ÖLÜME DAİR
Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum; o halde korkacak ne var?
Lucretius
YAŞAMA DAİR
Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.
John Lennon
Peki, o zaman ne yapalım sorusunun yanıtını da nazım Ustadan alalım:
……..
Nazım Hikmet
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yani ağır bastığından.
Yaşama dair biraz daha fikir kırpıntıları serpelim:
Akıntı yönünde yüzmek gerek.
Yapabileceklerin için güç, yapamayacakların için sabır, ikinin farkını anlamak için akıl gerek.
Demir tava gelir kömür biter, akıl başa gelir ömür biter.
Bugün, dün kaygılandığımız yarındır.
Bir de filozoflardan birkaçına bakalım, yaşam için ne demişler?:
Platon: Bilginin en yüksek biçimine ulaşma çabası.
Nietszche: Dayanılmaz bir kaostan düzen elde etme çabası.
Victor Frankl: Anlam arayışı.
Üzerine ciltlerle kitaplar yazılan, ideolojiler ve dinler geliştirilen, sonsuz kere sonsuz ele alınan bu konuyu çok fazla derine inmeden ve kafaları yormadan bir kez daha ele almak istiyorum. Üstelik şu zorluğun da farkındayım:
Düşündüğünüz; yazmak istediğiniz; yazdığınızı sandığınız; yazdığınız; karşınızdakinin okumak istediği; okuduğu; anlamak istediği; anladığını sandığı; anladığı arasında farklar vardır.
Hele bunlar soyut kavramlarsa yazara rast gelsin!
Bu yola, Aşık Veysel ustanın çizdiği uzun ince bir yolda, üç şiir ve iki soruyla devam edelim. Elimi sepete attım şimdilik bunlar çıktı. Kitap yazmadığımız için yanıtlar ne yazık ki kapsamlı olmayacak ama açıklayıcı olacak.
Bir yudum tuz
Bir dilim ekmekti
Benim için gelecek
Ve dağlardan başıma taç olacak
Bir demet çiçek
Gönlümdeki kıpırtıydı
Ormandaki fısıltıydı
Anamın nazlı adıydı
Ve dağlardan akan buzlu su
Geçmişimdeki gerçek
Böylesine basit bir bendeki ben
Geçmişten geleceğe akıp giden
Ninniler söylenip
Ezgilerle beslenen
Bendim dünyadan ağıtlarla göçecek
Soru 1: Algımız yaşama dair neleri kapsar?
Yaşadığımızı ne zaman anlarız? “Ben” duygusu gelişmeye başlayınca önce ötekileri, sonra olguları algılamaya başlarız. İyi ki balık değiliz: “O balıklar ki denizin içinde denizi bilmezler.”
Peki, biz neyi biliriz? Gördüklerimizi, bize anlatılanları, inançlarımızı, algıda seçici olduklarımızı, fark edebildiklerimizi, rüyalarımızı, gündüz düşlerimizi biliriz. Ama şizofren dediğimiz, medyum dediğimiz, paranormal dediğimiz kişiler başka şeyler de bilirler. Aslında yaşam bizim bilebildiğimiz şeylerin toplamıdır. İçinde bulunduğumuz toplumun (topluluğun) ortak yaşam algıları bizim de yaşam tarifimizi oluşturur.
Gerçekte yaşam bu mudur? Bilim, “Deneyledim işte burada. Kuşkun varsa sen de denmeyle farklı bir sonuç çıkart ve beni ikna et” der demesine de onun da bilgisi sürekli değişir. Yok, Newton fiziği, var atom altı fiziği, işte yukarda uzay fiziği der dururuz. Hâlbuki kafayı takmaya gerek yok, şu esmerin fiziği oldukça yerinde!
İnançlar için konu daha kolaydır. Birileri konuyu çözmüştür ve sana yazılı ve sözlü biçimde ne olduğunu, hatta ne olacağını anlatmaktadır. Hocanın yaptığı gibi yapmak gerek. Kaybolan anahtarı, kaybolduğu yerde, karanlıkta aramak hem zor, hem ürkütücüdür. Başkalarının yaktığı ışık altında arayalım hep beraber.
Böylece çeşitli algılar ve kabullerle yaşamı kabullenirken aldığımız her nefese (eğer ıstırap dolu değilse) teşekkür ederiz. Neden mi? Çünkü ölümün daha iyi olup olmadığını bilmeyiz.
Yine sepetimize bir el atalım
Kırık bir an parçası fırladı yuvasından
Topladı bir kenara zaman kesitlerini
Yokladı yaşamı orasından burasından
Kokladı şu ölümün türlü çeşitlerini
Yıkık bir mekân pıtırcıklarda açıldı
Yolu gösterdi hiçlikle gelen ve garip
Gök kuşağının yedi rengi yerlere saçıldı
Su toprağa can verdi, toprak suya sahip
Zaman sustu, mekân pustu, gök gürledi
Kızıl çizgi eğildi, genişlerken kâinat
Dün, bugünü sevdi, geleceğe gülümsedi
Tüm anlamların içini boşalttı yeni hayat
Soru 2: Birbirimizle olan bağıntımız nedir?
Önce şöyle bir sorunun yanıtımı düşünelim: Aslında biz ne zaman doğuyoruz? Yumurta, sperm tarafından döllendiğinde mi? Annemizin rahminden çıktığımızda mı? “Ben” olduğumuzu anladığımızda mı? Öldüğümüzde mi?
Ne şekilde doğarsak doğalım, evren nasıl olmuş olursa olsun (Big Bang veya “Kün” komutuyla), ilk soruda da açıkladığım gibi bir noktadan sonra “Ben, benim ve benim dışımdaki her şey de benden başka” diyoruz. Oysaki ister Kün ile gelelim, ister Big Bang ile gelelim bir noktadan çıktık. En azından bugün için en popüler iki açıklama budur. (eğer yıldız yağmuru gibi bir yerlerden tek, tek evrene girmemişsek.) Düşünmek bile istemiyorum, bu ne kadar uzun sürerdi!
İster Sartre’nin söylediği gibi, insan, özünü kendisi yaratsın, ister inançlıların söylediği gibi bu özü yaratan bir güç olsun başka özlerle birlikte evrenin bir köşesinde ufaktan da ufak bir durumda böbürlenip duruyoruz. Diğer böbürlenmeleri bir yana bırakalım ve en büyük böbürlenmemize bakalım: “Ben!”
İyi de sen kimsin kardeşim? Bak kardeşim dedim. Hemen bir ilişki kurdum ve anlam yükledim. Doğal olarak bu, basit bir ilişkidir. Aslında, birbirimizle ve çevremizle, karmaşık, farkında olduğumuz, olmadığımız ilişkiler yumağı içinde yaşıyoruz. Birisi buna Karma diyor, başkası holografik evren diyor, başkası evrimin şu an varılan aşaması diyor, başkası yaratıcının yansıması olarak kabul ediyor ve Lorenz, Kaos kuramında bu ilişkiyi daha da abartarak şöyle ifade ediyor: “Amazon ormanlarında bir kelebeğin kanat çırpması ABD’de fırtına kopmasına neden olabilir.”
Aman kaosa düşmeyelim. Ya da Nietzche’nin dediği gibi aslında kaostayız ama buna dayanamayacağımız için zihnimiz mi kosmosu yaratıyor? Kim bilir? Biz son noktayı yine yaşam şiiriyle koyalım.
Bazen ince bir örümcek ağında tülden örülür gönlüm
Tüyden hafif, kılıçtan keskin, kıldan ince, şiirden dingin
Bazen Gordion kapısındaki düğüm gibi çözülmez ömrüm
Oysa basittir yaşam, bir nefeste doğar diğerinde ölürsün
0 Yorum