
Nefes nefese, yüreğim ağzımda, örtünün altında debelenerek uyanıp saati yokladım: 10.25. Kapı aralıksız bir şekilde yumruk veya tekmeyle dövülüyordu. Örtüyü hızla üzerimden attım. Ter içinde kalmış bedenim serin havayla ürperdi. Terliklerimi giymek isterken sendeleyince kapının ardındakine ağız dolusu küfürler savurdum. Odamdan çıkınca annemin kapısının hâlâ kapalı olduğunu görünce içim biraz olsun ferahladı. Hasta kadın sonuçta. Merdivenleri ikişer ikişer inip holde koşuşturarak her darbede delice titreyen ve büyük gürültü çıkartan kapının tokmağına uzandım. Kapının ardında; elinde devasa gümüş bir orak tutan, boylu boyunca siyaha bürünmüş, başında kukuletası ile Azrail duruyordu. Garipseyip korkmuştum çünkü kim olduğu aşikârdı. Dedikleri kadar varmış. Bu ondan başkası olamazdı. Ama böyle kapıyı çalarak geldiğini de bilmiyordum. Dilim dönmedi, korkum soğuk terlerle dışarı yansımaya başladı. Benim için mi geldi, diye düşündüm.
“Evet, senin için.” diye cevapladı. Sesi görüntüsüne göre oldukça sakinleştiriciydi. İstemeden birkaç adım geriledim. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum. Kaçsam kurtulamam, kapıyı kapatırsam da ayıp olur. İçeri buyur etmek gerekirdi.
“Şey… ııı.. Bu… Buyrun içeri geçin.” diye çözüldü dilim.
Holden geçerken vestiyerdeki aynanın önünde durup bir süre kendine baktı. Yüzü zifiri karanlık olduğu için bir şey seçemiyordum. Belki de gülümsüyordur. Yürüyüşü nizami ve oldukça sakindi. Salona geçerken çevreyi kolaçan ettiğini anlayabiliyordum. Duvardaki aile fotoğraflarına baktı, fotoğraftakileri bir yerden gözü ısırıyormuş gibiydi. Fransız balkonunun iki yanına çapraz bir açıda konumlanmış kitaplıktaki biblolarda göz gezdirdi. Biblolardan küçük, kanatlı bir meleğe dikkat kesti. Belki o an, insanoğlunun melekleri neden bu şekilde tasavvur ettiğini anlamsız bulmuştu. Belki de kendinde var olabilecek bir kanadın hayalini kuruyordu. İşaret parmağını uzatınca biblo pat diye tuzla buz oldu. Sükûnetim hızla yerini yeniden soğuk terler eşliğinde tedirginlik ve korkuya bırakmıştı. Dini bütün bir insan değildim. Ölüm meleklerinin soracağı soruları da kestiremiyorum. Belki de bana alışagelmişin dışında sorular soracaklardı. Beni neyin beklediğini biliyor gibiydim ama tam olarak da emin olamıyordum. Sorsanız, bir surenin sonunu da getiremeyebilirim. Ölmüşlere okunacak bir Fatiha’m var o kadar. Fakat karşımda oturan Azrail’e bakınca aklımdaki düşüncelerin hiçbir önemi kalmıyor. Odada göz gezdirirken annemin zigon sehpada bıraktığı Kur-an’ı görünce bir ruh içime huzur busesi kondurmuş gibi huzurlu hissetim. Bu hissiyat Azrail’in tekli koltuğa oturmasıyla uçup gitti.
Salonun kapısında çakılı kalmıştım. Ne ilerleyebiliyor ne de geri kaçabiliyordum. Yer yarılsa içine bodoslama dalabilirdim.
“Hemen mi gitmemiz gerekiyor?” diye sordum.
“Hemen.” diye otoriter bir sesle cevap verdi.
Dudaklarım kurudu, dilimle çatlamış dudaklarımı nemlendirmek istedim ama dilimin dudaklarımdan pek de uzak kalır bir yanı kalmamıştı.
“Biraz sonra gitsek olmaz mı? Hem annem hasta, en azından yukarı gidip son kez bir görseydim.”
Tedirginliğimi seziyor, içimdekileri görüyordu muhtemelen. Acımak, merhamet etmek onun yaratılışında yoktu belki ama düşünürcesine duraksadığını görebiliyordum. Sağa sola bakındı, gözü zigon sehpadaki Kur-an’a takıldı. İç geçirip o sakinleştirici sesinden eser kalmayan, korkuya dair tüm duyguları kabartan bir tonda “Zaman dolmak üzere. Çabuk ol!” diye karşılık verdi.
Merdivenlere doğru ilk adımımı atar atmaz, insanın ölüm anında hayatının film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği anı yaşadım. Babam vücudunda derin ıstıraplar yaşatan bir hastalığa yenik düşmüştü. O an yüzünde beliren gülümseyişteki ölüm tedirginliğini şimdi kendi dudaklarımda hissedebiliyordum.Babam, tedavi için gittiği büyük şehirdeki bir hastanede sabaha karşı, makinalardan çıkan ritmik, rahatsız edici seslerin kulağını çınlattığı, hasta kokusunun sindiği bir odada tavandaki LED ışıklardan başka bir şey göremeden yitip gitti. Kim bilir neler düşlemişti. Evinde, sıcak yatağında yatarken sevdiklerinin umutlu ve biraz da tedirgin bakışları eşliğinde bir ölümün lükse kaçtığı bir zaman aralığındaydık artık. Bunun için kendimi şanslı hissedebilir miydim acaba? Salonda oturan Azrail’i hatırlayınca şansın pek bir öneminin olmadığına kanaat getirdim.
Ağabeyim arayıp “Babayı sabaha karşı kaybettik. Biraz sonra yola çıkarız. Bizimkilere haberi sen verirsin.” diyerek bu ağır sorumluluğu bana yükledi. Babamın durumu malumdu. Doktorlar ümitli konuşmuyor, her şeye hazırlıklı olmamız gerektiğini söylüyorlardı. Ölüme nasıl bir hazırlık yapılabilirdi ki? Ölüm ne kadar göz göre göre geliyor olsa bile insan hazırlıksız yakalanıyor. Telefonu kapatınca olduğum yerde küçüldüm. Bulunduğum oda mı gözümde büyümüştü yoksa ben mi gittikçe küçülüyordum, anlam veremedim. Babamın ölüm haberini anneme nasıl vereceğim telaşı ile babamın bir daha var olamayacağı gerçeği arasında bocalıyordum.
Şimdi ise annemin yanına varıp elini tutarak yanağına son bir öpücük kondurup kendi ölüm haberimi mi verecektim? Bundan sonra olmayacağımı, artık başının çaresine bakması gerektiğini nasıl söyleyebilirdim ki? Üstelik onca yıl geçmesine rağmen babamın ölüm haberini verdiğim günün acısı bile hâlâ tazeydi.
Annem mutfakta kışlık erzakları hazırlamakla meşguldü. Sırtı bana dönüktü. Pek konuşkan biri değildi. Ne varsa içine atar, pek de dışarıya yansıtmazdı. Bunca yılın kederi, sevinci, acısı, kahkahası kısacası hayata dair ne varsa içinde biriktirip susmuştu. Geldiğimi duymuş olacak ki dönüp nemli gözlerime baktı. Bir şey diyemeyişimin altındaki sebebi anladı. Olduğu yere diz çöküp uzun uzun ağlayıp ağıtlar yaktı. Evin pencerelerinden sokağa, kapısından komşulara uzanan haykırışları duyan eş dost eve üşüştü. Kadınlar odalara doluşunca biz de avluya çıktık. Büyük amcam geldi. Gözü yaşlı, elleri titriyordu. Sarılıp ağlaştık kısa bir süre. Sonra metin olmam için öğütlerde bulundu.
“Cenaze yola çıktı mı?” diye sorunca afalladım.
Evet, babam ölmüştü ama bu kadar mı çabuk silinmişti yeryüzünden. “Amca ne diyorsun, ne cenazesi? O benim babam, senin ise kardeşin! Hani bir ismi vardı ya onun. Babamı gömmeden adını sanını mı gömdük?” diye içimden söylendiysem de bu söyleyiş dilime dökülemedi.
İşte bunca sene yaşamış olduğum hayatta, etrafımdaki insanların tek tek yitişlerini, geride kalanların yüreğinde açılan koca boşlukları dağlayan acıları görmeme rağmen her şey babamın ölümüyle bana sirayet etmeye başladı. Ölümün gerçekliğini, babamın isminin dahi kullanılmadan bir “cenaze”den ibaret kalmasıyla daha iyi idrak edebilmiştim.
Merdivenlere ilk adımımı attığımda, aklıma hasta haliyle yatağında kıvrılıp yatan annem geldi. Biraz sonra öleceğim ve annem bu hayattaki yegâne dayanağını kaybetmiş, yaşlı ve hasta bir kadın olarak hayatına devam edecekti. Peki devam edebilecek miydi? Abimler bir süre bakarlar sonra da belki bir bakım evine yerleştirirlerdi. En azından yaşıyor olurdu. Peki ya ben? Birazdan varoluşun yegâne gerçekliği olan ölüme teslim olacaktım. İçimde tarifi imkânsız bir korku, hayata dair şimdiden derin bir özlem vardı. Geriye baktığımda ne yaşamıştım ki? Hayatım ertelemek üzerine bir paradokstan ibaretti. Daha iyi bir geleceği inşa etmek adına her şeyi erteledim. Evlenmedim, hayalini kurduğum şehirleri gezemedim, heves ettiğim her şeyin kursağımda kalıp büyümesini izledim. Ve şimdi de her şeyi kamburuna sırtlamış, içi kuşku sarmaşıklarıyla kaplanmış bir adam olarak gitmek üzereyim. Bir kaçış olsa diyorum, zamanı bükebilsem veyahut sıyrılsam şu evden, atsam kendimi sokaklara, kimseler bulamasa izimi. Azrail içeride, nereye gidiyorsun! Öyleyse fırsat varken annemi son bir kez göreyim. Belki de ölümümün ağırlığı şimdiye dek göğsüne oturan tüm acılara eşlik edip vücuduna hastalıklı bir leke olarak oturacaktı. Peki ya iki ayağına yükleyemediği vücudu bunca acıya daha ne kadar dayanabilirdi? Gerçi, yaşama içgüdüsü her zorluğu yenerdi. Ölüm, uç noktalarda gezmedikçe arzu edilecek bir şey değildi.
Açık olan pencerelerden birinden içeriye serinletici bir nane kokusu sindi. Zamanın bir gölge gibi ardımdan gelip önümü kesebileceğini fark edince merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladım. Nihayet nefes nefese annemin odasının önüne geldim. Koridorun sonundaki oval pencerenin aralığından içeriye serin bir hava ve merdivenlerdekine göre daha keskin bir nane kokusu geliyordu. Birden içimden pencereden dışarıyı etraflıca izleme isteği uyandı. Fakat zaman yoktu. Bunca güzellik elimizin altındayken başımızı çevirip koca beton yığınlarına tıkılıp kalıyorduk. Sonra en zamansız anlarda yakıp yıktığımız güzellikleri düşlüyorduk.
Benim için artık zaman, fanusundan sıyrılıp ölümün oluklarına doğru süzülüyordu. Kafamdaki düşünceleri bir kenara atıp kapı koluna uzandım. Kapı açılır açmaz Azrail tüm heybetiyle, ilk gördüğüm halinden çok daha ürkütücü ve sert bir şekilde ellerini boğazıma kenetleyerek fısıldadı:
“Gidiyoruz!”
Nefes nefese, yüreğim ağzımda, örtünün altında debelenerek uyanıp saati yokladım: 10.25. Kapı kesintisiz bir şekilde yumruk veya tekmeyle dövülüyordu. Gördüğüm rüyanın tesiriyle titreyip koşar adım kapıyı açtım. Kapının ardında; elinde devasa gümüş bir orak tutan, boylu boyunca siyaha bürünmüş, başında kukuletası ile Azrail duruyordu.
Ferhat BİRLİK
Tebrikler.
Teşekkürler abi.
Öykü ve seslendirme ikisi de çok güzel tebrikler
Teşekkür ederim.