Bir Anne, Bir Adam, Bir Aşk


Gecenin zifiri karanlığında uyanmıştım her gece olduğu gibi. Saat dört sularıydı. Sessizliği delerek odamın penceresine vuran yağmur damlalarının senfonisini dinledim önce… Yağmur damlaları kulaklarımı sağır edercesine onunla yaşadığımız o kısacık anları gözümün önüne getirdi. Dün ve iş yerime geldiği her gün çok üzgün görünüyordu. Yüzünden düşen bin parçayı toplayıp hepsini teker teker yerlerine yapıştırmak istedim; asla eskisi gibi olamayacağını bildiğim halde… Mutlu olmayı o kadar hak ediyordu ki! Çocukken yediğim ve hala çok sevdiğim eti puf yumuşaklığında kocaman bir kalbi vardı belli ki! Hiç tanımasam da öyle hissediyordum. Dışı paramparça olsa da ya da o dışına parça parça duvarlar örüp kapatmaya çalışsa da alttan kendini ele veriyordu yüreğinin nahifliği çünkü kalbi güzel olan insanların yüz ifadeleri de aydınlık olur.

Acaba mutsuz muydu, yoksa âşık mı? Yoksa her ikisi de mi? Âşık olan bulutların üstünde yürümez miydi? O yerin dibindeydi sanki… Karşılıksızsa eğer sevgi ya da karşıdaki doğru insan değilse yerin yedi kat dibinde de gezebilirdi insan. Kim bilir? Bunları düşünerek tekrar uykuya daldım.

Ertesi gün yine geldi. Ben gözlerimi dikmiş onu izlerken o kimseyle konuşmuyordu. Oldukça düşünceli bir ifade ile caddedeki insanları seyrediyordu. Üzerinde yine aynı, düzgün fiziğine yakışan, uzun, şık, siyah paltosu vardı. Zamana meydan okuyamayarak azalan siyah hafif kır saçları, her zamanki gibi yüzünün aydınlığını ortaya çıkaracak şekilde geriye taranmıştı. Bir ara kafasını kaldırıp bana baktı. Asyalılara özgü küçük ve çekik gözlerinden gözlerimi kaçırdım. Birine uzun süre baktığınızda karşınızdaki insan o an ne ile uğraşıyorsa uğraşsın kendine bakıldığını hisseder, sizi hiç görmese bile baktığınız noktaya bakar ya o da beni hissetmişti. Sobelendiğimi düşündüm. Yanına gelmek istedim sonra, ona olan ilgimle tüm yaralarını sarıp dermanı olmak… Yapamadım, bir türlü cesaret edemedim. Onu bir saniye bile aklımdan çıkaramıyordum. Hiç iletişim kurmamamıza rağmen gözlerindeki keder, beni ona doğru çekiyordu. İçim ona doğru çekiliyordu… Gelip tek başına düşüncelere dalarak kahve içtiği bir saati iple çeker olmuştum. Peki ya o neden her gün buraya geliyordu ve hiç konuşmadan gidiyordu? Ah bir bilebilsem? Rüyamda birlikteydik. Hayatımda daha güzel bir rüya görmemiştim. Ertesi gün yine çalıştığım iş yerine geldi. Bu sefer rüyamın da etkisiyle cesaretimi topladım ve yanına gittim: “Kahve alır mısınız, Bayım?” dedim. “Tabii her zamankinden” dedi. İlk defa gözlerimiz buluştu. Gözlerindeki kederde boğuldum. Kahvesini getirdim. Bu defa caddeyi seyretmeyi bırakıp kahvesinden bir yudum bile almadan cebinden bir kâğıt ve kalem çıkararak bir şeyler yazmaya başladı. Durmadan yazıyordu, soluk almıyordu sanki. Sonra bir ara durup pencereden dikkatlice dışarıya baktı, kâğıda yazmaya devam etti. Cebinden bir şey daha çıkardı. Bu bir yüzüğe benziyordu, gözlerimi açtım merakla ne olduğunu anlamaya çalıştım. Evet, zümrüt yeşili eski bir yüzüktü bu. Yazmayı bitirip cebinden bir zarf çıkardı. Kâğıdı ve yüzüğü zarfın içine koydu. Ben onu merakla izlerken birden kafasını kaldırıp bana baktı, kalbim dörtnala koşmaya başlarken onu izlediğimi fark etmesin diye hemen kafamı çevirdim. “Bakar mısınız?” diye bir ses duydum. Allah’ım bana sesleniyordu! Eliyle : “Gelir misiniz?” diye işaret bile yapmıştı. Koştum, hemen,”Buyurun,” dedim. Sevincimi yüzümün kızarıklığından olsa gerek anladı ki hafifçe gülümsedi. İlk defa gülümsedi. “Adım Hakan, buraya sarışın uzun boylu, boynunda melek dövmesi olan bir kadın gelecek bu zarfı ona vermenizi istiyorum, benim için çok önemli. Sizi bulmasını ona söyleyeceğim. Lütfen, benim için bunu yapar mısınız?” dedi. Şaşkın bir şekilde: “Tabii ki!” dedim. “Merak etmeyin.” “Çok teşekkür ederim, ne zaman gelir bilmiyorum belki de gelmez… Yıllar da geçse bu zarfı kaybetmeyin olur mu?” dedi. “Tamam” dedim. Hesabı ödedi ve gitti. Bunun onu son görüşüm olacağını bilemezdim. Bir yıldır her gün gelen adam o günden sonra hiç gelmedi. Artık sadece rüyamda görüyordum onu. Bir gece adam uçurumdan yuvarlanırken soluk soluğa uyandım. Çok korkmuştum. Elimi, yüzümü yıkadım. Artık dayanamayacaktım o zarfta ne yazdığını, adama ne olduğunu, geceleri beni uykusuz bırakan merakımı gidermeliydim. Bu davranışımın ne kadar yanlış olduğunu bilsem de dayanamayıp zarfı açtım. Açar açmaz zümrüt yeşili yüzük düştü yere. Yerden aldım ve kâğıdı okumaya başladım: 

” Sevgilim, sana her gün mail yazdım, bir tanesini bile okumadığını bildiğim halde… Sanırım ev adresini, telefon numaranı değiştirdiğin gibi mail adresini de değiştirdin. Her saat “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor,” sesini dinledim ve sesli mesaj bıraktım sana hiç bakmayacağını bildiğim halde ve her gün hiç usanmadan seninle ilk buluştuğumuz, ilk defa ellerine dokunduğum kafeye geldim, oturdum. Belki bir gün gelirsin diye… Ve bu mektubu okuduğuna göre sonunda buradasın. Şükürler olsun! Beni unutmadığını biliyorum artık, iyi ki geldin. Sana anlatmama hiçbir zaman müsaade etmedin. Sana evlenme teklif edeceğim gün, benim annem öldü… Haberini alır almaz Amerika’ya kardeşimin ve ailemin yanına gittim. Annem, biliyorsun seni tercih ettim ve onlarla Amerika’ya gitmedim diye yıllardır benimle konuşmuyordu. Yıllardır küs olmanın vermiş olduğu özlem ve vicdan azabıyla çok uzun süre kendime gelemedim ben… Hiçbir şey düşünmez oldum. O ölmeden önce yanımda olmasa da oralarda bir yerlerde olduğunu biliyordum, konuşmasak da… Şimdi tamamen yok olmuştu, onsuz yıllarıma yandım, pişmanlıktan kavruldum… Sana, kendime kızdım. O dönem seni görmek bana annemi hatırlatacağından aramalarını cevapsız bırakmıştım. Her şeyi yanlış yapmıştım. O zaman seni tercih etmiştim, şimdi sıra annemdeydi. O yüzden bir süre aramalarına cevap vermedim. Sonra düşündüm, artık annem yoktu… Annesini küçük yaşta kaybetmiş biri olarak beni en iyi sen anlardın ve seni özleyince sana ulaşmaya çalıştım ama uzun zaman geçtiğinden haklı olarak evlenme arifesinde seni terk ettiğimi düşündün. Maillerini okumayacağını bildiğim halde umudumu hiç kaybetmedim. Belki okur da gelirsin diye her gün kafemize geldim ama artık yoruldum tüm çabalarım boşuna biliyorum, bu mektup da boşuna ama yine de umut etmek güzeldir. Artık sensiz olmaya alıştıracağım kendimi ve yokluğunu kabul edeceğim, sen mutlu ol da… Annemi söyleyemediklerimle kaybettim, sana söyleyemediklerimle gitmek istemedim ve bu mektubu yazmaya karar verdim. Geldin ve mailde söylediğim tarçın saçlı kızdan mektubumu alıp okuyorsun ya artık huzura erebilirim çünkü senden vazgeçmediğimi biliyorsun artık. Şunu unutma: Seni hep sevdim, merak ettim, yaşadığımız güzel anları kanıma işlemesi için içeceğim suya anlattım, içtikçe sana susadım. Hani birlikte izlediğimiz bir film vardı ya sen omzumda ağlamıştın. Vefat eden sahibinin bir gün geleceğine inanarak tanıştıkları yerde ölene kadar bekleyen “Hachiko” gibi hiç bıkmadan seni bekledim. Sevgilim, bu bir veda değil kavuşma olsun ne olur! Çok üzgünüm beni affet! Unutmadan mektuptaki yüzük, annemin yüzüğü… Bir gün gelirsen diye her gün cebimde sakladım. Geldin, yüzük elinde şimdi… Geç oldu ama BENİMLE EVLENİR MİSİN? Bu yüzüğü takarak Ağva’daki evimize gelir misin? Umarım gelirsin… Son nefesimi verene kadar seninle o evde yaşlanmak istiyorum. SENİ SEVİYORUM…

Titreyen ellerimle mektubu ve yüzüğü zarfın içine koydum… Âşık olduğum adam demek ki bu yüzden hiç bana bakmıyordu. Kendime, adama, annesine, anneme, kadına ağlıyordum. Yağmur damlaları bu sefer penceremin camını şiddetle dövüyordu… 

İki ay geçmişti… Ben artık her gün, sarışın uzun boylu bir kadının kapıdan içeri girip beni sormasını bekledim, gelmedi… Keşke gelse dedim… Düşündüm… Ne kadar yargısız infazlarla doluydu ömrümüz… Dışımıza geçirdiğimiz maskelerden içimizde olup biteni göremiyorduk. Dinlemeden çok kolay yargılıyorduk birbirimizi… Adamın kafeye gelen arkadaşlarından duyduklarıma şahit olana kadar kendimin bile ön yargıda bulunduğunu bilmiyordum!..

Adamın Ağva’daki evinin balkonundan, hayata hep geç kalmasının verdiği hüzün ve pişmanlıkla akıttığı gözyaşlarının, yağmur damlalarına karışarak sevdiği kadının mezarında, bir çiçek olarak açtığını o zaman anladım…

Aslı GÖKMEN


Like it? Share with your friends!

Aslı Gökmen
“İnsan, kalbinde yaşadıklarını bir kitap gibi gözlerinde taşır ve bir insanı tanımak, kitabını okumak ile başlar.” Türkçe öğretmeni ve yazarımsı.

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir