Varoluş neden sancılıdır? İnsan olmak; yanında bir paket huzursuz, aksi, hayatı zaman zaman felç eden sorular yığını ile baş etmek anlamına mı gelir? Ya kafasını uzatan soruya derme çatma bir cevap uydurmak ve oluşan kısa süreli sessizlikte kafa dinlemek? Bu ağır sorumluluktan basitçe kaçmanın yöntemi değil midir? Pekâlâ öyle sanılabilir ancak kabul etmeliyiz ki bu yöntem de sorular var olmaya devam ettikçe başlı başına bir sancıya dönüşecektir. Ve insan, yanında getirdiği insanlık paketinde bu sancının mutlaka bulunmak durumunda olduğunu anlayacaktır.
Dertlerin en başında irade dışında başlanan dünya hayatını anlamlandırma gelir. İnsan bir birey olarak yalnızdır. Ama aynı zamanda kurulu bir düzende bir parça olarak doğduğundan diğerleriyle bağlantı halindedir. Bu bağlantıların doyuruculuğu, kişilere hissettirdikleriyle orantılı olarak değişir. Yalnızlığın aşılmasında tam da bu nokta, bütünle birleşiklik ve duygular devreye girer. Erich Fromm sevgiyi “İnsanın var olma sorununun çözüm yolu” olarak tanımlamıştır. Toplumda bu tanımı hayatına geçirmiş örnekler bulmak zor değildir. Sevgi gerçekten de var oluşa anlam katmanın en iyi yollarındandır. Mevlâna, insanın ideal benliğini kendi özüne dönüp Tanrı ile aşk ilişkisi kurularak oluşturulabileceğini düşünür. Bu ilahi aşkın temeli de beşerî aşk ile atılır. Yani sevgi hem insanı bütüne bağlamakla hem de onun ideal kendini bulmasına ön ayak olmakla varoluşa karşı kuvvetli bir dayanaktır. Ancak tek değildir. Kimisi için başarı, statü, refah, para gibi değerler daha kuvvetlidir; kimisi için ise dinler, ideolojiler ve felsefe.
Kişi ilk problemi bir şekilde aştığında karşısına hemen yenisi gelir: özgürlük. Bir anda gözlerini açtığı ve algılayabilmek için türlü türlü kitaplara, bilgelere başvurduğu bu evrende yaşamak; evet, artık anlamlıdır. Elinde olmayanı kabullenmiş, ilk aşamayı geçmiştir. Sırada elinde olanın sınırlarını keşfetmek ve onunla ne yapacağına karar vermek vardır. Sınırlar için uzaklara bakması da gerekli değildir. Zaten yalnızlığını aşmak için bütünleştiği toplumun faydasını gözeten kurallara riayet etmek, bireyin özgürlüğünden bir miktar fedakârlık yapması demektir. Buradaki denge iyi kurulmamışsa, birey hep veren konumundaysa tehlike ışıkları yanar, sancı pek yakındadır. Yahut dengede bir sorun yoksa ancak kişi sağlıklı düşünmüyorsa, henüz ilk aşamada topluma bağlılık konusunda eksik kalmışsa yine aynı rahatsızlık hissedilir. Böyle bir durumda sebebe dayalı çözümler pekâlâ bulunabilir. Ancak kişinin yine de özgürlük kavramının devasalığı karşısında ezilmesi, korkması mümkündür. Başka bir yönden bakarsak, özgürlüğün tüm büyüklüğüne karşın içine sığdığı sınırlar ondan daha büyüktür. İnsan ise yalnızca bu kavramların arasından öylece geçmekte olan bir yolcudur.
Yolcu, ilerledikçe karşısına birçok yol ayrımı çıkacak, özgürlüğünün izni dahilinde kendine bir ben oluşturmak için sürekli olarak seçimler yapmak zorunda kalacaktır. Bu zorlu yolculukta kendi geleceğine karar verebilmek geçmişteki tercihlerinden de pişman olabilmeyi getirir. Daha da kötüsü ne yöne gideceğini bilememek, ben diyebileceği bir varış noktası tahayyül edememek gibi durumlar da mevcuttur. Kırmızı ışık yol boyunca yanmak ister gibidir. Ayrıca üçüncü bir sorun “ölüm” de insana sürekli olarak baskı yapar. Bir an önce insan; bir şeyler yapmak, birisi olmak zorundadır. Çünkü ölecektir. İşin kötüsü o noktadan sonrasını da bilmemektedir. Burada bir kez daha inançlara sığınma devreye girebilir. İkinci bir hayata inanıyorsam, ölümü varoluşla taban tabana zıt korkutucu bir yok oluş olarak algılamam. Yaşamımı sonraki yaşamıma faydalı olacak şekilde geçirmeye bakar, asıl olana kavuşmayı beklerim. Ancak inanmıyorsam, ömrümün bir anda soğuk katı bir gerçekle son bulacak olması fikri sık sık varlığıma acı çektirir. Her iki ihtimalde de dünyadan tamamen silinmek istemem, benden sonrasını, izlerimi düşünür; ola ki ardımda bir şey bırakmayı başaramamışsam içten içe bunun da sızısını hissederim. Ölüm derin bir konudur. Tabiri caizse varlığın yüküdür, mânâsıdır.
İşte tüm bunların ve daha birçoklarının arasında insan, kendine ait bir yaşam sürmeye çalışır. Kabul etmeliyiz ki bu kolaylıkla ulaşılacak bir hedef değildir. Hatta bu yolda tereddüt etmek, vazgeçmek, kaybolmak mümkündür. Bundandır ki insanın içinde daima bir hüzün vardır. Hatta bir adım ileride, Deleuze der ki “İnsan yalnızca dünyanın üzücü tarafında oturur.” Ve bu üzücü tarafta var olmaktan acı duymak da pek tabiidir.
Sadık Hidayet’e evini havagazı ile doldurup yaşamına son verdirten de bu acı mıydı? Belki de. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki sonları iç açıcı olmasa da birçok edebiyatçı kendi içindeki krizi, “insanlığın ortak krizini” eserleriyle ortaya dökmüştür. Edebiyat, varoluş problemlerini tartışmak için iyi bir araçtır. Felsefeden psikolojiden sıra ona geldiğinde kesinlikle söyleyeceği bir şeyler vardır. Ve işin gülümseten yanı aslında dudak uçuklatan tüm üretimin, eserin, fikrin üzücü taraf insanları aracılığıyla kazanılmış olmasıdır.
Bu noktadan hareketle inanıyorum ki insan önünde sonunda paketinde getirdiği buzlu gerçeği lehine çevirip, inandığı kendine ulaşmakta bir materyal olarak kullanmayı öğrenecektir. Bu kazanımla da sanatı, bilimi, düşünceyi yeniden ve yeniden doğuracaktır. Öyleyse diyebiliriz ki yaratıcılık, rahatsızlığın bir sonucudur. Ve varoluş, sancılar içindeki insana benliğini yaratma cesaretini verir.
Betül Nisa GENÇ
“ benlik “ zıtlıkları
&
“ Yaratan “ eş algıları .