Boşluğa Yazılan Mektup


95’e…

Bu mektup ne bir itiraf ne de bir yardım çığlığıdır. Bu mektup boşluğa yazılan 94 karşılıksız mektuptan sonra 95. kez yazıldı. İnsanlar ya okuyup umursamadı ya da okuma gereği dahi duymadan yırtıp attı. Hatta belki de yırtmadan attı. 94 kişiye temennimi seninle de yineleyeyim sevgili 95. Umarım boşluğa yazılan bu mektup cevapsız kalmaz. Umarım boşluğum boşluğuna değer. Umarım yalnız değilimdir.

Kim olduğumun veya nereden geldiğimin bir önemi yok. Kimliklerimden sıyrılmamın üzerinden uzun zaman geçti. Doğarken anne rahminde bırakmış olabilirim. Doğduğumda nasıl biri olduğumu hatırlamıyorum. Küçüktüm o sıralar. Ama çocukluğum sanrılarla dolu bir rüyadan ibaretti. Babamın ölümünü hatırlıyorum. Gri bulutların kapladığı bir cuma günü ölmüştü. Babam öyle mübarek bir adam olduğundan böyle mübarek bir günde ölmedi. O kanıya varma sakın. Zaten bir günün ötekine üstünlüğüne de inanmadım hiçbir zaman. Sıradan bir gündü işte. Tüberkülozdan ölmüştü. Yani veremden. Babamın öksürük nöbetlerini, kaburgalarının sayılacak kadar eriyişini, kan tükürdüğünü hatırlıyorum hâlâ. O aciz durumda dahi gözünde ne merhamet ne yardım ister bakışlar vardı. Anlamsız ve karmaşık bakıyordu. Herkes gibi.

Mahalleli babamın hastalığını bildiğinden yanaşmadı bizim eve. Dışarıdan birkaç meraklı adam pencerelerin gerisinden şöyle bir bakıp yüzünü büzüştürdü. İmam efendi de cenazeyi yıkamaya yanaşmadı. Babam, gittiği rakı sofralarında sadık bir dost da edinmemişti. Ardından “Babam hep şöyle derdi” diyebileceğim bir özdeyiş dahi bırakmamıştı. Mahalleli hastalığın yayılacağı korkusuyla olsa gerek devlet yetkililerine haber vermişti. Beyaz önlüklü adamların denetiminde karantinaya alınmış, hastalığın bize bulaşıp bulaşmadığına dair tahlil sonuçlarını almak adına kolumuzda birkaç şırınga izi bırakmışlardı. Tahlillerden herhangi bir kötü sonuç çıkmamıştı. Karantina kaldırılır kaldırılmaz annem bilmediğim bir adamın koynunda soluğu aldı. Sanki yıllardır bu an için beklemişti. Sanki yıllardır bu an için yaşıyordu. Sanki bu anı yaşamak için doğmuştu. Sanki… Ev köşelerine konulan biblolardan farksızdım annemin gözünde. Belki de dahası, bilmiyorum. Annem gittikten sonra babamın öksürük nöbetleri geçirdiği gecekonduya tıkılmıştım. Kapı aralıklarından bana bakıp konuşan kadınlardan, kahvelerde derin iç çekerek beni yanına çağıran bıyıkları sigaradan sararmış yaşlı adamlardan, mahalle maçlarında bana piç muamelesi yapan çocuklardan kaçmak adına o gecekondudan çıkmama kararı almıştım. Üzerime kapatmıştım tüm kapıları. Benliğim kapalı kapılar ardındaydı.

Zaten ben bir çocukları sevmedim. Belki de en insan olduğumuz dönemdi çocukluk. Duyguları henüz maskelemeyi bilmediğimiz veya yeni yeni öğrendiğimiz acemilik yıllarıydı. Herkes ya siyah ya da beyazdı. Herkesin çizgisi az çok belirgindi. Sonradan o çizgileri silip yeniden şekillendirmeyi öğrendik. Bu yüzdendir ki insanın en insan olduğu dönemidir, çocukluk.

İşte böyle günlerde insanları garipsedim. Böyle zamanlarda avuçlarıma sığındım. Böyle zamanlarda gözlerim perdelerini indirdi. Sevgilerinden, sözlerinden, seslerinden ve en önemlisi varlıklarından uzaklaşmak istiyordum. O gecekondu açık bir mezardan farksızdı. Duvarların dili vardı. Duvar çatlaklarına işleyen anılar bir bir göğsüme biniyordu. Bu yüzdendi nefesimin daralması. Ellerimin uyuşması. Dudaklarımın kuruması. Duvar değil, anılar basıyordu insanı. Peki ya size de olmuyor mu?

Başlarda birkaç komşu yemek getiriyorlardı. “Yazık kimsesiz çocuktur.” diye acıdıklarından. Herhalde sevap limitlerini arttırdıktan sonra önemsemediler beni. Hiç kimse.

Oysa acımayı değil hissetmeyi öğrenmeliydik. Birbirimize acıdığımız için geçici duygular besliyoruz. Sofraya oturduğumuz vakit de unutuyoruz. Oysa hissetmek lavanta kokusu gibi siniyordu hücrelerimize her ana. Acımak ise uçucudur. İhtiyacımız olan şey saf bir hissiyat. Duru.

Kalakalmıştım bir başıma. Aylarca evden dışarıya adımımı atmadım. Bayatlamış ekmeklerle, bayatlamaya başlayan midemde ağrılar oluşmaya başlayınca çaresiz bir şekilde hastanenin yolunu tuttum. Her halinden bıkkınlık soluyan doktor dondurma çubuklarına benzettiğim tahta çubuğu dilime dayayıp ağzımda bir şeyleri kurcaladı. Karın ağrımın bayatlamış ekmeklerden olabileceğini fısıldadıysam da hiç oralı olmadı. Hâlbuki belki de birileriyle uzun zaman sonra ilk defa konuşacaktım. Belki de ilk defa biri dinleyecek söylediklerimi, diyerek heveslenmiştim. Hayır, önemsemekten söz etmiyorum. Sadece dinleyecekti. Ama boğazımda düğümlü heves asmalarına bir yenisi daha eklenmişti.

Çalarak, çırparak yeri geldi günlük işlerde çalışarak geçti günler. Çocukluğum sanrılarla dolu bir rüyadan ibaretti demiştim ya. Belki de hayatım öyleydi.

Yorgunum. Doğduğum günün yorgunluğu hâlâ üzerimde. Atamadım bir türlü. Elimde nereye gideceğimi dahi bilmediğim bir çantayla kalakalıyorum ortalıkta. Bindiğim dolmuşlarda cam kenarlarına sığınmıyorum. Ne yaşlı teyzelere yer vermemek adına uzaklara bakmak için ne de anıları depreştiren bitmeyen kalabalık yollarda taşan insanları, tezgâhları ve renkli vitrinleri izlemek için. Birilerine dokunup konuşmaktan kaçınıyorum. Artık hiç olmadığı kadar susuyorum. İnsan dili kabuğuna çekilince iç sesi çığlıklar atıyordu. Benim çığlıklarım tükendi. Hiç bilmediğim duraklarda indim. Boş sokaklarda kayboldum. Kendi çıkmazlarımda tıkılıp kaldım. Sormasınlar diye saat bile takmıyorum. Gerçi baba yadigârı bir saatim de yok. Ben de pek sevmem zaten taşımayı. Zamanı yönetebileceğimizi sanıyoruz. Oysa zamanı yaratıp tüketen gene bizleriz.

Tüketiyoruz, tükeniyoruz, tükeniyorum. Tükenmeden evvel umarım boşluğa yazacağın mektuba rastlarım.

 

Yazmak istersen adresi arka sayfada bulabilirsin.

H.

 


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir