluğuna çalışmaya mecburdum artık. “Virüs çok yayıldı işler çok sıkıntılı, üç beş kuruş kazanacağız diye kimsenin vebalini alamam ben Hasan, maaşlarınızı bile ödeyemeyecek duruma gelmeden kapatmak zorundayım. Beni en iyi sen anlarsın, on yıldır birlikteyiz.” diyerek helallik istemişti eski patronum, hepimizin tazminatını da vermişti, kral adamdı. İnsanları kırmaktan korkar, her işini rica ile yapar hiçbir zaman bir kuruş eksik maaş vermezdi. İşçiler de cansiperane çalışır, hiç aksatmadan işleri yürütürdü. Şimdi ise insanlar işten kaçacak yer arıyordu Sarı yüzünden ama ben kaçmayacaktım. Kendi sorumluluklarını tam olarak yerine getirmeyen koltuk sahiplerinin “Altta kalanın canı çıksın” mantığıyla hareket etmesi beni oldum olası çıldırtıyordu. Altta kalmayacaktım.

            Mavi Misket…

            Osman, o gün eve ağlayarak gitmiş eve geç kaldığı için babasından dayak yemiş. Osmanların alt komşusu Emre anlatmıştı. Kemerle dövüyormuş babası. Her gece çığlık çığlığa… Ben o gün eve döndüğümde ise abim usulca yanıma sokulup özür diledi. Severdi beni bilirdim, diğerlerine ayıp olmasın diye en çok bana vurmuş. Öyle dedi. Annem babam da severdi, ayırmazdı hiç abimle beni. Annem melek kadın, “Sana taş atana sen gül at aman oğlum,” derdi hep bana. Osman’ın evde yaşadığına sevinsem mi üzülsem mi bilemedim bunları öğrendiğim gün. Yine de sinirim geçmemişti. Ertesi gün okula gittiğimde annemin sözlerini düşündüm ve sinirim yatıştı. Osman’ın yanına gittim. Hiçbir şey olmamış gibi-aslında ona acıyarak- “Çıkışta misket oynayalım mı?” diye sordum…

            2020 Sarı…

            İşimi bitirip öfkeyle fabrikadan çıktım, kapının biraz ilerisindeki banka oturup bir cigara yaktım. Derin düşüncelere dalmışken baktım Sarı fabrikadan çıktı. Oturduğum bankın yanından geçerken beni görmedi. Ben de fırsat bu fırsat, diyerek onu takip etmeye başladım. Yaptığımın yanlış olduğunu hissetsem de içimde oluşan merak duygusunu durduramıyordum. Az ilerideki otoparktan arabasına bindi. Ben de hemen fabrikanın girişindeki taksi durağından Ahmet abiye selam verdim. “Abi çok acil öndeki aracı takip eder misin?” dedim. O da az çakal değil “Nalan Hanım’ın arabası değil mi bu? Neden takip ediyoruz ki?” dedi. “Abi boş ver sen, sür hadi.” dedim. Öndeki araç makas atarak ilerliyordu. “Amma da hızlı gidiyor!” dedi Ahmet abi. “Takip edildiğini fark etti mi acaba?” dedim “Yok” derken öndeki araç kırmızı ışıkta durdu. Biz de arkasında… “Telefonla konuşuyor,” dedi “acelesi var herhalde.” Yeşil ışıkta bastı gaza Sarı, biz de peşinden… Aramıza bir araç girse de takibi bırakmadık. Kavşaktan bir anda sağa döndü. “Sinyal de vermiyor, hey Allah’ım!” şoför hızla dönünce savruldum. Ahmet abi yılların şoförü kaçırır mı hiç? Döndük biz de düz devam ettik.  Sokağın başında yavaşladı sola dönerek oto parkın kumandasıyla lüks bir siteye girdi. Orada durduk. Beklemeye başladık. Ahmet abi tabii meraklı. “Bekle,” dedim. Girişe yakın yere park edip bekledik. Otoparkın hemen yanındaki binaya girdi fotoseller sırayla yandı. Üçüncü kata kadar çıktı. Sosyetikler perdeleri açık yaşıyordu. Salon diye düşündüğüm odanın yarı açık perdesinden gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutamam. Bir adam Sarı’ya öyle bir tokat attı ki kadın savruldu bir anda Ahmet abi ve ben şok geçirdik ne oluyordu?“Dön abi dön” dedim, “ben gördüm göreceğimi…”

            Mavi Misket…

            “Öğretmenim valla benim bir suçum yok, Osman dedi, ben de yaptım. Osman benim en yakın arkadaşım ama valla bilmiyordum.” dedim kulağıma inen darbeyle…  “Arkadaş mı?” dedi “Arkadaşını iyi seç oğlum o zaman! Arkadaş insanı vezir de eder rezil de… Sen nasıl böyle bir şey yaparsın? Senden hiç beklemem!” dedi öyle dokundu ki bu laf. Cevap veremedim, başladım ağlamaya. Salya sümük ağladım. Osman kaçmıştı. O an tek başıma olduğumu anladım… Kulağımdan çekerek müdüre götürdü beni öğretmenim. “Bu eşoğlu eşeği dolabımdan sınav kâğıtlarını çalarken yakaladım müdür bey” dedi. Yüzümdeki darbenin etkisiyle duvara çarptı göğsüm. Gözümden akan yaş, kalbimde dondu. Osman… dedim sadece…

            2020 Sarı

            Sabah işe geldiğimde boynundaki mavi fuları fark ettim Sarı’nın. Belli ki dün gece oradan darbe almıştı. Saçlarını her zaman belerin topuzu yapardı bugünse saçları açıktı. Gelir gelmez beni gördü. Yanıma yaklaşıp: “ Sen hala bitirmedin mi bu işleri? Hep geç kalıyorsun! Bir de bu gömleğin yakası neden böyle kırışık?” diyerek savurunca ütülediklerimi, anladım ki etrafa savurdukları aslında kendi hayatıydı. Kendi hayatında mutsuz olan insanların başkalarının mutluluğuna tahammülü yoktu. Mavi misketlerim saçıldı etrafa, belleğimden çıkan Osman hepsini dağıtmıştı sarı saçlarıyla…       

Aslı GÖKMEN

The post Misket first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/misket/feed/ 0
İçinizdeki Özün, Tutsağı Olun! https://www.incetezat.com/oyku/icinizdeki-ozun-tutsagi-olun/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=icinizdeki-ozun-tutsagi-olun https://www.incetezat.com/oyku/icinizdeki-ozun-tutsagi-olun/#comments Tue, 07 Dec 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6404              Evrensellik kelimesi dört hece ile ne büyük anlam taşıyor… Koca evren için geçerli olmak! Tabi insanlık bu muhteşem duyguyu yaşamak yerine bunun kölesi olmayı seçiyor.   Evrensellik nedir?  Veya evrensel olan birinin sahip olduğu özellikler nedir? diye sorsak nasıl cevaplar alırız. Fetişizmlerin doğuşu tam da burada başlıyor olsa gerek. Dünya insanı ile ilgili verilen cevaplar,...

The post İçinizdeki Özün, Tutsağı Olun! first appeared on İnce Tezat.]]>

             Evrensellik kelimesi dört hece ile ne büyük anlam taşıyor… Koca evren için geçerli olmak! Tabi insanlık bu muhteşem duyguyu yaşamak yerine bunun kölesi olmayı seçiyor.   Evrensellik nedir?  Veya evrensel olan birinin sahip olduğu özellikler nedir? diye sorsak nasıl cevaplar alırız. Fetişizmlerin doğuşu tam da burada başlıyor olsa gerek. Dünya insanı ile ilgili verilen cevaplar, kültürel seviyesinin yüksek olması, aldığı eğitimler, iş kariyeri, sıradanlığı barındırmayan – yani yeni çıkan her şeyi yapmak için uğraşan- az kalsın unutacaktım olmazsa olmazlardan biri İngilizceyi ana dili gibi konuşmayı bilmek. Bunun yanı sıra farklı birkaç dili daha bilen kişi olmak. Bir tanesi dahi eksik olmamalı, maazallah yoksa evrenselliği yakalayamayız. Peki hiç eğitim almayan bir insan evrensel olamaz mı? Yani öğrenmek mi? Yoksa eğitim almak mı?    

             Dünyanın büyük bir gerçeği daha, çoğunluk eğitim dedi veya demek zorunda bırakıldı.  İşte bu sebepten ötürü bir sürü insan okula gidiyor. Okula gidilmesin, eğitim alınmasın mı diyoruz tabi ki hayır, mutlaka gidilmeli. Ama önemli olanın okula gitmenin değil, öğrenmenin, araştırmanın ve gelişimin olduğunu anlamamız lazım. Okullarda sıralarda saatlerce oturuluyor, sonra eve geri geliniyor. Bu ne bir eğitim, ne bir başarı, ne de evrenselliği yakalamanın bir yolu… Bunların hepsi insanlığın kendine bulduğu tapınma yolları… İnsanoğlu doğduğu andan beri doğası gereği hep öğreniyor ve öğrendikçe ayakta durabiliyor. Dünyanın mucitleri, inanın sene sonunda alacağı diplomanın derdine düşmemiştir. Onun derdi bilgiyi geliştirmek ve daha çok geliştirmek…

              Ve insanlığı rahat bırakın doğduğu andan beri öğrenmeye başladığı ana dili,  bildiği tek dil olsun. Belki de hiç yurtdışına çıkmayacak bir insan kreşten itibaren saatlerce İngilizce öğrenmeye zorlanıyor. Hiç konuşmadığı için de o öğrendiği bilgileri unutmamak için tekrarlıyor, her sene aynı konuları tekrar, tekrar işliyor. Kullanacağı bilgiyi öğrenip, gelişimi sağlamak için ise uğraşılmıyordu… Yeter ki İngilizceyi bilsin. Çünkü başarı bunun gibi var olan fetişizmlerden geçiyordu. Öyle zannediyorlardı, birçoğu ise bunu düşünmeden sadece ayak uydurmaya çalışıyordu. Ve bilinçaltı; aklı, umutsuzluğa gömüp, mantığı felç bırakıyordu.

              Bir soru daha, bugün hemen hemen bütün insanlar lise mezunu, büyük bir kısmı da bir üniversite bitiriyorken, kendi ana dilini çok iyi konuşuyorken, neden etkin iletişim seminerlerine gidiliyor, çağın sorunu olan iletişim problemini yaşıyordu. İnsanlar ne kendini doğru düzgün ifade edebiliyordu ne de karşısındakini anlayabiliyordu. Tabi ki de küçük, büyük fark etmez fetişizmlerin peşinde koştukça gidilen okullar yetersiz, evrensellik imkânsız olacaktı. Hatta hep iletişim eksikliği yaşanacaktı. Tıpkı Küçük Prenste anlatılan yetişkinlerde olduğu gibi, aslolan görülemeyecekti. Bu düzen böyle gittikçe kendi gibi olmasına izin verilmeyen çocuk yığınlarıyla karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz. Hayatta yanlışları, eksikleri olan yetişkinler, çocuğun çözemediği ilk soruda başarısızlığını yüzüne vuruyordu. Ki soru çözememek bir başarısızlık değildi. İçindeki asıl yeteneği geliştirmesine izin vermiyorlardı. Bu çocuklarda seneler sonra yetersizlik duygusuna kapılıp, yılları heba olup, sonunda ne yapacağını bilmeden hayatın içinde, elindeki diplomayla İngilizce konuşarak dımdızlak ortada kalıyorlardı. Ne diyelim çok şükür üniversitelerin sayısı çoğaldı, okuyan insan sayısı çok fazla…

               Yaratılan fetişizmlerden bir başkası da özgürlük… Özgürlük istediğin an istediğini yapabilmek dediler. Hani şu İspanya’da yapılan boğa festivalleri var ya hayvancağıza bir sürü insan sataşıyor. Hayvancağız da ilk ne yapıyor, zarar vermiyor, kurtulmaya çalışıyor! Ama bir türlü rahat bırakılmıyor, sonunda o da saldırmaya başlıyor, sonra öldürmeye… Ve yine insanlar rahat bırakmıyor. Sonunda hayvancağız olduğu yerde gözlerini kapatıp kendinden geçmiş bir halde, dört ayağını gelişi güzel, tir tir titreyerek sallıyor. İşte özgürlük denen şey de birilerini; kimi zaman bu boğa gibi, kimi zamansa boğayı bu hale getirenler gibi olmasını sağlıyor. Sonunda ağlanacak hale gülen, gülünecek hale ağlayan bu milletler oluşturuluyordu.

               Ve anlıyoruz ki; insanlar zekâyı okulda bulmuyor… Akıl özgürlük ile buluşunca değil içindeki sen ile bütünleşince mucizeler doğuruyor. Ve bu yüzden hiçbir zaman özgür olmayın, içinizdeki özün tutsağı olun. Akıl, ruh yokken kokuşmuş bir varlıktan öteye gidemiyor.

Merve Yıldız Özbek

The post İçinizdeki Özün, Tutsağı Olun! first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/icinizdeki-ozun-tutsagi-olun/feed/ 4
Trafik Vergisi https://www.incetezat.com/oyku/trafik-vergisi/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=trafik-vergisi https://www.incetezat.com/oyku/trafik-vergisi/#respond Sun, 05 Dec 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6401 Uzak diyarlardaki Amora ülkesinin hakimi Kraliçe Semiramis süt banyosundan çıkmış, yardımcıları eşliğinde başdanışmanları ile yapacağı olağan toplantısına hazırlanmaktaydı.  Her banyo sonrası olduğu gibi keyfi çok yerinde, şarkılar mırıldanıyordu. Bugün sıkıcı devlet işlerinden bir an önce kurtulup en son sipariş ettiği, tasarımını dünyaca ünlü modacı Heyli’nin yaptığı, mücevherlerle bezeli tacı almak için bekleyecekti. Pek de anlamadığı...

The post Trafik Vergisi first appeared on İnce Tezat.]]>

Uzak diyarlardaki Amora ülkesinin hakimi Kraliçe Semiramis süt banyosundan çıkmış, yardımcıları eşliğinde başdanışmanları ile yapacağı olağan toplantısına hazırlanmaktaydı.  Her banyo sonrası olduğu gibi keyfi çok yerinde, şarkılar mırıldanıyordu. Bugün sıkıcı devlet işlerinden bir an önce kurtulup en son sipariş ettiği, tasarımını dünyaca ünlü modacı Heyli’nin yaptığı, mücevherlerle bezeli tacı almak için bekleyecekti. Pek de anlamadığı toplantıya katılacak, gündemi gözden geçirecek, canı istediği fikre onay verecek, canı istemediğine hayır diyecek ve şık elbiselerinden birini giyip modacıyı sarayında kabul edecekti.

Kırk odalı sarayı süslü püslü, her köşesinden ışıklar, renkler, tablolar fışkıran, İtalyan mimarisinin en güzel örneklerinden biriydi. Tahta geçtiğinde ilk işi gri renkler yüzünden ruhsuz bulduğu sarayı dekore etmek oldu. Bahçesine ülkenin dört bir köşesinden getirdiği bin bir renkli çiçekleri diktirdi. Her odayı farklı bir renge boyadı. Bir sürü işçi, arılar gibi sarayın yenilenmesi için aylarca uğramıştı. Sonunda Semiramis istediği gibi görkemli ve içinde gezindikçe ömrüne ömür katan sarayına kavuşmuştu. Ne kadar para harcandığını düşünmemişti bile.

Olağan toplantı, en sevdiği salonlardan fuşya meclis salonunda yapılacaktı. Salona girdiğinde başdanışmanlardan Mircan Paşa, iltifatlarını, sevgilerini abartılı sözlerle sıralayarak kraliçeyi elinden tutup tahtına oturttu.

-Doğunun güneşini kör eden, batının ay ışığını mest eden sayın kraliçem, bugün de gözlerimi kamaştırıyorsunuz. Eşsiz zümrüt küpeleriniz, dillere destan güzelliğinizin yanında gölgede kalmış. Sizi yakından gören bu naçiz kulunuzun gözleri ne kadar da şanslı. Merhaba, saygılarımı sunuyorum.

Kraliçe her ne kadar güzelliğinin gayet farkında olsa da duydukları karşısında zevkten dört köşe olmuştu. Kısacık bir “sefa getirdiniz” çıktı ağzından. Diğer Başdanışmanı Haki Paşa, tahıl depolarını kontrol etmek üzere ülke çapındaki uzun gezinden dün dönmesi gerekirken, güvenilir bir yere park ettiği otomobilinin dört tekerleğinin de çalınması dolayısıyla yola çıkamamış ve toplantıya katılamamıştı.

-Gündemimizde ne var paşa, hemen başlarsak bir sonraki randevuma yetişmek isterim.

Mircan Paşa atıldı hemen

-Güzeller güzeli kraliçem, malumunuz geçtiğimiz toplantıda gelirlerimiz konusunda küçücük bir daralma olduğunu size arz etmiştim. Kaygılanmanıza gerek yok. sizin zarif elleriniz kadar minicik olan bu bütçe açığını kapatmak için çözümler bulmak görevimiz. Gerekli malumatı topladım araştırmamı bitirdim. Önerimi huzurunuzda sunmak isterim.  Devletimizin daha aydınlık bir geleceğe yürümesi için, halkımızın bu konuda özveride bulunması gerektiği kanaatindeyim. Bakınız dirlik ve düzeni layıkıyla sağladığınız halk size borçludur. Yeni önlem paletimiz herkesin faydasına olacaktır. Bu hususta elbette ellerinden gelen fedakarlığı göstereceklerine eminim. Bildiğiniz üzere, yeni yol çalışmaları ve refah içinde gittikçe kalabalıklaşan halkımız, saatlerini trafikte geçirmekte. Ne kadar büyük zaman ve kaynak israfıdır bu. Ülkemiz o benzini ne zor şartlar altında edinmektedir. Birçok vatandaşımız aileleri ile geçirecekleri zamanları daracık arabalarının içinde yağmur çamur demeden saatlerce trafikte bekleyerek heba etmekte. Ben de düşündüm taşındım ve vatandaşımızın sorununa çözüm üretmeyi başardım. Trafikte harcadıkları saat başına sürücülere vergi koymaya kadar verdim. Bu yöntem ile hem vergi denetmeni sayısı artacağı için istihdamımız artacak, hem devletin bütçesi küçük dar boğazdan kurtulacak hem de halkımız kişisel özgürlüklerine daha da yakınlaşacak. Her şey halkımızın iyiliği için.

Aklı yeni tacında olan Kraliçe Semiramis, söylenenlerin yarısını bile duymamıştı. Diğer başdanışman Haki Paşa’nın burada olsa asla kabul etmeyeceği bu fikre, düşünmeden onay verdi. Önünde duran fermanı imzaladı ve fuşya salondan ayrıldı.

Altın sarısı güneş işli bayrağa sahip ülkede yenilikleri halka bildirmek devletin en önde gelen göreviydi. Fermanı aldığı gibi haber kanalına giden Mircan Paşa, yeni uygulamayı flaş haber olarak halka duyurdu. Halkın büyük kısmı paniklemişti. Herkes bozuk yollardan uzaktaki iş yerlerine, fabrikalara giderken trafikte kalmaktaydı. Çalıştıkları firmalar yakınlarda olsa bu çileye asla katlanmazlardı ki.

Halkın bir kısmı evinde ekran karşısında homurdanıp kara kara yeni vergi yüzünden nasıl geçineceklerini düşünürken diğer kısmı da ”Devletimiz var olsun!” sloganlarıyla sevdikleriyle daha fazla vakit geçirebilmek için çıkartılan yeni düzeni kutlamak için sokaklara dökülmüştü.

Dilek GÜLCÜ

The post Trafik Vergisi first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/trafik-vergisi/feed/ 0
Halhal https://www.incetezat.com/oyku/halhal/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=halhal https://www.incetezat.com/oyku/halhal/#respond Sat, 04 Dec 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6398 Kıraathanenin kapısı açıldı, içerideki sigara dumanına bir ok gibi temiz hava saplandı. Dumanı ikiye bölen temiz havanın ardında masaları yoklayan Ercüment belirdi. Beni görünce heyecanla koşuşturup masaya oturdu. “Geliyorlar birazdan. Evrakları imzalayıp bu işi bugün bitireceğiz.” Yüzünde beliren gülümsemeyle ocağın başındaki çıraktan çay istedi. Ercüment, mahallede kendi halinde bir esnaf. Dede yadigârı bir konağın bodrum...

The post Halhal first appeared on İnce Tezat.]]>

Kıraathanenin kapısı açıldı, içerideki sigara dumanına bir ok gibi temiz hava saplandı. Dumanı ikiye bölen temiz havanın ardında masaları yoklayan Ercüment belirdi. Beni görünce heyecanla koşuşturup masaya oturdu.

“Geliyorlar birazdan. Evrakları imzalayıp bu işi bugün bitireceğiz.”

Yüzünde beliren gülümsemeyle ocağın başındaki çıraktan çay istedi.

Ercüment, mahallede kendi halinde bir esnaf. Dede yadigârı bir konağın bodrum katında saatleri tamir etmekle geçiriyor günlerini. Söylediğine göre bu konakta zamanında kimler kalmamış ki? Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın inşa ettirdiği bu konakta nice sadrazamlar, paşalar, beyler, elçiler kalmış ve ne hikmetse konak bir şekilde Ercümentlere geçmiş. Paşa soyundanız biz oğlum ne sandın, diye söyleniyor. Mahalleli alıştı zaten dediklerine. Sevip sayarlar.

Ercüment ile çocukluğu birlikte geçirdik. İlk kavgaya birlikte girişmedik belki ama çoğunda sırt sırtaydık. Evlerde yatılara kaldık, salçalı ekmeklere abanıp atari salonlarında akşam ezanını bekledik.

Beklediğimiz kişi bir müteahhitti. Ercüment yıllardır saat tamiriyle uğraşıyor ama artık işler kesat. Saati bozulan da tamir etmek yerine yenisini alıyor. Kullan at dünyası işte. Yıldı artık o da. Koca konakta üvey annesi, eşi ve çocuklarıyla yaşamaktan da yorulmuş gibi. Eşi Handan’ın, üvey annesini bir bakım evine yollamayı dillendirmesini canı sıkılarak anlatırdı. Başlarda Ercüment bu olaya sıcak baksa da yıllardır gerçek bir anneden farksız gördüğü üvey annesini bir bakım merkezine yerleştirmeye gönlü el vermedi. Hem ne derdi mahalleli? Koca paşa soyundan gelen adamın yaptığına bak! İnsanların ne diyeceği üzerine kurulu bir hayat için gayet makul bir endişe.

Geçenlerde dükkânda saatlerin takırtılarıyla kafası meşgulken içeri iki kişi dalıyor. Giyimlerine bakınca ballı müşteriler geldiğini sanıp heyecanlanıyor ama oturup konuşunca gelenlerin gözlerini konağa kestirdiğini anlıyor. Müteahhit Yaşar ve eşi Esma olarak tanıtıyorlar kendilerini. Yıllardır inşaat sektöründe olan hatırı sayılır bir şirketleri varmış. Konağı yıkıp yerine iki blok apartman dikeceklermiş. Bizim paşa soyundan gelen Ercüment’in milli duyguları kabarmış tabii. Başlamış mahalleliye anlattığı o paşa hikâyelerini anlatmaya. Hem böyle değerli bir konağı ne için satsın ki? Satmazmış. Tabi Yaşar’ın dört daire ile iki dükkân teklifini duyunca o paşa kanı damarlarından çekilivermiş. Oturup bir süre düşündükten sonra iş kafasına yatmış ama teklifi az görmüş kendince. Sıkı bir pazarlığa girerek dairenin sayısını beşe çıkartmayı talep etmiş. Yaşar, bu teklife sıcak bakmamış ama Esma daha fazla diretmemesini, böyle soylu geçmişe sahip biri için az bile olduğunu belirterek kabul ettirmiş. Ercüment son bir şartının olduğunu söylemiş. Karı koca birbirlerine bakıp iç çekmişler.

“Benim mahalleden bir ahbabım var. Ahbap dediğime bakmayın ha kardeşim gibidir. Hem ne gibisi, kardeşim işte. İş arıyor uzun zamandır. Ama kim iş bulmuş da bu garibim bulsun. Okudu da para etmedi. Neyse, onu inşaatın bekçiliğine alırsanız kabul ederim. Hırsızı, uğursuzu yanaştırmaz inşaata. Ne diyorsunuz?”

Karı koca birbirlerine bakıp bu teklifi de gülümseyerek kabul etmişler. İşte şimdi burada oturmuş gelmelerini bekliyoruz. Ercüment hararetle inşaat bitince evlerden birini üvey annesine vereceğini birinde kendilerinin kalacağını ötekileri ise kiraya vereceğini anlatıp durdu. Dükkânlar konusunda ise kararsız. Belki saatçi yerine bir kuruyemiş dükkânı açabilirmiş.

“Ne anlarsın lan kuruyemişten!” diye tersledim.

“Neyini anlayacam oğlum? Kaç kilo istiyorsa dolduracam işte. Hem yoruldum artık günlerce bir saatin zilyon tane parçasını toparlamaktan. Gözlerim yoruldu yeterince. Zaten para ettiği de yok. Açacağım kuruyemişçiyi, çekeceğim iskemleleri kapıya oturup çayımı kahvemi içip geleni geçeni izleyeceğim.”

Gülümsedim. Haksız da değildi. Çay bardağından son yudumu alırken telefonu çaldı.

“Alo… Evet sizi bekliyoruz… Evet yanımda… Eve mi geçtiniz? Biz sizi kahvede bekliyorduk ama… Tamam… Tamam hemen geliyoruz.”

“Direkt eve geçmişler bunlar. Hadi biz de gidiyoruz.”

Konak hemen kıraathanenin sokağının bitimindeydi. Konağın önünde son model kırmızı bir spor araba duruyordu. Yaklaşınca markasını bile bilmediğimi fark ettim.

“Ulan ne arabalara biniyor bu adamlar.” diye söylendim Ercüment’e.

“Sallanma hadi. Bizi bekliyorlar.”

Konağın avlusunda çam kozalaklarıyla dolu yolu geçip arka bahçeye geçtik. Handan yenge, çaydanlığı ve geceden yaptığı çörekleri kapıp bahçeye inmiş, misafirlerle ilgileniyordu. Yaşar ve eşi Esma’yı Ercüment’in anlattığı kadarıyla tanımıştım. Orta yaşlarda, hafif kilolu ve kel bir adam ile yanındakine göre oldukça genç ve alımlı bir kadın. Ama bahçenin öbür tarafında, akasyaların gölgesinde pinekleyen, tanımadığım iki kişi daha vardı. Gri bir takım elbiseli, geniş omuzlu bir erkek ve yakalı kırmızı bluzunun üzerinde düşmüş bukleli kumral saçlarını çekiştiren, dizlerinin üstünde biten, yırtmaçlı siyah eteğiyle bir kadın. Geldiğimizi görünce bize katıldılar.

Yaşar ve Selma ile selamlaştık. Ercüment beni tanıttı. Yaşar, iri yarı adamı avukatı olarak tanıttı. Kadın ise birkaç adım daha yaklaşıp elini uzattı.

“Merhaba. Ben de Süveyda.”

Adını duyduğum an yüreğimdeki o siyah nokta yok olup gitti. Avuçlarındaki ıslaklık avuçlarıma işledi. Yüzündeki akşam güneşi güzelliğiyle utancımdan başımı eğdim. Sağ ayak bileğinde, beyaz tenindeki ince damarlarını çevreleyen kırmızı bir çift kirazın ışıldadığı gümüş bir halhal duruyordu. Hayatı bir resme dökmemi isteselerdi gökyüzüne bu halhalı asardım. Ah Süveyda, kendimi henüz bulamadığım bu dünyada sana ulaşma arayışına atma beni. Zaman tedavülden çıkmış gibiydi. Çevremde olup bitenlerden bihaberdim. Güneş’e ellerimi siper etmişim de avuç içimden başka bir şey göremiyor gibiydim. Yaşar’ın kızıymış. Müteahhittin mimar kızı. Herhalde son görüşmemiz değildir diye düşünmeden edemedim. Ercüment avukatla birlikte birkaç dosyaya imza atmış, benim sigorta girişim için gerekli belgeler teslim edilmiş ve gün ben anlamadan bitmişti.

Süveyda arabaya binerken gözlerim bileğindeki halhalda sallanan kirazlardan bacaklarına, oradan da eteğindeki yırtmaca kayınca bir an utandım. Süveyda ile göz göze gelince yakalandığımı fark ettim. Gülümsedi. Gülümsedim.

İki hafta sonra iş makineleri gelip konağı yıktı. Konak yıkılırken gözleri doldu, çenesi titredi Ercüment’in. Ama kimseler fark etmedi. Ne de olsa tonla para kaldıracaktı, diye bakıyordu herkes. Molozları koca kamyonlarla taşıdılar. İnşaatın etrafını brandalarla kapattılar. Küçük bir konteyner getirdiler güvenlik kulübesi için. İçinde bir elektrikli soba, orta boyda bir masa, elektrikli semaver, spotçudan temiz lacivert bir çekyat ve iki küçük iskemle vardı.

Yıkım sürecinde Yaşar ayrılmıyordu buradan. Ama Süveyda, zarfını görüp okuyamadığım bir mektup gibi gitmişti. Herhalde inşaatın yapımıyla birlikte geri dönerdi. Ben de o günün hayalini, hayaller kurarak bekleyecektim.

***

Koca arsayı çevreleyen branda yetmezmiş gibi konağın temel alanını da brandalarla çevirdiler. O günden sonra ne bir iş makinesi ne de ustalar gözüktü. Ercüment ikide bir gelip “Olacak olacak… Çok güzel olacak oğlum!” deyip inşaat alanını bir süre izleyip gidiyordu. Kuruyemiş dükkânı için kavurma makineleri almış, malzemeleri ucuza temin etmek için de birkaç kişiyi devreye koymuştu. Eksiklikleri yavaş yavaş giderecekti.

Brandalar çekildikten iki gün sonra Süveyda yeni açmış begonyalar gibi karşıma çıktı. Kulübede oturmuş spotçudan getirilen masanın çekmecesinden çıkan, Ayfer Tunç ile tanışmama vesile olan kitabı Aziz Bey Hadisesi’ni okuyordum. Hikâyenin girdabından sıyrılıp dışarıda bir hareketlilik var mı diye bakarken Süveyda’nın kumral, kıvırcık saçları penceremin manzarası oluverdi. Ah be Süveyda! Ayfer Tunç gibi seninle de geç tanıştık. Olsun, bir önemi yok. Öyle de kolay kapıldım girdabına. 

Yaşar’ın kulağına eğilip bir şeyler fısıldayarak yanlarından ayrıldı. Herhalde gider diye düşününce kulübeye doğru salına salına yürüdüğünü gördüm. Her adımında içimdeki heyecanı dilime dolayan bir tedirginlik kapladı benliğimi. Ne için geliyor olabilirdi ki? Acaba susamış mıydı? Arkamı dönüp birkaç gün önce evdeki bodrumdan getirdiğim, bir gün lazım olur diye dip köşede uzun zamandır bekleyen sararmış sebile baktım. Yeşil ışık yanıyordu. Ama belki de susamamıştı. Helayı soramaz mıydı? Sorar elbet, niye soramasın. Kıraathaneye götürmek olmaz. Neyse, olmadı ablamlara götürürüm. İçimdeki bu anlamsız muhasebe, pencerenin önünden geçen Süveyda’nın bana gülümsemesiyle son buldu. Kalbimdeki ritmik atışlar, dışarıdan gelen gürültüyü bastırdı. Kapı aralandı, siyah bluzunun altında bileklerine kadar uzanan kot pantolonuyla içeri girdi.

“Hoş geldiniz.” diyerek dilimin dizginlerini elimle sıkıca kavradım.

“Hoş buldum.” dedi cana yakın bir edayla.

Etrafı kolaçan etti. Ne için geldiğini sormak istesem de soramadım. Yoldan gelen her misafire ikram edildiği üzere arkamdaki sebilden bir bardak su doldurdum. Suyun soğukluğu parmak uçlarımdaki sıcaklığa galip gelmeye çalışıyordu. Öyle de oldu. Burnuma daha önce merdiven altı üretilen parfümcülerde en çok rağbet gören o hiç de yabancı olmadığım koku geldi. Koku, bir kedinin yumakla oynadığı gibi oynadı benimle. Dönüp su bardağını uzattığımda, kitabı eline alıp çekyata oturmuştu.

“Sever misin okumayı?” diye sordu sayfaları karıştırırken.

“Severim.”

Su bardağına uzanırken bacak bacak üzerine atarken fark ettim bileğindeki o bir çift kirazlı halhalı.

Su içerken görmeliydin kendini Süveyda. Yutkunurken âdemelmasındaki dalgalanmayı… Dudağındaki çatlaklara tutunan su damlasının, bir çöle dökülen yağmur suları gibi süzülüşünü görmeliydin. Belki de şimdiye kadar, yutkunduktan sonra derin bir nefes alıp kabaran göğsünün bir mevsimin başlangıcı olduğunu da görmedi kimseler. Ben gördüm Süveyda. Ben gördüm.

Oturuyorum karşına ve neler okuduğumu soruyorsun. Elime geçen her kitabı okuduğumu, seçici bir okur olmadığımı söylüyorum. Pek okumadığımı, elindeki kitabı bile şu masadan çıkarttığımı ve zaman geçirmek için okuduğumu söylemeye cesaret edemiyorum. Gülüyorsun. Resime, tarihe, mitolojiye, sanata olan ilgimi soruyorsun. Sana iyi görünmek adına ilgi duyduğum yalanını söylüyorum. Oysa Mona Lisa’dan başkasını bilmem. Gülümseyişi de sinirlerimi bozar zaten. Bir de Zeus’u çokça duymuşluğum vardı. Sen ise Velanquez’in Nedimeler’indeki ışık oyunlarını, fotoğrafik bir açıyı nasıl yakaladığını, rastgele kullanılmayan figürleri, duvardaki tabloları, aynadaki kral ve kraliçeyi, Velanquez’in bakışlarının her seferinde izleniyormuş hissiyatı vererek seni nasıl ürküttüğünü ve aklımda yer edinemeyen yığınla detayları büyük bir sabır ve heyecanla anlatmaya başlıyorsun. Tabloyu görmüşlüğüm yoktu ama öyle bir anlatışın vardı ki içinde bulmuştum kendimi. Sen gözümde tablodaki prenses kadar ihtişamlı ve ilgi doluydun. Ben ise bu tablonun cücesiydim.

Ardından Borges, Pessoa, Camus, Neruda, Furuğ… Oğuz Atay’da duruyorsun. Sadece yirmi sayfa okumaya tahammül edip duvara fırlattığım Tutunamanlar’dan söz ediyorsun. Okuyup okumadığımı soruyorsun. Bitiremediğimi söylüyorum. Bitirmekle bitmediğini söylüyorsun. Susuyorum.

Ne bileyim Süveyda, böyle düşlememiştim ki seni. Aslına bakarsan her şekilde düşlemiştim. Sevişken alnında biriken teri elinin tersiyle silerken ki şehvetini, yediğin şeftalinin alerji yapıp boynunda oluşturduğu kızarıklıklara merhem sürüşünü, ev işlerinde sana yardım etmeyişimdeki sitemlerini, çocuk yapma fikrinin korkunçluğunu parktaki kaydıraktan kayan çocuklarda yitirişini…

Eve geldiğimde elindeki projelerin niteliklerinden söz ettikten sonra pazardaki fiyatlardan dem vuruyorsun. Patatesin kilosu kaç lira olmuş biliyor musun? diye soruyorsun. Ben ise günün yorgunluğuyla uzanmış, televizyon izliyorum. Bir kulağım sende. Sorularına karşılık geveliyorum. O ilk evlilik aylarının heyecanı kalmamış. Soru sormayı bırakarak televizyona dalıp uyuyakalıyoruz. Zaten evliliğin amacı da bu değil mi? Beraber bir televizyon karşısında uyuyakalma.

Sen konuşmaya devam ettikçe hayret ediyorum. Mimiklerimden anlamadığımı seziyor, daha anlamadığım yerleri tane tane yeniden açıyorsun. Gece gibi parlıyor gözlerin. Karanlığında uyumak istiyorum.

Kapı hiç tıklatılmadan ansızın açıldı, Yaşar ciddi bir tavırla “Gidiyoruz.” diyerek kapıyı aralık bırakıp gitti.

Gitmek zorunda değildin ama neden geldiğini bile hâlâ bilmiyordum. Baban bulabilirdi evi nasıl olsa. Kaldı ki annenin de sana ihtiyacı yoktu muhtemelen.

“Her şey için teşekkür ederim.”

Her şey bir bardak su ve biraz muhabbetten ibaretti. Çok şeye bedeldi.

Ayağa kalkıp elini uzattı. Elleri ellerime değince, bir bulutla tokalaşıyor gibi hissettim.

Kapı aralığındayken “Bekle!” diye bir haykırış ateşlendi içimden. Ne diyeceğimi bilemedim. Korkmuştu. Anlam veremeyip kaşlarını çattı. Gözüm kitaba takıldı.

“Şey… kitap… Kitabı alabilirsin. Hediyem olsun.”

Gülümseyerek kitabı alıp bir kez daha teşekkür etti.

Kitabı henüz bitirmemiştim. Kitap gibi Süveyda da yarım kalarak gitti.

***

Gece yarısı bir kamyonet gürültüyle inşaatın girişine geldi. Kulübeden çıkıp feneri şoförün yüzüne tuttum. Elini gözlerine siper etti. Tanıdık bir ses yandaki koltuktan seslendi.

“Biziz biz.”

Ses Yaşar’dan başkasına ait değildi.

“Hayırdır bu saate Yaşar Bey? Bir sıkıntı yoktur inşallah?”

“Çocuklar malzeme yükleyecek. Bir şey yok.” Şoförü dürttü. Kamyonet ardında toz bulutu bırakarak inşaat alanına girdi. 

O geceden sonra inşaat sahasında hiçbir hareketlilik olmadı. Ne bir usta ne gelen malzemeler ne iş makineleri ne Yaşar ne de Süveyda. Birkaç gün sonra olağan dışı bir durum olduğunun farkına varabildik. Ercüment ilk birkaç gün cenaze ya da hastalık olabileceğini düşünmüştü.

“Oğlum Ercüment adamlar ortada yok. Telefonlara ulaşılmıyor. Şu şirketin varlığı da yokluğu da belli değil. Polise gitmek gerek, olmaz böyle.” dediysem de dinletemedim. Beşinci gün baktı olacak gibi değil emniyetin yolunu tuttuk. İfadeleri verip davacı olduk.

Ercüment hem evinden hem de işinden olmuştu. Handan’a ne diyecekti? İdareten kaldıkları kiralık evin kirasını nasıl çıkartacaktı? Kuruyemiş dükkânı için aldığı malzemelerden bazılarını satardı belki. Bir süre de olsa idare ederdi de ya sonra? Ercüment, bir imzayla varlığını yokluğa çevirmişti.

Günlerce emniyete gidip geldi. Baktı ki ses seda yok, oturup beklemeye başladı. Kuruyemiş dükkânı için aldığı malzemelerin hepsini sattı. Yer fıstığı kavurma makinesini kıraathane sahibi Enver Abi’ye sattı. Enver Abi’nin sabahtan kavurduğu yer fıstıklarının kokusu sokağa yayılıyordu. Herkeste iştah açan bu koku Ercüment için dert tasa doğuruyordu. Bu kesif kokuyu soluduğumuz bir sabah televizyondaki haberle sarsıldık. Ercüment önce buz kesildi, ardından ayaklanıp kasadaki kumandayı alarak televizyonun sesini açtı.

“Kaçakçılık Suçlarıyla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, kaçak yollarla yurt dışına çıkartılmaya çalışılan, Bizans ve Osmanlı dönemine ait olduğu saptanan birçok altın, gümüş, sikke ve çeşitli tarihi objelerin de aralarında bulunduğu 324 parça tarihi eser ele geçirdi. Yapılan açıklamada değeri paha biçilemeyen, Yusuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Hanım’a eski Mısır valisi olan babası Mehmet Ali Paşa tarafından hediye edilen kolyenin de olduğu belirtildi. Kolyenin, antik Mısır döneminde firavun ailesine ait olduğu düşünülüyor. Kolyenin varlığı uzun yıllar bir efsane olarak anlatılıyorken, Mehmet Ali Paşa’ya nasıl ulaştığı henüz bilinmiyor.”

Ercüment diğer masadakileri süzdü.

“İnanmıyordunuz bana değil mi? Alın size o zaman! Paşa konağı mıymış değil miymiş he!”

Ercüment’in bu haberi gördükten sonra ilk olarak bu tepkiyi vermesi beni oldukça şaşırtmıştı.

“Hadi lan hadi gidiyoruz!”

Tam çıkmak üzereyken adliye sarayından ikişer polis nezaretinde çıkartılan Yaşar’ı gördüm. Ceketinin yakasıyla yüzünü gizlemeye çalışıyordu. Gözüm Süveyda’yı arıyordu. Oradaydı. Araca bindirilirken görmüştüm. Başını eğmiş, saçları yüzünü örtüyordu. Araca adımını atarken pantolonu bileklerine kadar çekildi. Bileğinde bir çift kiraz tanesinin sallandığı halhal duruyordu.

Ferhat BİRLİK

The post Halhal first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/halhal/feed/ 0
Tahta Bavul https://www.incetezat.com/oyku/tahta-bavul/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=tahta-bavul https://www.incetezat.com/oyku/tahta-bavul/#respond Tue, 19 Oct 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6344 Güneşin kızıllığı, gökyüzünü kaplayınca yüzünü yavaş yavaş geceye dönen köyde, gün boyu yaşanan sessizlik yerini eve dönüş hengâmesine bırakıyordu. Bir yanda çobanların sürülerini köye getirişiyle başlayan çan sesleri ve meleyişler, bir yanda tarladan bahçeden dönen yorgun anaların sırtlarındaki tahta beşiklerde ağlaşan bebeler… Günün ışıkları tamamen yok olmadan ahşap ve balçıktan yapılmış evlerine ulaşma gayreti… Evlerine...

The post Tahta Bavul first appeared on İnce Tezat.]]>

Güneşin kızıllığı, gökyüzünü kaplayınca yüzünü yavaş yavaş geceye dönen köyde, gün boyu yaşanan sessizlik yerini eve dönüş hengâmesine bırakıyordu. Bir yanda çobanların sürülerini köye getirişiyle başlayan çan sesleri ve meleyişler, bir yanda tarladan bahçeden dönen yorgun anaların sırtlarındaki tahta beşiklerde ağlaşan bebeler… Günün ışıkları tamamen yok olmadan ahşap ve balçıktan yapılmış evlerine ulaşma gayreti… Evlerine ulaşanlar, gelinlerini akşam yemeği hazırlamaya yönlendirip, bebelere bakmadan hayvanlarını toparlama, ağıla, ahıra yerleştirip, sağma telaşında.

Güneşin batışıyla karşı dağlar kararırken iki siluet yok oluyordu yan yana. İki genç; biri uzun, biri kara kuru. “Dede” denilen köyün tepesinde çamların altında köyde olan biten her şeyi görebilecekleri bir mevkide oturmuşlardı. Burası eski zamanlarda bir yatır olduğuna inanıldığından ağaçlarına el sürülmeyen, yeşillik bir tepe olarak kalmıştı. İnanışa göre buradaki ağaçlara el sürenin evi yanar, elleri kurur, evladıyla imtihan olurdu. Eski Türk kültürüne, Şaman inancına dayanan bu inanış Anadolu’nun pek çok köyünde olduğu gibi burada da yerini almış, aslında ağaçların korunmasını sağlamıştı. Dede güzel yerdi; havadar ve yeşillik… Gençler çöken karanlığa aldırmadan çam hışırtıları altında tertemiz havayı ciğerlerine çekerek dertleşiyorlardı.

– Len Sadıç, gene gelmedi ya bu örtmen.

– Yenice mektep yapıldı ya gelir elbet. Hem napcen sen örtmeni, görende mektebe gitcek sancek seni. Bakam seni okula alcekle mi?

– Niden almasınla olum, boyum uzun deye mi deyon!

– Ne didi muhtar, evvelki gün. Güccükle gitcek mektebe, okucak onla dimedi mi?

– Tamam ben böyükmün? Senle aramızda iki sene ya va ya yok!

– Eyi bakam örtmen gelsin bakcez gali.

Bir başka akşam yine güneş yavaş yavaş karşıdaki dağların ardından batarken, karanlığa gömülen sadece köyün silueti değildi. Aynı zamanda onların hayalleri de yokluğa yüz tutuyordu. Hüzünlü bir havayla birbirlerine aynı soruyu soruyorlardı. “Neden gelmedi yine bu örtmen?”

* * *

Bir sabah elinde tahta bavulla biri görüldü köy meydanında… Muhtarla konuştuğunu görenler merakla, kim olduğunun duyurulmasını bekliyorlardı. Meraklı gözler bu adamı baştan aşağı süzdü. Üzerinde uzunca bir ceket, kumaştan eskice bir pantolon, boynunda yulara benzer renkli koca bir bez, cepkenli bir yelek, sağ elinde yürüyerek geldiğinden terleyen ensesini silmeye yarayan bir mendil. Bıyıkları altında küçük bir tebessüm, o tebessümün ardına gizlenmiş epey bir heyecan. O köyü inceledikçe etraftan bakan meraklı gözler de onu inceliyordu. Kimdi? Nereden gelmişti? Burada ne iş tutacaktı? Sorular sorular… Meraklı köy halkının zihninde bunlar dönerken genç adam usulca bavulunu yere bıraktı. Karşıda çeşmenin üstünde oturup ayaklarını sarkıtan iki çocuk birlerine yeni gelen garip adamı gösterip:

– Olum bu adam kesin müfettiş! Mükellef için gelmiştir.

– Yok be sadıç mükellef için gelse yanında candarma da olur. Bu kelle sayma gelmiştir. Köyde kaç hane var, kaç hayvan, kaç insan va onu saycek.

– Len olum, bi hoş bi hoş gonuşma. Bak görcen mükellef için adam yazcekle… Yirmi yaşına gelenleri meydana toplecekle… Askerlik deye madene göndercekle. Abini tutamı ki len?

– Emme yaptın sadıç. Abim senle yaş, onu tutasa seni de tuta.

– Deme len ben de mi gitcen şinci.

Gençler bunları konuşurken muhtar koluna girdiği adamı köy odasına doğru götürdü. Sonra Demirci Osman Ağa’nın evinden bir tepsi yemek geldi. Çakıcı Ali Efe de gelince odaya anlaşıldı ki gelen büyük ve önemli birisi. Misafir ama hatırlı misafir… Epey bir zaman sonra Muhtar önde misafir peşinde çıktılar odadan. Odanın arka taraftaki alçak penceresinden olup biteni izleyen çocuklar ön kapıya dolandılar. Toplanan ihtiyarlar ile beraber, mektebin olduğu yere doğru yollandılar. Bugün neredeyse kimse bağa, bostana, çifte gitmemişti. Hatta Kuyupınar’a çamaşıra giden kadınlar bile okulun önünde bekleşiyordu. Herkes duymuş bu geleni, merak etmişti kimdir diye. Mektebin etrafında toplanan kalabalığa seslenmek için bir taşın üstüne çıktı muhtar. Hani kalabalık dedimse kırk elli kişi anca… Önce kırk yıllık siyasetçi edasıyla sesini ayarladı muhtar, sonra başladı nutuğa…

-Ey köylülem, size didiydim mektep açılınca örtmen göndercekle diye. Siz de el birlik imeceylen bu mektebi yaptınız. Bayaaa ugraşıvedik. Taş taş üstüne koyuvedik de bu mektep ortaya çıkıvedi. Şincik de iş örtmende… Bizden ne istese yapcez, bize ne dirse iki itmecez tamam mı? Evlatlamız yetişcek doktor olcek örtmen olcekle. Evlatları olanla yarından tezi yok, mektebe getircekle. Örtmen görcek bakcek mektebe gelcekleri deyvecek. Oldu mu?

Başta bizim iki kafadar olmak üzere herkes bir kez daha baktı bu genç öğretmene. Bir kurtuluş muydu bu köy için? Cahilliğimiz sona erecek diye bekledikleri öğretmenin bu kadar genç olmasını biraz garipsediler önce. Malum eskiden hoca dedikleri, epey yaşlı olur, görmüş geçirmiş insanlar olurdu. “Bu gencecik daha, kendisi de çocuk; bizim çocukları doktor, öğretmen mi yapacak şimdi” diye düşünüyorlardı. Bazıları inanmadı buna, elinin tersiyle hadi be sen de dediler. Bazılarıysa hemen sahiplendi, evinde yatacak yer gösterdiler, misafir etmek istediler. Ali Efe yanında küçümen oğluyla usulca yaklaştı, eğildi öğretmenin kulağına, oğlanı göstererek “Bizim oğlan da gelebilir mi mektebe?” dedi. Öğretmen: “Ufak daha o. Hele biraz daha büyüsün” denince gözleri doldu. Elinin tersiyle gözlerindeki nemi silip öğretmene:

– Öğretmen ben çok bekledim. Öğretmen gelmedi bizim buralara hiç, yaşımız geçti. Ta küçüklüğümde dedem belletti eski yazıyı biraz adımı yazcek kadar. Şimdi o da yok. Bastım mı narayı köyde herkes girecek delik arar, lakin benim içimde kalan bu mektep, isterim ki evladıma bari ışık olsun!

– Sen merak etme, elimden geleni yapacağım bu köyün çocukları için, seninki de vakti gelince burada yerini alır. Gelecekte güzel yerlere gelirler eminim. Yeter ki siz böyle okuyanın ardında durun.

İlk mektebin açılışına böyle şahit oldu bizim iki kafadar. Üç yıl mektebin yapılacağı hayaliyle yaşadılar. Muhtar biz okulu yaparsak devlet bize de öğretmen gönderir dese de kimse okul yapmaya yanaşmıyordu. Ta ki bir gün Ali Efe, köy meydanında meşhur haykırışını yapana kadar. O gün atını şahlandırıp meydan okudu köye: “Bu mektep yapılacak! Herkes elinden geleni yapacak, yapmayanın elimden çekeceği var!” Köylü hem Ali Efe’yi sever hem de ondan korkardı. Önceleri kimseye karışmayan bir ailenin, başına gelenlere başkaldırışının sembolüydü Ali Efe. Hapislerde çok yatmış, cahilliğin cezasını çok çekmiş, astığı astık kestiği kestik biri haline gelse de köyde okul olmadığından  okuyamamanın acısını çok çekmiş biriydi. Onun bu seslenişi köyü harekete geçirmiş, üç senedir lafla eğlenilen mektep bir iki ayda vücut bulmuştu. Hem de bu yoklukta… Çakıcıların Ahmet’le Hacıahmetlerin Süleyman, bizzat yardım ettikleri mektebin gün gün yükselişini, köylünün canla başla çalıştığını gözleriyle görmüşlerdi. Demek ki mektep önemli bir şeydi. İki sene olmuştu okul olalı ama öğretmensiz bir işe yaramıyordu. Acısu deresinde yüzdükten sonra kayaların üzerine uzanıp kurdukları hayal gerçekleşiyordu; bir gün okuldaki mektebe öğretmen gelecek, bunları okula yazacak, tek tek okuma yazmayı öğretecekti. İşte geldi. Okul, öğretmen hepsi tamam. İçlerini tatlı bir telaş sardı. Yaklaşık elli kadar öğrenci okulun yolunu tutacaktı. Kiminin yaşı geçmek üzereydi kimininse henüz erken. Eskiden Kızılçukur’a gidilirdi okumaya, gitmek zor olunca da gönderilmezdi. Giden olmadı pek. Yakındaki Nusretler köyünden öğrenciler de bu okula gelecekti. Onlara da haber salındı. Köyden hamarat birkaç kadın köydeki okulu bir günde temizlediler. Ardından tahtadan birkaç sıra yapıldı. Sınıfın tahtası da çakıldı duvara. Biri odun sobası buldu getirdi, diğerleri üç beş odun. Biri Merdivenleri düzeltti, öbürü bacayı… Öğretmen de getirdiği tahta bavulu açtı. Tahta bavuldan elbise çamaşır çıkacağı sanılırken bavulun hep kitap, defter, kalem dolu olduğuna şahit oldular. Eline aldığı kara bir tahtaya, tahta bavulundan çıkardığı tebeşir ile okulun adını bir güzel yazıp giriş kapısının üstüne astı: ARTIRANLAR KÖYÜ İLKMEKTEBİ.

Heyecan ile geçen gecenin ardından sabah Ahmet, ablaları Ayşe ve Arife’yle evden çıkıp okula yöneldiler. Münevver küçüktü daha, Abisi Halil de okula gitmemek konusunda biraz diretince babası onu demirci dükkânına götürdü. Onun kaderi de bu demirci dükkânında şekillenecekti. Okula vardıklarında öğretmen kapıda gelenleri karşılıyor, diz çökerek ellerini tutup içeriye davet ediyordu. Bazılarını sen biraz büyü öyle gel diyerek eve gönderiyordu. Süleyman utana sıkala kapının önüne geldi. Boyu epeyce uzundu. Öğretmen “Hoş geldin geç bakalım.” deyince dünyalar onun oldu adeta. Hemen Ahmet’e, “Ne oldu bak, beni de aldılar mektebe!” dercesine bir bakış atıp göz kırptı.

Emine o gün usulca sınıfın bir köşesine geçip gelenleri seyrediyordu. Bu öğretmen neden daha önce gelmedi ki, baksana okula gelen herkes mutlu, yüzler gülüyor. Kapıdan giren herkes, oturacak bir yer arıyor, üçerli dörderli tahta sıralara yerleşiyordu. Sonradan gelenlere yer kalmayınca yere bağdaş kurup oturuverdiler. Dün öğretmen söyleyince geceleyin analar sabaha kara önlükleri dikmişti kimine; kimininse üzerinde yamalı kazaklar, kolları eskimiş gömlekler, düğün dernek olunca giydikleri bacakları artık kısa gelen pantolonlar vardı. Herkes heyecanlı hevesliydi. Halil Şahin öğretmenin yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu tebessüme gizlenen bir merak… Her şeyin başlangıcı işte buydu aslında: merak! Acaba bize ne öğretecek ne verecek diye içten duyulan merak, sınıfı öğrenmeye açık bir macera tüneline çevirmişti. Evden çıkarken tembihlenen çocuklar sessizce öğretmenlerini dinliyor, canla başla dediklerini yapmaya çalışıyorlardı. Tam bu sırada dışarıdan bir beygir sesi duyuldu. Ali Efe’ydi bu gelen. Artık herkes bilirdi; o gelince odadakiler ayağa kalkar, köylü selam vermeden geçmezdi. Ahmet de büyük amcası olduğundan ona hayranlık duyardı. Şimdi okula girdiğindeki hali ise garip geldi Ahmet’e. Usulca başındaki şapkasını eline almış, öğretmenden izin istercesine bir hal… Öğretmen yerinden kalkıp buyur deyince:

-Muallim bey biz birkaç tahtadan üç beş oturakla sıra yaptık onları getirdik müsaaden olursa sınıfa koyalım.

Bu masum isteğin ardından dün gece sabaha kadar bahçeden gelen çekiç seslerinin hikmetini anladı Ahmet. Evlerinin arka bahçesinde Ali Efe ile birlikte çilingir sofrası kuran ağalar, dün gece mektep için sıra yapmaya gayret etmişler ve sınıfa girince yer bulamayıp bağdaş kuran çocukları da sevindirmişlerdi. Öğretmen teşekkür edince “Size kolay gelsin.” diyerek tam sınıftan çıkarken Ali Efe’nin duvardaki resim dikkatini çekti. “Bu Mustafa Kemal’dir değil mi?” dedi öğretmene. Öğretmen hayretle “Evet” deyince Ali Efe, çocuklara dönerek:

-Çocuklar bakın bu büyük adam gibi okuyun, devlete millete faydanız dokunsun emi? Onun ışığından gidin, onun gibi kendinizi yetiştirin. Ona olan sevginiz sizi vatan sevgisine götürür. Vatanını en çok seven işini en güzel yapandır. Siz de talebeliğinizi en güzel şekilde yapın.

Bu sözlerden sonra gözyaşları görülmesin diye hızla dışarı çıktı, atına binip hızla uzaklaştı. O günden sonra köyde hiçbir şey aynı olmadı. Öğretmen okuma yazmayı, saymayı ve en önemlisi insan olmayı öğretti herkese. Hem çocuklara, hem köylüye… Bazen bir yazıda, şiirde bahsetti Vatan sevgisinden; bazen bir şarkı oldu, bir marş oldu Kızılcıklı’ya giderken söylenen… Bazen Cumhuriyet sevdasını anlattı öğretmen, bazen mevsimleri, dünyayı, insan vücudunu… Tüm anlatılanlar, tüm keşfedilenler hep bir tahta bavuldan çıkan küçük nesnelerle başladı. Bir tebeşir tahtada yazdıkça, bir poster duvarda yerini aldıkça, fişler ipe asıldıkça öğrenme macerası daha da ilerledi. Merak daha da arttı. Sınıf kalabalıktı, Ahmet, Emine, İsmail, Mehmet, gibi yaşında girenlerle birlikte, iki yaş, üç yaş, hatta dört yaş büyükler de vardı aralarında ama artık hepsi bu köyün ilk okul gören öğrencileri oldular. Aynı zamanda ilk mezunları.

Aradan geçen zamanda her ne kadar güzel şeyler yaşansa da, okula düşmanlık edenler de oldu. Ama öğretmen, kimseden esirgemediği tebessümü ile buzları eritti. Çocukların hayvanları kadar kıymeti olmadığı bazı aileler bile eğitimin değerini bu tebessüm ile öğrendi. Köyün çobanı bile köyden çıkmadan mektebe hayran gözlerle bakıp geçer oldu. Küçük bir tarla sınırı yüzünden birbirlerini vuranların, çocuklarının okulda aynı sırada oturduğunu görünce kalpleri yumuşadı. Kırgınlıklar çekişmeler son buldu.

Birkaç taşın üst üste konulmasıyla başlayan bu eğitim yolculuğu, bugüne kadar devam etti. Anadolu’nun bu ücra yerinde bir öğretmen tahta bavulunun içindekilerle köyün kaderini değiştirdi. Bugün bu satırları yazmak da o küçük okulun ilk öğrencilerinden biri olan Ahmet öğretmenin, öğretmen oğluna nasip oldu. Karanlıklar bir tahta bavul ile dağılırken köyde, aydınlık sabahlara uyanıyordu herkes.

Gün yeniden doğuyordu. Usul usul yükselen güneş, sanki yeni alınan oyuncağını arkadaşlarına göstermek isteyen çocuk gibi, ışıklarını göstermek için acele ediyordu. Günün ilk ışıklarıyla birlikte hayvanları çobana teslim eden Ahmet ile Süleyman, okul karalıklarını giyip, beyaz yakalarını takarak evden çıktılar. Bizim iki kafadar yine dede denilen tepedeki mevkiden aşağıya bakarken birbirlerine takıldılar.

– Len sadıç, her şeyi öğrendin de şu dilini bi değiştiremedin.

– Nolcemiş olum, hem sen kendine bak. Öğretmen azıcık kabak başını okşadı diye kendini öğretmen sanma başladın.

– Napam olum? Çalışyoz biz dersimize, senin gibi şiir, türkü uğraşmeyoz ya.

– Beri bak bi, sana yeni şiirimi okuyuveren de dine!

– Oku bakem len sadıç ben öğretmen olcen de sen de şair olcen yalım.

– Şşşşş sadıç. Ortaokula da gitcez de mi len!

– Gitcez tabi olum. Bundan sonra okumadan olmaz gali. Hem bakasın liseyi de bitiriveririz. De mi len sadıç?

– İyi dedin de sadıç, okula geç galdık valla, hadi hadi eylenme.

İki genç yokuştan aşağı doğru hızla inerken zaman hızla akıyor… Biri köye ışık olmak için elektrikçiliğe merak sarıyor, diğeri köyün ilk öğretmenliğine aday olmanın lezzetini tadıyordu. Ve zaman hızla akıyordu.

Osman Said DEMİRYILMAZ

The post Tahta Bavul first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/tahta-bavul/feed/ 0
Ah Koca Tevfik https://www.incetezat.com/oyku/ah-koca-tevfik/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=ah-koca-tevfik https://www.incetezat.com/oyku/ah-koca-tevfik/#respond Thu, 07 Oct 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6310 Eski yıpranmış fotoğrafları yavaş yavaş inceliyordu Tevfik Bey. Sakince tutuyordu fotoğrafları incitmemeye çalışır gibi. Oysa şu an elinde tuttuğu bu fotoğraf ona çok farklı duygular yaşatıyordu. “Ah koca Tevfik” diye geçirdi içinden. Fotoğrafta koca bir dağın tepesine çıkmış bir delikanlının, Karadeniz’in o çılgın sularına kendini bırakma anı vardı. Zaman o an orda durmuş, tıpkı bazen...

The post Ah Koca Tevfik first appeared on İnce Tezat.]]>

Eski yıpranmış fotoğrafları yavaş yavaş inceliyordu Tevfik Bey. Sakince tutuyordu fotoğrafları incitmemeye çalışır gibi. Oysa şu an elinde tuttuğu bu fotoğraf ona çok farklı duygular yaşatıyordu. “Ah koca Tevfik” diye geçirdi içinden. Fotoğrafta koca bir dağın tepesine çıkmış bir delikanlının, Karadeniz’in o çılgın sularına kendini bırakma anı vardı. Zaman o an orda durmuş, tıpkı bazen bir sokaktan yokuş yukarı çıkarken nefes almak için durduğumuz an gibi, arkamıza bakar nefes alırız. Fakat zaman bu durmaz ki akıp gider, küçük derelerden denizlere oradan da okyanuslara. Tevfik Bey de fotoğraftan akıp geçmiş, gençliği ve delikanlılığı orada duruyor. Şimdi aynada yaşlanmış Tevfik Bey, elinde gençliğinden kalma  siyah beyaz bir fotoğrafı.

Tevfik Bey de her insan gibi yaşlanıp kocayacağının farkındaydı. Fakat bu şekilde olacağını hiç tahmin etmemişti. Çünkü Tevfik Bey  her zaman kendi işini kendi yapan disiplinli bir marangoz olmuştu. Atölyesini hep düzenli tutardı. Olağanın aksine derli toplu ve düzenliydi. Müşterileri hep çok beğenirlerdi dükkanını bir de her zaman acı bir kahve ikram etmeden göndermezdi dükkanının eşiğinden geçenleri. Marangozluk işi bitip emekliliğe ayrıldığında, mavi bahçe kapısı olan müstakil evlerinde eşi Şermin Hanımla yaşıyordu. Evin bahçesinde türlü türlü çiçekler, portakal ağaçları, zeytin ağaçları ve küçük bir süs havuzu vardı. Bu sevimli küçük süs havuzunun yanına iki adet beyaz sandalye yapmıştı Tevfik Bey. Eşiyle beraber ikindi zamanı bu küçük süs havuzunun kenarında çaylarını yudumlarlardı. Gençliğinden bu yana hayatında hep bir düzen ve ahenk vardı. Şimdi bunun bozulacağını bilmesi ve elinden hiçbir şey gelmemesi Tevfik Bey’i  gerçekten hüzünlendiriyordu. Bu sefer sanki elinden bütün çözümler alınmıştı.

Bir pazar sabahı kahvaltıdan hemen sonra Şermin Hanım şekersiz Türk kahvesini Tevfik Bey’in masasına koydu. Kahvenin hemen yanında ise tereyağlı tarçınlı kurabiye vardı. Tevfik Bey kurabiyeden bir parça almış ve Şermin Hanım’a dönüp “Eee Şermin Hanım çıkar ağzından şu baklayı” demişti. Gülümsemeye çalışıyordu fakat bu tatlı tarçınlı kurabiyelerin altından bir şeyler çıkacağını çok iyi biliyordu. Çünkü Şermin Hanım kocasına söylemesi zor olan şeyleri tereyağlı tarçınlı kurabiyenin içine saklardı. Kurabiyeyi yaparken güzel şeyler düşünür ve şarkılar söylerdi. Sevgiyle yoğurulmuş bir hamur her zaman işe yarardı. Son zamanlarda diye söze başladı Şermin Hanım ve Tevfik Bey’de fark ettiği belirtilerden  konuyu açtı. Bunu onu incitmeden anlatmaya çalışıyordu. Yürüyüşündeki değişimi ve bazen de ellerinin nedensiz titremesini sakince anlatıyordu. Çocukların da fark ettiği bir şeydi bu diye devam etti. Aslında Tevfik Bey de farkındaydı fakat ciddi bir konu haline geleceğini bilememişti. Bu yüzden hep gereksiz olarak atfettiği belirtileri görmezden geliyordu.

Bir gün Necati Bey torunu için bir beşik çizimi yapmıştı. Bu işi yapsa yapsa bizim Tevfik yapar diyerek en yakın arkadaşına götürdü. Tevfik Bey uzun yıllardır aynı sıraları aynı sokağı ve aynı hayatları paylaştığı bu yakın dostuna bir acı kahve ikram etti. Kahvelerini yudumlarken sepetin içindeki Şermin Hanımın yaptığını tereyağlı tarçınlı kurabiyeyi de ikram etmeyi unutmadı. Necati Bey bu kurabiyeleri pek severdi ve hikayesini de çok iyi bilirdi. Çünkü bu kurabiyeler hiçbir zaman nedensiz yoğurulmazdı. Kendini şanslı hissetti ve bir parça aldı kurabiyesinden. Kahvenin üzerine pek iyi gitmişti. Necati Bey çizimini arkadaşına uzattı. Bir yandan da beşiğin nasıl olacağından bahsediyordu. Tevfik Bey de nasıl yaparım diye kafasından beşikle ilgili planlar çiziyordu. İşte tam bu sırada Necati Bey arkadaşında bir şey fark etti. Tevfik Bey’in elinde tuttuğu kağıt ilginç şekilde sallanıyordu. Hızlı ve göze batarcasına. Bunu fark etmemek mümkün değildi. Tevfik Bey arkadaşına fark ettirmemeye çalışıyordu fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu sanki yukarıda birisi onu kukla gibi oynatıyordu ve onun elinden hiçbir şey gelmiyordu. Necati beşiğe konsantre olmaya çalışıyordu. Arkadaşını zor bir duruma sokmaması gerekliydi. Çünkü yüzünde mahcup bir ifade ve konuyu değiştirmeye gayret eden bir adam vardı karşısında. Bunun daha fazla uzamasını istemedi Necati Bey; ” Ben yarın tekrar uğrayacağım. Renklerle ilgili tekrar kızıma danışayım “dedi. Artık pek bir keyfi kalmayan Necati Bey elinde kağıdıyla gidiyordu. Arkadaşına ne olduğunu bile soramadan. Neyse ki ağzında tarçınlı kurabiyenin tadı kalmıştı.

Şermin Hanım bu durumu ilk olarak aile doktorlarına bahsetmişti. Aile doktorları da  iyi bir nöroloğa gitmelerini söylemişti. Hatta Şermin Hanıma yakın bir nörolog arkadaşını tavsiye etti. “Eğer sen de  tamam dersen en kısa zaman da randevu alalım” dedi. Şermin Hanım konuşmasının sonunda kocasına. Nereden çıktı şimdi bu diye düşündü Tevfik Bey ama eşini gücendirecek hiçbir şey söylemedi. Zaten bu konuşmanın onun için ne kadar zor olduğunu biliyordu. “Tamam Şermin Hanım sen randevuyu al. Ne zaman uygunsa doktor o zaman gidelim “dedi.

Tevfik Bey ile Şermin Hanım hastaneden henüz çıkmışlardı. Kadın kocasının ellerini kocaman kavrayarak tuttu. Şermin Hanım ufak tefek görümüne rağmen çok güçlü bir kadındı. Herkese yeter her yere koşar ve her şeyin üstesinden ustalıkla gelirdi. Şimdi ise bu minik kadın minnacık elleriyle kocasının kocaman ellerini kavrıyor, sıkıca tutuyordu. “Bunun da üstesinden geleceğiz Tevfik Bey” dedi. Bunu söylerken yüzünde güven dolu bir gülüşü vardı. Adam karısının gözlerinden güç aldı. Doktor ilaçlar ve parkinson hastalığıyla ilgili birçok bilgi vermişti ama Tevfik Bey’in aklında kalan tek şey bu hastalıkla yaşaması gerektiğiydi.

Tevfik Bey yıpranmış fotoğrafları bir kenara koydu. Bütün bu düşünceler onu yiyip bitirmeye başlamıştı. Hayatını kontrol edemeyecek olması canını fazlasıyla sıkmıştı. Keşke kontrol edemediği sadece hayatı olsaydı… Bir süre sonra vücudunu da kontrol edemeyecekti. Bütün bunları düşünürken kendisini çok yıpratmış olduğunu fark etti.  Doktoru ona anti depresyon ilaçları yazmıştı. Nasıl da karşı koymaya çalışmıştı Tevfik Bey. Şimdi ise doktoruna hak veriyordu. Çünkü bu hastalık en başından beyniyle oynamaya başlamıştı  bile.

 O sırada arka odadan güzel bir müzik yükseliyordu. Tevfik Bey yavaş adımlarla arka  odaya yöneldi. Bu karşısında duran eski bir gramofondu. Kim tamir etmiş diye düşünürken karşısında bütün zarifliğiyle Şermin Hanım dans ediyordu.

 Birkaç gün önce yine fotoğraflara bakarken görmüştü Şermin Hanım kocasını. Eskileri aklına getirince bir şey fark etti. Gençken ne çok dans ederlerdi. Herkes imrenirdi bu genç çifte. Ritim, uyum, aşk… Seyredenler bir daha diye yarışırlardı. Sonra hayat, iş, koşuşturma derken dans hep bir gün sonrasına bırakılmış zamanla unutulmuştu. Her derdin bir devası mutlaka vardır ve Şermin Hanım bu kocamış delikanlıya bunu tekrar hatırlatmalıydı. Bunun içinde işe ilk önce bodrum katındaki bozuk gramofonu tamir ettirmekle başladı işe.

Minicik ellerini uzattı kadın kocasına. Her zaman bir söz vardır. Dansı adam yönetir diye. Bu sefer yönetimi Şermin Hanım ele almıştı. Kocasının kollarına bıraktı kendini ve bir iki bir iki… Bu ilaç şimdiden çok iyi gelmişti Tevfik Bey’e. Yılların kokusunu çekmiş ve bütün düşüncelerinden sıyrılmış, karısının mesajını almıştı. Asıl hikaye şimdi başlıyordu onlar için…

Nilüfer Yakan

The post Ah Koca Tevfik first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/ah-koca-tevfik/feed/ 0
Mahrumiyet ve Mahkûmiyet https://www.incetezat.com/oyku/mahrumiyet-ve-mahkumiyet/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=mahrumiyet-ve-mahkumiyet https://www.incetezat.com/oyku/mahrumiyet-ve-mahkumiyet/#comments Tue, 21 Sep 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6262 Mahrum olduğunu düşündüğü her şeyin mahkûmuydu aslında insan…              Hani genelde hikâyelerde, şehirlerin hareketli ve sahte dünyasından koparak kendini tamamen doğaya adamış, ruhani bir yaşam süren, söyledikleri, yaptıkları ve duruşuyla herkese örnek olan hayatınız boyunca içinizde yer etmiş bir bilge çıkar ya insanın karşısına, işte benim de Necla öğretmenim bu bilgenin şehirli olanıydı. Onun her gün,...

The post Mahrumiyet ve Mahkûmiyet first appeared on İnce Tezat.]]>

Mahrum olduğunu düşündüğü her şeyin mahkûmuydu aslında insan…

             Hani genelde hikâyelerde, şehirlerin hareketli ve sahte dünyasından koparak kendini tamamen doğaya adamış, ruhani bir yaşam süren, söyledikleri, yaptıkları ve duruşuyla herkese örnek olan hayatınız boyunca içinizde yer etmiş bir bilge çıkar ya insanın karşısına, işte benim de Necla öğretmenim bu bilgenin şehirli olanıydı. Onun her gün, dersine başlamadan önce bizlere hayat dersi vermek için kurduğu, Türkçe defterimin son sayfasına yazdığım, yıllar sonra hayatımı derinden etkileyen şu cümleleri tam da ihtiyacım olduğu anda karşıma çıkmıştı:

           “Hayatta asla yapmam dediklerini yapmadan ölmeyen tek varlık insanoğludur. O yüzden  bir cümlenin önüne “asla” koymak içinden geliyorsa bir düşün ve kullanmadan önce cümleni şu şekilde değiştir: “Her şey insanlar için ve asla kelimesini kullandığım anda yapmayı istemediğim her şeyi kendime çekerim o yüzden asla yapmam diye düşündüğüm her şeyi birazdan yapabilirim.”  O zamanlar anlamını çok da fark edemediğim bu cümlelerin derin anlamını ve bunun gibi birçok cümlesinin hayatımın geri kalan kısmında beni nasıl etkileyeceğini bilemezdim.

             “Hayat insanlar için her an yeni bir mucize yaratır bu mucizeler bazen bir tesadüfle karşına çıkarak hayatını bir anda güzelleştirir, bazen de tam karşındadır ya da yanı başında ve senin fark etmeni bekliyordur. Belki de sen fark edemediğin için kendiliğinden yok olup gidecektir. Etrafına daha dikkatli bakarsan mucizenin sana göz kırptığını görebilirsin. Fark et, etrafındaki bütün güzellikleri… Bundan sonra yapmak istediğin, evet yanlış duymadın YAPMAK İSTEDİĞİN her işin önüne “asla” koy mesela: “Asla onu sevmeyeceğim, düşünmeyeceğim,”  de ve aksinin ne kadar  hızla gerçekleştiğini seyret. Bu kelimenin insan hayatında yaptıramayacağı hiçbir şey yoktur.”  Bunları okuduktan sonra da çok mutsuz olduğum bir gün konuştuklarımız kulağımda çınladı, cümlesi cümlesine:  

              “Asla kelimesi ile senin ismin arasında yalnızca bir harf fark var buna dikkat ettin mi hiç Aslı?” demişti.  “Aslı ve Asla” ne kadar doğru demiştim içimden ve bu kelimeye hayatımda ne kadar çok yer verdiğimi fark etmiştim o anda. “Acaba o yüzden mi bu kelimeyle aram bu kadar iyiydi?” diye düşündüm. Devam etti bilgeliğini konuşturmaya. Farklı bir noktadan devam etmişti, şaşırdım. “Bilir misin?” dedi. “Neyi?” dedim “İbranicede ‘yalnız’ ve ‘birlikte’ sözcükleri sadece tek bir harf ile ayrılır. Yalnız: yahid, birlikte: yahad. Bu şu demektir: Birbirimize görünmeyen bağlarla bağlıyızdır aslında… Düşün bakalım bunun gibi birçok Türkçe kelimemiz de var. “Kendimi sözlüde gibi hissetmiştim. “Bulursam geçen ders aldığım eksimi artı yapacak mısınız, öğretmenim? ” deyivermiştim. Güldü ve önemli olan insanın hatalarını fark edip bundan bir ders çıkarması, sen de eksilerine üzüldüğüne göre bundan bir ders çıkarmışsın kendi kendine, eksini artıya çevirmişsin demek ki. Önemli olan da bu, bir ara da hayatımızdaki eksiler ve artılar konusunda konuşalım biz en iyisi” demişti. Ben de gülüp konumuza dönmüştüm. Düşünmeye başladım sonra. ‘özlem’ ve ‘ölüm’ kelimeleri geldi aklıma. Özlem kelimesinde ‘z’ harfini çıkarırsak bir harf farklı öğretmenim, demiş, düz mantık akıl yürütüp eklemiştim: “Acaba özlem ölümden daha beter olduğu için mi bir harf fazlası var?” demiştim, çok beğenmişti.  “Tebrik ederim, ne güzel kelimeler buldun. Yorum yapmaya da başladın, doğru yoldasın. Ne güzel bir noktaya değindin. ‘Özlem’ her zaman kalpten seven için ölümden beterdir kızım,” demişti. “Bu kelimeler nereden geldi aklına?” diye sordu sonra. “Birini mi özlüyorsun?” dedi. “Çok sevdiği birini kaybedince insan, belki de bilinçaltı bazı kelimeleri çıkarıveriyor kuyusundan.” dedim. Gözlerim yağmur damlaları ile dolup taşmaya yakın dere gibiydi, tuttum kendimi… Anlatıp anlatmama konusunda kararsız kaldım ağzımdan: “Onu öyle çok özledim ki…Yerine hiçbir şey koyamıyorum. Koca bir boşluk oldu içimde, o yokken akrep ve yelkovanımı da kaybettim, uykum da terk ederken beni, ben uykumu çağıran ilaçlarla uyumaya çalışıyorum ki onunla birlikte yaşadığımız en güzel zamanlarımız, düşümde ete kemiğe bürünsün. Ne çok isterdim bilseniz mis gibi kokusunu içime çekerek uykuya dalmayı, en çok da kokuyu özlermiş insan, en çok da kokusu gelir otururmuş sol yanına… Yanımdayken o hissettiğim güven duygusu, Gözlerimiz buluştuğunda içimdeki sıcaklık, beni sarmaladığında sol yanımı sol yanıyla tamamlayan… ”  derken tutamadım çağladım… Kafamı kaldırıp öğretmenime baktığımda bir damla gözyaşının onun da gözlerinden süzüldüğünü görünce devam edemedim… Sanırım onun da yarasına dokunmuştum. Onu o kadar çok seviyordum ki üzülmesini hiç istemiyordum. Üzülmesini istemediğimi ve ne kadar üzüldüğümü anladığında aramızda bir sessizlik oldu. “Kim diye sormayacağım, istersen devamını anlatmayabilirsin,” dedi. Sonra devam etti. Ağzından çıkacak hiçbir kelimeyi kaçırmamaya özen gösteriyordum. Bu yüzden gözyaşlarımı bir çırpıda sildim ve dikkat kesildim. “Şimdi de ben sana sadece bir harfle ayrılan iki kelime söyleyeceğim ama üzerinde uzun uzun düşünüp yorum yapmanı istiyorum, Arapça kökenli bu sözcükler: ‘Mahrumiyet’ ve ‘mahkûmiyet.’  Sana bir gün süre veriyorum, düşünüp güzel bir yorum yaparsan eksini artıya çevireceğim.” deyip hüzünle karışık gülümsemiş ve gitmişti…

             Kafamda soru işaretleriyle duygu karmaşası yaşayarak eve gitmiştim,  önce bu kelimelerin anlamlarını öğrenmiştim.  “mahkûmiyet” sözlük anlamıyla hüküm giymiş olma durumuymuş. “mahrumiyet” ise yoksunlukmuş. Uzun uzun düşündüm. “İnsan nelerden mahrum olup nelere mahkûm olabilir?” diye. O zaman anladım: Mahrum olduğunu düşündüğü her şeyin mahkumuydu aslında insan ve öğretmenimin neden bu konuya değindiğini daha iyi idrak etmiştim… Mesela birine ceza vermek istediğimizde ya kendimizi ondan mahrum bırakırız ya da en sevdiği şeyi elinden alırız. Aslında mahrum bıraktığımız şeye daha çok bağlanmasını sağlarız farkında olmadan. Kilo vermek istediğimiz için kendimizi tatlıdan uzak tutarız, tatlı gözümüzün önünde eskisinden daha çok canlanır. İçimizde ona sahip olmaya karşı daha büyük bir istek duyarız. Bizim değildir çünkü… Sahip olamadığımız şeylere karşı daha çok arzu duyar, onu elde edene kadar daha çok çalışırız. Her şeyin elimizde olanından daha fazlasını isteriz. Daha çok başarı, daha çok para, daha çok eşya, daha çok ne varsa… İnsanlar mahrum oldukları şeyleri isterler ve özlerler bu yüzdendir ki aşklarda kaçan hep kovalanır, kovalayanın aklı ve kalbi sürekli kaçanla meşgul olduğu için onun esaretinden bir türlü kurtulamaz sonsuza kadar ona mahkûm olur. Aşk, mahrumiyetin mahkûmiyete dönüşmüş halidir. Bu yüzden uzaklıklar büyük sevgileri daha da yüceltir. Kavuştuğumuz anda kalbimizdeki mahkûmiyet biter yıllarca hapis yatmış azılı bir suçlunun sevincini yaşarız. Zamanla da bu sevinç içimizde mumun sönmesi gibi sönüp gider. En çok da kavuşma ihtimali hiç olmayanlar müebbetten kurtulamaz. Ölüm gibi… Ölmek sonsuzluktur. Ölen kişiye, sonsuza kadar ondan mahrum olduğumuz için mahkûm oluruz aslında. Yokluğu bizi esir almıştır. Bundandır ki ölen asla unutulmaz, hep yaşar kalbimizde, Ata’mız gibi… Mahrum olduğumuz her ne varsa içimizde sonsuza kadar kalmaya mahkûmdur. Yani mahrumiyet ve mahkûmiyet tek harfle birbirinden ayrılan ama aslında birbirine âşık iki kavramdır hiç ayrılmazlar. Her mahrumiyet bir mahkûmiyet doğurur. O mahrum olduğunuzu düşündüğünüz şey bir türlü aklınızdan çıkmaz bir yandan onu istersiniz elde edemedikçe de ona hapsolur ondan kurtulamazsınız… Bırakmak istediğiniz her şey gelir sizin boynunuza sarılır… Hayatımın dersini vermişti öğretmenim…

            Ertesi gün koşarak okula gitmiştim. Öğretmenime bütün bu düşündüklerimi anlatacaktım ama oğlu hasta olduğu için o gün okula gelememiş. Bekledim… Diğer gün yine gelmedi, merak ettim… Bir hafta oldu, Necla öğretmenim okula gelmedi… Oğlunun hastanede yattığını öğrenince yanına gittim. Geç kalmıştım. Anladım ki Necla öğretmenim de benim sonsuza kadar anneme mahkûm olduğum gibi oğluna mahkûmdu artık…

The post Mahrumiyet ve Mahkûmiyet first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/mahrumiyet-ve-mahkumiyet/feed/ 4
Kayıp Ruhların Şehri https://www.incetezat.com/oyku/kayip-ruhlarin-sehri/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=kayip-ruhlarin-sehri https://www.incetezat.com/oyku/kayip-ruhlarin-sehri/#comments Sat, 18 Sep 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6233 Sevgiyi hiç yaşamamış bir kalp nasıldır bilir misiniz? Küf tutmuş, soğuk, nemli, karanlık duvarlara benzer. Rutubet tutar sevgisiz kalp. Tıpkı yosun tutmuş sert bir kaya gibi. Bir gün, birinin çıkıp da, kalbimi çalkalayıp içinde ne var ne yoksa bütün tortularını söküp atacağını söyleselerdi, onlara bir güzel yumruk atıp doğduklarına pişman ederdim. Ama işler hiç de...

The post Kayıp Ruhların Şehri first appeared on İnce Tezat.]]>

Sevgiyi hiç yaşamamış bir kalp nasıldır bilir misiniz? Küf tutmuş, soğuk, nemli, karanlık duvarlara benzer. Rutubet tutar sevgisiz kalp. Tıpkı yosun tutmuş sert bir kaya gibi.

Bir gün, birinin çıkıp da, kalbimi çalkalayıp içinde ne var ne yoksa bütün tortularını söküp atacağını söyleselerdi, onlara bir güzel yumruk atıp doğduklarına pişman ederdim. Ama işler hiç de öyle değilmiş. Katran karası gözleri soğuk kalbimde öyle yangınlar çıkarmış ki, hala sönmek bilmeyen bir volkan gibi kaynıyor yüreğim.

O gün, her şeyin çok kötü gittiği bir gündü. Tıpkı diğer günler gibi. Ölüme öylesine yaklaşmıştım ki, Azrail’in nefesini omuzumda hissediyordum adeta. Hastaydım! Sebebini bilmiyordum hastalığımın. Doktorlar bile bilmiyordu ki. 2 ay sonra öleceksin demişti o huysuz, yaşlı doktor. Kapıyı çalmadan içeriye girdim diye ne çok söylenmişti bana. Sadece 2 ay ömrümün kaldığını söylediği gün, “Zamanın o kapıyı çalmayla kaybetmeyecek kadar azmış delikanlı. Bunun için üzgünüm!” demişti. O haberi duyduğumda, kaybedecek hiç bir şeyimin olmadığını düşündüm. Yani değişen bir şey olmayacaktı. Üzgün değildim, tam tersine mutlu olduğum bile söylenebilirdi. Bir ölüden farksız değildim zaten. Benim için kimse ağlamaz. Arkamdan gözyaşı dökecek kimsem yoktu sonuçta. 

Ailem hiç sevmedi beni. Aile bile denemezdi ki buna zaten. Sarhoş bir anneden, midesindekilerini bir bar tuvaletine  boşaltırken, doğmuşum. Ömrü boyunca beni ayak bağı gibi görmüştü. Babama çok aşıkmış zamanında ama babam başka bir kadınla evli olduğu için annemin hamile olduğunu öğrendiği zaman onu terkedip gitmiş. Annem, benden kaç kere kurtulmak istese de bir türlü başaramamış. Dediğine göre, ben olmasam babam onu her türlü kabul edermiş. Yüzünü bile hiç görmediğim babam.

Bazen, neden geldim bu dünyaya diye kendimizi sorgularız ya, sonra cevabını veririz “Benim bu dünyadaki amacım şu…” diye. İşte benim ona verecek cevabım bile yoktu. Büyük bir boşluktum dünyada. 55 kiloluk bir boşluk. Yani anlayacağınız köprüden önce son çıkışta, hayatın trafik ışıklarında kaybolmuştum.

Ve o ışıklarda onu gördüm. O köprünün en sonunda. Bu güzel şehrin ışıklarını sönük bırakan o katran karası gözlerini bana dikmiş öylece bakarken, kirpiğinin ucundaki gözyaşı damlası değerli bir elmas gibi parlıyordu. Hayat, orada iki anlığına durmuştu sanki. Yavaş çekimde yürür gibi ona doğru yürürken birden bire o büyülü sessizliği bozdu.

-Sakın daha fazla yaklaşma!

-Tamam sakin ol! dedim sakin olan sesimle.

Sesim sakindi ama kalbimde bir bomba patlıyordu adeta. Bu zamana kadar sadece kan pompalamaya yarayan bu şey ilk defa atıyordu sanki.

Karşımda kadar bitkin görünüyordu ki, uzun simsiyah saçları rüzgarda dağılıp yüzünü örterken bir an olsun elini saçına götürüp yüzünden çekmeye çalışmadı. Buna bile gücü yoktu sanki. Saçlarını düzeltmem için yavaş yavaş ona uzatırken elimi, tek omuzunu havaya kaldırdı. Ona dokunmamı istemedi ama ses de çıkarmadı. O kadar çok titriyordu ki, bir kuş gibi ürküp uçmasından korktum.

Ellerimi hızlıca geri çekip,
-Bak konuşmak ister misin? İstersen biraz geri çekilelim. Şu banka oturalım mı? Su ister misin?

Tanrım! Ne yapıyordum? Ardı arkasına bir sürü şey söyleyip onu belki de daha da uzaklaştırıyordum.

-Tamam istersen susarım. Ama sadece atlamayacağına dair sana güvenmem için izin ver ve şu elini uzat da seni biraz geri çekeyim.

-Benden ne istiyorsun? diye bağırdı. Bırak da kurtulayım. Nasıl olsa ne hayat beni kaybedecek ne de ben hayatı.

Aynı benim gibiydi…

-Evet hayat bir şey kaybetmeyecek aslında,  dedim. Kaybeden sadece tek taraf olur. Ve bu durumda da o sen olursun.

-Yalnız bırak beni, git başımdan!

-Gidemem! Aklım sende kalır. Acaba o kız atladı mı diye yer bitiririm kendimi. Hem sen olsan gider miydin?

Sustu. Kendi kendine bu sorunun cevabını düşünüyor gibiydi.

Pek emin olmayan bir ses tonuyla.
-Giderdim. Herkes kendi kararını kendi verebilir dimi?

-Tamam. Nasıl istersen öyle davran. Ama ya ölmezsen? Belki de sakatlanırsın ve bundan sonraki hayatını da başka türlü acılarla geçirirsin!

-Ne saçmalıyorsun sen?

Kaşlarını çatmıştı.

(Ne saçmalıyordum sahi ben?)

Sol cebimden çıkardığım sigaramı yakmaya çalıştım. Yüzlerce kez izlediğim bir film sahnesini izler gibi onu izliyordum.

-Ölümü hiç umursamayan biri olarak bir başkasını bu hayata bağlamaya çalışmak ne güç bir şeymiş? dedim gülerek.

Sinirlenmişti.

-Kimse senden böyle bir şey istemedi!

-Bak bence 2 ay ömrü kalmış biriyle hayat pazarlığı yapma!

O sırada gücünü toplamış gibi rüzgarda dağılan saçlarını yüzünden hızlıca çekerek bana baktı. Bunlar hayatımda gördüğüm en güzel gözlerdi. Dikkatlice yüzümü inceliyordu. Gamzelerimi görünce bakışları yumuşadı.

Hafifçe ona yaklaşıp bileğime taktığım lastiği saçlarını toplaması için ona uzattım.

-Seninle bir anlaşma yapalım mı? dedim.

-Ne anlaşması?

-İki ay daha nefes alabilecekmişim… Yaşlı doktor öyle söylüyor. Bu iki ayı hayatımda yapamadığım şeyleri yapmaya adayacağım. Bazen yaramaz bir çocuk gibi, bazen de başkaları için yardım etmeye çalışan bir yardım gönüllüsü gibi yaşayacağım hayatı.  Daha çok seveceğim, daha çok ağlayıp daha çok güleceğim. Mesela izlemediğim filmleri izleyeceğim. Önceden ağzıma bile sürmediğim yemekleri yiyeceğim. Bu zamana kadar yapamadığım her ne varsa işte.  Benimle sadece iki ay yaşamaya var mısın? Kaybedecek bir şeyinin olmadığını sen söyledin. Sonra istersen iki ay sonra senin için yine bu köprüde buluşuruz. O zaman söz veriyorum seni vazgeçirmeye çalışmayacağım. Hatta belki o gün ben olamam, yani zamanım kalmayabilir. O halde sen yalnız gelirsin. Ne dersin?

Gözlerindeki yaşları silerken bir yandan da gülümsüyordu.

-Dalga mı geçiyorsun sen? Hiç tanımadığım biriyle iki ay mı geçireceğim. Belki sende beni üzeceksin. Diğerleri gibi. Zaten bu zamana kadar yeterince incindim.

Haklıydı. Bana nasıl güvensin? O kadar incitmişler ki onu. Öylesine yorgun ve kayıp ki ruhu!

O sırada onun güvenini nasıl sağlayacağımı düşünürken sol yanımda, göğsümün biraz altında, alev alev yanan, çarpıntısından bedenimi titreten o şeyin varlığını hissettim. Kalbimin! Boğazıma kadar atıyordu sanki. Ağzımı açsam dışarıya kaçacak gibi. Daha önce hiç yaşamadığım bir duygu.

Bu güçle yavaşça ellerimi tekrar uzattım ona. Bu sefer daha cesurdum. Gözlerimin içine bakıyordu. O ateşi o da görmüştü sanki. İnanmak istiyordu bana. Tereddüt etmeden elini verdi. Ama titriyordu eller. Onları sıkıca tutup kalbime götürdüm. O kadar soğuktu ki. Üşümüştü. Üzerimdeki deri ceketimi çıkarıp omuzlarına bıraktım.

O gün orada bir mucize gerçekleşmişti. İyiydim. Hiç iyi olmadığım kadar. Bu mucizenin adı “Sevgi” oldu. Kalplerimiz orada birbirini buldu. Hayatımızın kesiştiği köprüde. Benim hastalığım orada bir şekilde son bulmuştu. Yani birbirimize şifa olduk. O yaşlı doktor yeni teşhisimi koymuştu, “Fevkalade Aşık”.

Sayısız iki ay geçip gitti ömrümüzden ve biz o köprüye bir daha hiç gitmedik. Hayat bizi kaybetmedi. Biz de hayatı.

Şimdi o katran karası gözleri hep gülümseyerek bakıyor. Ve ellerimi hiç bırakmadı.

Burcu YILMAZ

The post Kayıp Ruhların Şehri first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/kayip-ruhlarin-sehri/feed/ 1
Paradoks https://www.incetezat.com/oyku/paradoks/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=paradoks https://www.incetezat.com/oyku/paradoks/#comments Sun, 12 Sep 2021 11:45:05 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6198 Nefes nefese, yüreğim ağzımda, örtünün altında debelenerek uyanıp saati yokladım: 10.25. Kapı aralıksız bir şekilde yumruk veya tekmeyle dövülüyordu. Örtüyü hızla üzerimden attım. Ter içinde kalmış bedenim serin havayla ürperdi. Terliklerimi giymek isterken sendeleyince kapının ardındakine ağız dolusu küfürler savurdum. Odamdan çıkınca annemin kapısının hâlâ kapalı olduğunu görünce içim biraz olsun ferahladı. Hasta kadın sonuçta....

The post Paradoks first appeared on İnce Tezat.]]>

Nefes nefese, yüreğim ağzımda, örtünün altında debelenerek uyanıp saati yokladım: 10.25. Kapı aralıksız bir şekilde yumruk veya tekmeyle dövülüyordu. Örtüyü hızla üzerimden attım. Ter içinde kalmış bedenim serin havayla ürperdi. Terliklerimi giymek isterken sendeleyince kapının ardındakine ağız dolusu küfürler savurdum. Odamdan çıkınca annemin kapısının hâlâ kapalı olduğunu görünce içim biraz olsun ferahladı. Hasta kadın sonuçta. Merdivenleri ikişer ikişer inip holde koşuşturarak her darbede delice titreyen ve büyük gürültü çıkartan kapının tokmağına uzandım. Kapının ardında; elinde devasa gümüş bir orak tutan, boylu boyunca siyaha bürünmüş, başında kukuletası ile Azrail duruyordu. Garipseyip korkmuştum çünkü kim olduğu aşikârdı. Dedikleri kadar varmış. Bu ondan başkası olamazdı. Ama böyle kapıyı çalarak geldiğini de bilmiyordum. Dilim dönmedi, korkum soğuk terlerle dışarı yansımaya başladı. Benim için mi geldi, diye düşündüm.

“Evet, senin için.” diye cevapladı. Sesi görüntüsüne göre oldukça sakinleştiriciydi. İstemeden birkaç adım geriledim. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum. Kaçsam kurtulamam, kapıyı kapatırsam da ayıp olur. İçeri buyur etmek gerekirdi.

“Şey… ııı.. Bu… Buyrun içeri geçin.” diye çözüldü dilim.

Holden geçerken vestiyerdeki aynanın önünde durup bir süre kendine baktı. Yüzü zifiri karanlık olduğu için bir şey seçemiyordum. Belki de gülümsüyordur. Yürüyüşü nizami ve oldukça sakindi. Salona geçerken çevreyi kolaçan ettiğini anlayabiliyordum. Duvardaki aile fotoğraflarına baktı, fotoğraftakileri bir yerden gözü ısırıyormuş gibiydi. Fransız balkonunun iki yanına çapraz bir açıda konumlanmış kitaplıktaki biblolarda göz gezdirdi. Biblolardan küçük, kanatlı bir meleğe dikkat kesti. Belki o an, insanoğlunun melekleri neden bu şekilde tasavvur ettiğini anlamsız bulmuştu. Belki de kendinde var olabilecek bir kanadın hayalini kuruyordu. İşaret parmağını uzatınca biblo pat diye tuzla buz oldu. Sükûnetim hızla yerini yeniden soğuk terler eşliğinde tedirginlik ve korkuya bırakmıştı. Dini bütün bir insan değildim. Ölüm meleklerinin soracağı soruları da kestiremiyorum. Belki de bana alışagelmişin dışında sorular soracaklardı. Beni neyin beklediğini biliyor gibiydim ama tam olarak da emin olamıyordum. Sorsanız, bir surenin sonunu da getiremeyebilirim. Ölmüşlere okunacak bir Fatiha’m var o kadar. Fakat karşımda oturan Azrail’e bakınca aklımdaki düşüncelerin hiçbir önemi kalmıyor. Odada göz gezdirirken annemin zigon sehpada bıraktığı Kur-an’ı görünce bir ruh içime huzur busesi kondurmuş gibi huzurlu hissetim. Bu hissiyat Azrail’in tekli koltuğa oturmasıyla uçup gitti. 

Salonun kapısında çakılı kalmıştım. Ne ilerleyebiliyor ne de geri kaçabiliyordum. Yer yarılsa içine bodoslama dalabilirdim. 

“Hemen mi gitmemiz gerekiyor?” diye sordum.

“Hemen.” diye otoriter bir sesle cevap verdi.

Dudaklarım kurudu, dilimle çatlamış dudaklarımı nemlendirmek istedim ama dilimin dudaklarımdan pek de uzak kalır bir yanı kalmamıştı.

“Biraz sonra gitsek olmaz mı? Hem annem hasta, en azından yukarı gidip son kez bir görseydim.”

Tedirginliğimi seziyor, içimdekileri görüyordu muhtemelen. Acımak, merhamet etmek onun yaratılışında yoktu belki ama düşünürcesine duraksadığını görebiliyordum. Sağa sola bakındı, gözü zigon sehpadaki Kur-an’a takıldı. İç geçirip o sakinleştirici sesinden eser kalmayan, korkuya dair tüm duyguları kabartan bir tonda “Zaman dolmak üzere. Çabuk ol!” diye karşılık verdi.

Merdivenlere doğru ilk adımımı atar atmaz, insanın ölüm anında hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği anı yaşadım. Babam vücudunda derin ıstıraplar yaşatan bir hastalığa yenik düşmüştü. O an yüzünde beliren gülümseyişteki ölüm tedirginliğini şimdi kendi dudaklarımda hissedebiliyordum.Babam, tedavi için gittiği büyük şehirdeki bir hastanede sabaha karşı, makinalardan çıkan ritmik, rahatsız edici seslerin kulağını çınlattığı, hasta kokusunun sindiği bir odada tavandaki LED ışıklardan başka bir şey göremeden yitip gitti. Kim bilir neler düşlemişti. Evinde, sıcak yatağında yatarken sevdiklerinin umutlu ve biraz da tedirgin bakışları eşliğinde bir ölümün lükse kaçtığı bir zaman aralığındaydık artık. Bunun için kendimi şanslı hissedebilir miydim acaba? Salonda oturan Azrail’i hatırlayınca şansın pek bir öneminin olmadığına kanaat getirdim.

Ağabeyim arayıp “Babayı sabaha karşı kaybettik. Biraz sonra yola çıkarız. Bizimkilere haberi sen verirsin.” diyerek bu ağır sorumluluğu bana yükledi. Babamın durumu malumdu. Doktorlar ümitli konuşmuyor, her şeye hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyorlardı. Ölüme nasıl bir hazırlık yapılabilirdi ki? Ölüm ne kadar göz göre göre geliyor olsa bile insan hazırlıksız yakalanıyor. Telefonu kapatınca olduğum yerde küçüldüm. Bulunduğum oda mı gözümde büyümüştü yoksa ben mi gittikçe küçülüyordum, anlam veremedim. Babamın ölüm haberini anneme nasıl vereceğim telaşı ile babamın bir daha var olamayacağı gerçeği arasında bocalıyordum.

Şimdi ise annemin yanına varıp elini tutarak yanağına son bir öpücük kondurup kendi ölüm haberimi mi verecektim? Bundan sonra olmayacağımı, artık başının çaresine bakması gerektiğini nasıl söyleyebilirdim ki? Üstelik onca yıl geçmesine rağmen babamın ölüm haberini verdiğim günün acısı bile hâlâ tazeydi.

Annem mutfakta kışlık erzakları hazırlamakla meşguldü. Sırtı bana dönüktü. Pek konuşkan biri değildi. Ne varsa içine atar, pek de dışarıya yansıtmazdı. Bunca yılın kederi, sevinci, acısı, kahkahası kısacası hayata dair ne varsa içinde biriktirip susmuştu. Geldiğimi duymuş olacak ki dönüp nemli gözlerime baktı. Bir şey diyemeyişimin altındaki sebebi anladı. Olduğu yere diz çöküp uzun uzun ağlayıp ağıtlar yaktı. Evin pencerelerinden sokağa, kapısından komşulara uzanan haykırışları duyan eş dost eve üşüştü. Kadınlar odalara doluşunca biz de avluya çıktık. Büyük amcam geldi. Gözü yaşlı, elleri titriyordu. Sarılıp ağlaştık kısa bir süre. Sonra metin olmam için öğütlerde bulundu.

“Cenaze yola çıktı mı?” diye sorunca afalladım.

Evet, babam ölmüştü ama bu kadar mı çabuk silinmişti yeryüzünden. “Amca ne diyorsun, ne cenazesi? O benim babam, senin ise kardeşin! Hani bir ismi vardı ya onun. Babamı gömmeden adını sanını mı gömdük?” diye içimden söylendiysem de bu söyleyiş dilime dökülemedi.

İşte bunca sene yaşamış olduğum hayatta, etrafımdaki insanların tek tek yitişlerini, geride kalanların yüreğinde açılan koca boşlukları dağlayan acıları görmeme rağmen her şey babamın ölümüyle bana sirayet etmeye başladı. Ölümün gerçekliğini, babamın isminin dahi kullanılmadan bir “cenaze”den ibaret kalmasıyla daha iyi idrak edebilmiştim.

Merdivenlere ilk adımımı attığımda, aklıma hasta haliyle yatağında kıvrılıp yatan annem geldi. Biraz sonra öleceğim ve annem bu hayattaki yegâne dayanağını kaybetmiş, yaşlı ve hasta bir kadın olarak hayatına devam edecekti. Peki devam edebilecek miydi? Abimler bir süre bakarlar sonra da belki bir bakım evine yerleştirirlerdi. En azından yaşıyor olurdu. Peki ya ben? Birazdan varoluşun yegâne gerçekliği olan ölüme teslim olacaktım. İçimde tarifi imkânsız bir korku, hayata dair şimdiden derin bir özlem vardı. Geriye baktığımda ne yaşamıştım ki? Hayatım ertelemek üzerine bir paradokstan ibaretti. Daha iyi bir geleceği inşa etmek adına her şeyi erteledim. Evlenmedim, hayalini kurduğum şehirleri gezemedim, heves ettiğim her şeyin kursağımda kalıp büyümesini izledim. Ve şimdi de her şeyi kamburuna sırtlamış, içi kuşku sarmaşıklarıyla kaplanmış bir adam olarak gitmek üzereyim. Bir kaçış olsa diyorum, zamanı bükebilsem veyahut sıyrılsam şu evden, atsam kendimi sokaklara, kimseler bulamasa izimi. Azrail içeride, nereye gidiyorsun! Öyleyse fırsat varken annemi son bir kez göreyim. Belki de ölümümün ağırlığı şimdiye dek göğsüne oturan tüm acılara eşlik edip vücuduna hastalıklı bir leke olarak oturacaktı. Peki ya iki ayağına yükleyemediği vücudu bunca acıya daha ne kadar dayanabilirdi? Gerçi, yaşama içgüdüsü her zorluğu yenerdi. Ölüm, uç noktalarda gezmedikçe arzu edilecek bir şey değildi.

Açık olan pencerelerden birinden içeriye serinletici bir nane kokusu sindi. Zamanın bir gölge gibi ardımdan gelip önümü kesebileceğini fark edince merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladım. Nihayet nefes nefese annemin odasının önüne geldim. Koridorun sonundaki oval pencerenin aralığından içeriye serin bir hava ve merdivenlerdekine göre daha keskin bir nane kokusu geliyordu. Birden içimden pencereden dışarıyı etraflıca izleme isteği uyandı. Fakat zaman yoktu. Bunca güzellik elimizin altındayken başımızı çevirip koca beton yığınlarına tıkılıp kalıyorduk. Sonra en zamansız anlarda yakıp yıktığımız güzellikleri düşlüyorduk.

Benim için artık zaman, fanusundan sıyrılıp ölümün oluklarına doğru süzülüyordu. Kafamdaki düşünceleri bir kenara atıp kapı koluna uzandım. Kapı açılır açmaz Azrail tüm heybetiyle, ilk gördüğüm halinden çok daha ürkütücü ve sert bir şekilde ellerini boğazıma kenetleyerek fısıldadı:

“Gidiyoruz!”

Nefes nefese, yüreğim ağzımda, örtünün altında debelenerek uyanıp saati yokladım: 10.25. Kapı kesintisiz bir şekilde yumruk veya tekmeyle dövülüyordu. Gördüğüm rüyanın tesiriyle titreyip koşar adım kapıyı açtım. Kapının ardında; elinde devasa gümüş bir orak tutan, boylu boyunca siyaha bürünmüş, başında kukuletası ile Azrail duruyordu.

Ferhat BİRLİK

The post Paradoks first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/paradoks/feed/ 4
Arya ve Ali Dayı https://www.incetezat.com/oyku/arya-ve-ali-dayi/?utm_source=rss&utm_medium=rss&utm_campaign=arya-ve-ali-dayi https://www.incetezat.com/oyku/arya-ve-ali-dayi/#respond Thu, 12 Aug 2021 09:00:00 +0000 https://www.incetezat.com/?p=6182 Arya şehir hayatının kaosundan sonra biraz olsun kendini dinleyebilmek, zihnini susturabilmek için bu yaz Fethiye’de bir ev kiralamıştı. Ev denize paralel sakin sokaklardan birindeydi. Küçük şirin önünde renk renk sardunya ve ortancaların olduğu balkonu da bulunan daha ilk gördüğü anda onu sımsıcak sarıveren bir mekandı. Sabahları erken kalkmayı oldum olası severdi, herkesin uykuda olduğu saatlerde...

The post Arya ve Ali Dayı first appeared on İnce Tezat.]]>

Arya şehir hayatının kaosundan sonra biraz olsun kendini dinleyebilmek, zihnini susturabilmek için bu yaz Fethiye’de bir ev kiralamıştı. Ev denize paralel sakin sokaklardan birindeydi. Küçük şirin önünde renk renk sardunya ve ortancaların olduğu balkonu da bulunan daha ilk gördüğü anda onu sımsıcak sarıveren bir mekandı.

Sabahları erken kalkmayı oldum olası severdi, herkesin uykuda olduğu saatlerde yürüyüş yapmak ona çok iyi geliyordu, burada da bu alışkanlığını sürdürmeye karar verdi. Uyanır uyanmaz yüzünü yıkayıp giyindikten sonra sahile inip bir uçtan bir uca yürüyor bazen ayakkabılarını çıkarıp, çıplak ayaklarıyla adeta dalgalarla dans ederek zıplıyordu. Her sabah yürürken çevreyi tanımak amacıyla etrafa da göz atıyordu, bir gün uzaklardaki bir balıkçı barınağı dikkatini çekti. Yaklaşınca önündeki bankta oturup gözleri ufuk çizgisine dalıp gitmiş Ali Dayı’yı fark etti ve uzaktan günaydın diyerek seslendi ve el salladı. Tabii o zamanlar adını bilmiyordu, sonradan öğrenecekti.

İlerleyen günlerde her sabah ayakları onu o barınağın yakınlarından geçmeye sürüklüyordu, içinde anlamlandıramadığı bir hisle. Bir sabah bankta kimseyi göremediğinde telaşlandı ve iyice yaklaşarak seslendi, iyi misiniz, her şey yolunda mı diye. İçeriden elinde çaydanlıkla çıkan, altmış yaşlarında nur yüzlü bir bey, günaydın diyerek onu selamladı. ‘’ Her sabah sizi bu bankta görmeye öyle alışmışım ki bu sabah göremeyince telaşlandım sizin için, bir şey oldu sandım lütfen kusuruma bakmayın ‘’ diyerek kendini anlatmaya çalışırken Ali dayı yüzünde tebessüm sakin sakin onu dinliyordu.  ‘’oturmaz mısınız bende çay demliyordum birlikte içeriz  ‘’ dediğinde Arya hiç huyu olmadığı halde teklifi ikiletmeden kabul edip oturdu banka. Dayı içeriden bir şal getirip sırtına koydu, terlisiniz, üşütmeyin diyerek.

Arya uzaktan geçen simitçiyi görünce koşarak gidip simit ve yanına küçük peynirlerden aldı. Geldiğinde masaya bardaklar ve tabaklar koyularak hazırlık yapıldığını fark etti. Dayı hiçbir şey sormuyordu, sanki çok eskiden tanıdığı biri ziyaretine gelmiş gibi içten ve doğaldı. Çayları bardaklara doldururken hitap edebilmek için sadece ismini sormuştu o kadar. Hiç konuşmadan kahvaltılarını ettiler ama bakışlarıyla (nazarıyla) sanki baştan başa Arya’yı yıkıyordu. Mevlana buna dilsiz dudaksız konuşmak derdi. Bir anda bu aklına geldiğinde  ‘’işte bu ‘’ diye içinden söylediğini sanırken dışından söylediğini ve Ali Dayının tebessüm ederek başıyla onayladığını fark etti.

Arya  ‘’ Her sabah yürürken buradan geçmek ve sizi görmek için ayaklarım beni buraya sürüklüyor neden bilemiyorum bir türlü ‘’ dediğinde Ali Dayı  ‘’ Belli ki bir gönül sahibinin gönlüne düşmüşsün güzel kızım bu yolda olanlar birbirlerini tanımasalar da birbirlerine çekilirler, yaşadığın bundan ibaret korkmana, şaşırmana gerek yok evladım ‘’ diyerek onu rahatlatmıştı. Arya içtiği çayında neden bu kadar lezzetli olduğunu şimdi anlayabilmişti, çünkü çay yürek ısısında demlenmişti. Dayı hiç soru sormuyor, onu anlattığı kadarıyla dinliyor ve sorduklarına da soruyla cevap vererek onu tefekkür etmeye zorluyordu. Böyle biriyle tanıştığı için çok huzurlu ve keyifli ayrıldı yanından.

Ali dayı arakasından sesleniyordu ‘’ Ne zaman istersen bir bardak demli çayın burada seni bekliyor olacak güzel kızım, yolun ve gönlün açık olsun hep ‘’ derken bir yandan da el sallıyordu.

Arya bu tatili en çok bu yüzden sevmişti daha ilk günlerden hayatında yeni bir dönem başlıyordu, haydi hayırlısı diyerek yoluna devam etti. İlerleyen günlerde sıklıkla ya gün doğumlarında ya da gün batımlarında bu mekana uğramayı alışkanlık haline getirdiğini fark ederek şükredecekti.

Hayat sürprizlerle doluydu gerçekten de, hiç ummadığınız zaman ve yerde sizi kendinizden bile iyi tanıyan bir Allah dostu karşınıza çıkıveriyor ve tüm düğümleriniz bir bir çözülebiliyordu kısacası umudu kaybetmemek gerekiyordu, ne olursa olsun. Yeter ki siz tüm samimiyetinizle niyet edin ve sisteme güvenip kendinizi akışa bırakın.

Bazen kafasındaki soruları açıkça sorarken, bazen de hiç dile getirmediği halde konu dönüp dolaşıp cevaplarına gelebiliyordu. Evrendeki işaretleri okumayı öğrenebilirse her yerden cevap gelebileceğini Ali Dayı’dan öğrenmişti. Bazen bir reklam repliği, bazen önünüzde giden bir arabanın plakası, bazen radyoda çalan bir şarkı size tam da ihtiyacınız olan şeyleri söyleyebiliyordu. Tabi bu konuları herkesle paylaşamazdı yoksa ona deli diyebilirlerdi.

Arzu AYMAN

The post Arya ve Ali Dayı first appeared on İnce Tezat.]]>
https://www.incetezat.com/oyku/arya-ve-ali-dayi/feed/ 0