Tahta Bavul


Güneşin kızıllığı, gökyüzünü kaplayınca yüzünü yavaş yavaş geceye dönen köyde, gün boyu yaşanan sessizlik yerini eve dönüş hengâmesine bırakıyordu. Bir yanda çobanların sürülerini köye getirişiyle başlayan çan sesleri ve meleyişler, bir yanda tarladan bahçeden dönen yorgun anaların sırtlarındaki tahta beşiklerde ağlaşan bebeler… Günün ışıkları tamamen yok olmadan ahşap ve balçıktan yapılmış evlerine ulaşma gayreti… Evlerine ulaşanlar, gelinlerini akşam yemeği hazırlamaya yönlendirip, bebelere bakmadan hayvanlarını toparlama, ağıla, ahıra yerleştirip, sağma telaşında.

Güneşin batışıyla karşı dağlar kararırken iki siluet yok oluyordu yan yana. İki genç; biri uzun, biri kara kuru. “Dede” denilen köyün tepesinde çamların altında köyde olan biten her şeyi görebilecekleri bir mevkide oturmuşlardı. Burası eski zamanlarda bir yatır olduğuna inanıldığından ağaçlarına el sürülmeyen, yeşillik bir tepe olarak kalmıştı. İnanışa göre buradaki ağaçlara el sürenin evi yanar, elleri kurur, evladıyla imtihan olurdu. Eski Türk kültürüne, Şaman inancına dayanan bu inanış Anadolu’nun pek çok köyünde olduğu gibi burada da yerini almış, aslında ağaçların korunmasını sağlamıştı. Dede güzel yerdi; havadar ve yeşillik… Gençler çöken karanlığa aldırmadan çam hışırtıları altında tertemiz havayı ciğerlerine çekerek dertleşiyorlardı.

– Len Sadıç, gene gelmedi ya bu örtmen.

– Yenice mektep yapıldı ya gelir elbet. Hem napcen sen örtmeni, görende mektebe gitcek sancek seni. Bakam seni okula alcekle mi?

– Niden almasınla olum, boyum uzun deye mi deyon!

– Ne didi muhtar, evvelki gün. Güccükle gitcek mektebe, okucak onla dimedi mi?

– Tamam ben böyükmün? Senle aramızda iki sene ya va ya yok!

– Eyi bakam örtmen gelsin bakcez gali.

Bir başka akşam yine güneş yavaş yavaş karşıdaki dağların ardından batarken, karanlığa gömülen sadece köyün silueti değildi. Aynı zamanda onların hayalleri de yokluğa yüz tutuyordu. Hüzünlü bir havayla birbirlerine aynı soruyu soruyorlardı. “Neden gelmedi yine bu örtmen?”

* * *

Bir sabah elinde tahta bavulla biri görüldü köy meydanında… Muhtarla konuştuğunu görenler merakla, kim olduğunun duyurulmasını bekliyorlardı. Meraklı gözler bu adamı baştan aşağı süzdü. Üzerinde uzunca bir ceket, kumaştan eskice bir pantolon, boynunda yulara benzer renkli koca bir bez, cepkenli bir yelek, sağ elinde yürüyerek geldiğinden terleyen ensesini silmeye yarayan bir mendil. Bıyıkları altında küçük bir tebessüm, o tebessümün ardına gizlenmiş epey bir heyecan. O köyü inceledikçe etraftan bakan meraklı gözler de onu inceliyordu. Kimdi? Nereden gelmişti? Burada ne iş tutacaktı? Sorular sorular… Meraklı köy halkının zihninde bunlar dönerken genç adam usulca bavulunu yere bıraktı. Karşıda çeşmenin üstünde oturup ayaklarını sarkıtan iki çocuk birlerine yeni gelen garip adamı gösterip:

– Olum bu adam kesin müfettiş! Mükellef için gelmiştir.

– Yok be sadıç mükellef için gelse yanında candarma da olur. Bu kelle sayma gelmiştir. Köyde kaç hane var, kaç hayvan, kaç insan va onu saycek.

– Len olum, bi hoş bi hoş gonuşma. Bak görcen mükellef için adam yazcekle… Yirmi yaşına gelenleri meydana toplecekle… Askerlik deye madene göndercekle. Abini tutamı ki len?

– Emme yaptın sadıç. Abim senle yaş, onu tutasa seni de tuta.

– Deme len ben de mi gitcen şinci.

Gençler bunları konuşurken muhtar koluna girdiği adamı köy odasına doğru götürdü. Sonra Demirci Osman Ağa’nın evinden bir tepsi yemek geldi. Çakıcı Ali Efe de gelince odaya anlaşıldı ki gelen büyük ve önemli birisi. Misafir ama hatırlı misafir… Epey bir zaman sonra Muhtar önde misafir peşinde çıktılar odadan. Odanın arka taraftaki alçak penceresinden olup biteni izleyen çocuklar ön kapıya dolandılar. Toplanan ihtiyarlar ile beraber, mektebin olduğu yere doğru yollandılar. Bugün neredeyse kimse bağa, bostana, çifte gitmemişti. Hatta Kuyupınar’a çamaşıra giden kadınlar bile okulun önünde bekleşiyordu. Herkes duymuş bu geleni, merak etmişti kimdir diye. Mektebin etrafında toplanan kalabalığa seslenmek için bir taşın üstüne çıktı muhtar. Hani kalabalık dedimse kırk elli kişi anca… Önce kırk yıllık siyasetçi edasıyla sesini ayarladı muhtar, sonra başladı nutuğa…

-Ey köylülem, size didiydim mektep açılınca örtmen göndercekle diye. Siz de el birlik imeceylen bu mektebi yaptınız. Bayaaa ugraşıvedik. Taş taş üstüne koyuvedik de bu mektep ortaya çıkıvedi. Şincik de iş örtmende… Bizden ne istese yapcez, bize ne dirse iki itmecez tamam mı? Evlatlamız yetişcek doktor olcek örtmen olcekle. Evlatları olanla yarından tezi yok, mektebe getircekle. Örtmen görcek bakcek mektebe gelcekleri deyvecek. Oldu mu?

Başta bizim iki kafadar olmak üzere herkes bir kez daha baktı bu genç öğretmene. Bir kurtuluş muydu bu köy için? Cahilliğimiz sona erecek diye bekledikleri öğretmenin bu kadar genç olmasını biraz garipsediler önce. Malum eskiden hoca dedikleri, epey yaşlı olur, görmüş geçirmiş insanlar olurdu. “Bu gencecik daha, kendisi de çocuk; bizim çocukları doktor, öğretmen mi yapacak şimdi” diye düşünüyorlardı. Bazıları inanmadı buna, elinin tersiyle hadi be sen de dediler. Bazılarıysa hemen sahiplendi, evinde yatacak yer gösterdiler, misafir etmek istediler. Ali Efe yanında küçümen oğluyla usulca yaklaştı, eğildi öğretmenin kulağına, oğlanı göstererek “Bizim oğlan da gelebilir mi mektebe?” dedi. Öğretmen: “Ufak daha o. Hele biraz daha büyüsün” denince gözleri doldu. Elinin tersiyle gözlerindeki nemi silip öğretmene:

– Öğretmen ben çok bekledim. Öğretmen gelmedi bizim buralara hiç, yaşımız geçti. Ta küçüklüğümde dedem belletti eski yazıyı biraz adımı yazcek kadar. Şimdi o da yok. Bastım mı narayı köyde herkes girecek delik arar, lakin benim içimde kalan bu mektep, isterim ki evladıma bari ışık olsun!

– Sen merak etme, elimden geleni yapacağım bu köyün çocukları için, seninki de vakti gelince burada yerini alır. Gelecekte güzel yerlere gelirler eminim. Yeter ki siz böyle okuyanın ardında durun.

İlk mektebin açılışına böyle şahit oldu bizim iki kafadar. Üç yıl mektebin yapılacağı hayaliyle yaşadılar. Muhtar biz okulu yaparsak devlet bize de öğretmen gönderir dese de kimse okul yapmaya yanaşmıyordu. Ta ki bir gün Ali Efe, köy meydanında meşhur haykırışını yapana kadar. O gün atını şahlandırıp meydan okudu köye: “Bu mektep yapılacak! Herkes elinden geleni yapacak, yapmayanın elimden çekeceği var!” Köylü hem Ali Efe’yi sever hem de ondan korkardı. Önceleri kimseye karışmayan bir ailenin, başına gelenlere başkaldırışının sembolüydü Ali Efe. Hapislerde çok yatmış, cahilliğin cezasını çok çekmiş, astığı astık kestiği kestik biri haline gelse de köyde okul olmadığından  okuyamamanın acısını çok çekmiş biriydi. Onun bu seslenişi köyü harekete geçirmiş, üç senedir lafla eğlenilen mektep bir iki ayda vücut bulmuştu. Hem de bu yoklukta… Çakıcıların Ahmet’le Hacıahmetlerin Süleyman, bizzat yardım ettikleri mektebin gün gün yükselişini, köylünün canla başla çalıştığını gözleriyle görmüşlerdi. Demek ki mektep önemli bir şeydi. İki sene olmuştu okul olalı ama öğretmensiz bir işe yaramıyordu. Acısu deresinde yüzdükten sonra kayaların üzerine uzanıp kurdukları hayal gerçekleşiyordu; bir gün okuldaki mektebe öğretmen gelecek, bunları okula yazacak, tek tek okuma yazmayı öğretecekti. İşte geldi. Okul, öğretmen hepsi tamam. İçlerini tatlı bir telaş sardı. Yaklaşık elli kadar öğrenci okulun yolunu tutacaktı. Kiminin yaşı geçmek üzereydi kimininse henüz erken. Eskiden Kızılçukur’a gidilirdi okumaya, gitmek zor olunca da gönderilmezdi. Giden olmadı pek. Yakındaki Nusretler köyünden öğrenciler de bu okula gelecekti. Onlara da haber salındı. Köyden hamarat birkaç kadın köydeki okulu bir günde temizlediler. Ardından tahtadan birkaç sıra yapıldı. Sınıfın tahtası da çakıldı duvara. Biri odun sobası buldu getirdi, diğerleri üç beş odun. Biri Merdivenleri düzeltti, öbürü bacayı… Öğretmen de getirdiği tahta bavulu açtı. Tahta bavuldan elbise çamaşır çıkacağı sanılırken bavulun hep kitap, defter, kalem dolu olduğuna şahit oldular. Eline aldığı kara bir tahtaya, tahta bavulundan çıkardığı tebeşir ile okulun adını bir güzel yazıp giriş kapısının üstüne astı: ARTIRANLAR KÖYÜ İLKMEKTEBİ.

Heyecan ile geçen gecenin ardından sabah Ahmet, ablaları Ayşe ve Arife’yle evden çıkıp okula yöneldiler. Münevver küçüktü daha, Abisi Halil de okula gitmemek konusunda biraz diretince babası onu demirci dükkânına götürdü. Onun kaderi de bu demirci dükkânında şekillenecekti. Okula vardıklarında öğretmen kapıda gelenleri karşılıyor, diz çökerek ellerini tutup içeriye davet ediyordu. Bazılarını sen biraz büyü öyle gel diyerek eve gönderiyordu. Süleyman utana sıkala kapının önüne geldi. Boyu epeyce uzundu. Öğretmen “Hoş geldin geç bakalım.” deyince dünyalar onun oldu adeta. Hemen Ahmet’e, “Ne oldu bak, beni de aldılar mektebe!” dercesine bir bakış atıp göz kırptı.

Emine o gün usulca sınıfın bir köşesine geçip gelenleri seyrediyordu. Bu öğretmen neden daha önce gelmedi ki, baksana okula gelen herkes mutlu, yüzler gülüyor. Kapıdan giren herkes, oturacak bir yer arıyor, üçerli dörderli tahta sıralara yerleşiyordu. Sonradan gelenlere yer kalmayınca yere bağdaş kurup oturuverdiler. Dün öğretmen söyleyince geceleyin analar sabaha kara önlükleri dikmişti kimine; kimininse üzerinde yamalı kazaklar, kolları eskimiş gömlekler, düğün dernek olunca giydikleri bacakları artık kısa gelen pantolonlar vardı. Herkes heyecanlı hevesliydi. Halil Şahin öğretmenin yüzünde bir tebessüm belirdi. Bu tebessüme gizlenen bir merak… Her şeyin başlangıcı işte buydu aslında: merak! Acaba bize ne öğretecek ne verecek diye içten duyulan merak, sınıfı öğrenmeye açık bir macera tüneline çevirmişti. Evden çıkarken tembihlenen çocuklar sessizce öğretmenlerini dinliyor, canla başla dediklerini yapmaya çalışıyorlardı. Tam bu sırada dışarıdan bir beygir sesi duyuldu. Ali Efe’ydi bu gelen. Artık herkes bilirdi; o gelince odadakiler ayağa kalkar, köylü selam vermeden geçmezdi. Ahmet de büyük amcası olduğundan ona hayranlık duyardı. Şimdi okula girdiğindeki hali ise garip geldi Ahmet’e. Usulca başındaki şapkasını eline almış, öğretmenden izin istercesine bir hal… Öğretmen yerinden kalkıp buyur deyince:

-Muallim bey biz birkaç tahtadan üç beş oturakla sıra yaptık onları getirdik müsaaden olursa sınıfa koyalım.

Bu masum isteğin ardından dün gece sabaha kadar bahçeden gelen çekiç seslerinin hikmetini anladı Ahmet. Evlerinin arka bahçesinde Ali Efe ile birlikte çilingir sofrası kuran ağalar, dün gece mektep için sıra yapmaya gayret etmişler ve sınıfa girince yer bulamayıp bağdaş kuran çocukları da sevindirmişlerdi. Öğretmen teşekkür edince “Size kolay gelsin.” diyerek tam sınıftan çıkarken Ali Efe’nin duvardaki resim dikkatini çekti. “Bu Mustafa Kemal’dir değil mi?” dedi öğretmene. Öğretmen hayretle “Evet” deyince Ali Efe, çocuklara dönerek:

-Çocuklar bakın bu büyük adam gibi okuyun, devlete millete faydanız dokunsun emi? Onun ışığından gidin, onun gibi kendinizi yetiştirin. Ona olan sevginiz sizi vatan sevgisine götürür. Vatanını en çok seven işini en güzel yapandır. Siz de talebeliğinizi en güzel şekilde yapın.

Bu sözlerden sonra gözyaşları görülmesin diye hızla dışarı çıktı, atına binip hızla uzaklaştı. O günden sonra köyde hiçbir şey aynı olmadı. Öğretmen okuma yazmayı, saymayı ve en önemlisi insan olmayı öğretti herkese. Hem çocuklara, hem köylüye… Bazen bir yazıda, şiirde bahsetti Vatan sevgisinden; bazen bir şarkı oldu, bir marş oldu Kızılcıklı’ya giderken söylenen… Bazen Cumhuriyet sevdasını anlattı öğretmen, bazen mevsimleri, dünyayı, insan vücudunu… Tüm anlatılanlar, tüm keşfedilenler hep bir tahta bavuldan çıkan küçük nesnelerle başladı. Bir tebeşir tahtada yazdıkça, bir poster duvarda yerini aldıkça, fişler ipe asıldıkça öğrenme macerası daha da ilerledi. Merak daha da arttı. Sınıf kalabalıktı, Ahmet, Emine, İsmail, Mehmet, gibi yaşında girenlerle birlikte, iki yaş, üç yaş, hatta dört yaş büyükler de vardı aralarında ama artık hepsi bu köyün ilk okul gören öğrencileri oldular. Aynı zamanda ilk mezunları.

Aradan geçen zamanda her ne kadar güzel şeyler yaşansa da, okula düşmanlık edenler de oldu. Ama öğretmen, kimseden esirgemediği tebessümü ile buzları eritti. Çocukların hayvanları kadar kıymeti olmadığı bazı aileler bile eğitimin değerini bu tebessüm ile öğrendi. Köyün çobanı bile köyden çıkmadan mektebe hayran gözlerle bakıp geçer oldu. Küçük bir tarla sınırı yüzünden birbirlerini vuranların, çocuklarının okulda aynı sırada oturduğunu görünce kalpleri yumuşadı. Kırgınlıklar çekişmeler son buldu.

Birkaç taşın üst üste konulmasıyla başlayan bu eğitim yolculuğu, bugüne kadar devam etti. Anadolu’nun bu ücra yerinde bir öğretmen tahta bavulunun içindekilerle köyün kaderini değiştirdi. Bugün bu satırları yazmak da o küçük okulun ilk öğrencilerinden biri olan Ahmet öğretmenin, öğretmen oğluna nasip oldu. Karanlıklar bir tahta bavul ile dağılırken köyde, aydınlık sabahlara uyanıyordu herkes.

Gün yeniden doğuyordu. Usul usul yükselen güneş, sanki yeni alınan oyuncağını arkadaşlarına göstermek isteyen çocuk gibi, ışıklarını göstermek için acele ediyordu. Günün ilk ışıklarıyla birlikte hayvanları çobana teslim eden Ahmet ile Süleyman, okul karalıklarını giyip, beyaz yakalarını takarak evden çıktılar. Bizim iki kafadar yine dede denilen tepedeki mevkiden aşağıya bakarken birbirlerine takıldılar.

– Len sadıç, her şeyi öğrendin de şu dilini bi değiştiremedin.

– Nolcemiş olum, hem sen kendine bak. Öğretmen azıcık kabak başını okşadı diye kendini öğretmen sanma başladın.

– Napam olum? Çalışyoz biz dersimize, senin gibi şiir, türkü uğraşmeyoz ya.

– Beri bak bi, sana yeni şiirimi okuyuveren de dine!

– Oku bakem len sadıç ben öğretmen olcen de sen de şair olcen yalım.

– Şşşşş sadıç. Ortaokula da gitcez de mi len!

– Gitcez tabi olum. Bundan sonra okumadan olmaz gali. Hem bakasın liseyi de bitiriveririz. De mi len sadıç?

– İyi dedin de sadıç, okula geç galdık valla, hadi hadi eylenme.

İki genç yokuştan aşağı doğru hızla inerken zaman hızla akıyor… Biri köye ışık olmak için elektrikçiliğe merak sarıyor, diğeri köyün ilk öğretmenliğine aday olmanın lezzetini tadıyordu. Ve zaman hızla akıyordu.

Osman Said DEMİRYILMAZ


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir