Boşluğa Yazılan Mektup III


Sevgili 95,

Mektubun elime geçince önce şaşırdım, sonra da kavradığım bu zarfın ağırlığını hissettim. Kaç defa okudum bilmiyorum. Çünkü tereddütteydim. Bu mektubu kendim yazıp kendime postalamış olma ihtimalini düşünerek cümlelerini hazmederek okudum. Hayır; bu yaşantı, bu kelimeler, bu cümleler benim kalemimin yansıması değildi.

Teşekkür ederim. Açıkçası bu mektubu beklemiyordum. Çünkü insanoğlu çok daha önemli işlerle uğraşa dursun, mektup kutusuna gelen aptalca bir zarfı okuyup bunu ne kadar ciddiye alırdı? Neydi çok daha önemli işleri? Sevmediği insanlarla sevmediği iş yerlerinde sevmediği işlerle uğraşmayı hayat mücadelesi bilip varoluşunu iki bina arasına sıkıştırması mı? Tanrı insanı iki bina arasında mekik dokumak için mi yarattı? Hayatı bu kadar basite mi alıyoruz yoksa hayat gerçekten bu kadar basit mi? Aslına bakılırsa benim de hiçbirinden geri kalır yanım yok. Ben de herkes gibiyim. Herkes ben gibi. Herkes herkes gibi.

İnsan çocukluğuna saplı kalıp kendi olmaktan uzaklaşır mı bilmiyorum ama sadece uyurken kendimiz olabiliyor, sadece uyurken huzurlu hissediyoruz. Uykunun ve rüyanın gizemine hep hayran kalmışımdır. Okuduğum kitaplarda söz edilen rüyaların katmanlarından birine tıkılıp kalmak istemişimdir hep. Ne de olsa uyku; ölüm ve yaşamın arafından başka bir şey değildi. Araftayım. Görebildiği hiçbir şeye müdahil olamayıp sadece izlemekle yetinen.

Uzun zamandır kapımın önündeki paspasta bir tek ayakkabının izi var. İnsanlığın yalnızlığı bundan ibaret. Bir çift ayakkabının tabanından zemine işleyen çamur izi. Odalarda sararmaya yüz tutmuş nevresim takımları, yeri ve kanalı değişmeyen bir televizyon, hiç aydınlanılmayan koridorların sonuna sığıştırılan küçük ve boş odalar. Bu küçük ve boş odalardan birine girip havalandırmak için pencereyi açarken dengemi kaybedip düşerek ölme korkusu içimi kemirir yerli yersiz. Ya da yatağımda uykuyu beklerken bir daha uyanamayacağım bir rüyada kendimi bulma korkusu.  Acaba cesedimin kokup komşuların bu belirsiz iğrenç kokuyu polislere şikâyet ederek beni sinek yığının altında bulunması kaç gün sürecekti? Saat? Gün? Ay? Belki de yıllar? Hedviga Golik, yalnız kaldığı evde sıradan bir gün gene televizyonun karşısındaki tekli koltuğuna oturdu. Kim bilir aklında neler vardı. Belki sadece gece izleyeceği dizinin yeni bölümünün merakı içerisindeydi. Belki de birkaç saat kalkıp kısa bir yürüyüşü de düşünmüştü. Ama Hedviga’nın o koltuktan kalkması, daha doğrusu kaldırılması tam 42 yıl sürdü. 42 yıl boyunca kapısı çalınmamış, insanlar varlığını ve yokluğunu zerre umursamamıştı. Hedviga hiç yaşamamış gibi ölmüştü. Ve çoğumuz da hiç yaşamamış gibi öleceğiz.

İnsan bir şeyleri parçalama arzusundadır. Bu çoğu zaman bir araba, bir koltuk takımı veya genlikle bir insan olur. Mesela üst katta oturan üç beş serseriye karşı içimde alevlenen o arzu. Bir internet sitesinde okuduğum öykülerin birinde “Bir insana en iyi gelen şey gene bir insandır.” cümlesini değiştirme gereği duyuyorum. Bunun tersi bana daha makul geliyor. “Bir insana en kötü gelen şey gene bir insandır.” İnsan, insanı öldürmekle mi mükellefti bilmiyorum ama bunu kutsal kitaplardaki emirlerin üstünde tutuğu kesin. Hayatın yegâne amacı öldürmekti. Yeryüzünü eşsiz bir cehenneme çevirdik. Ve bu cehennemin zebanilik görevini politikacılar üstlendi.

Ölüm acısının panzehiriydi unutmak. Bu panzehiri belki de Kâbil, Hâbil’i öldürdüğü gün hazırladı. O günden beri işler yolunda gitmiyor zaten. Bundan sonra da gideceğini sanmıyorum. Umurumda da değil. Hayat her zaman bir şeylere gebe ama mutluluğa gebe olmadığı kesin.

H.


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir