Yolluk


Yapmak istediğim tek şey sırtımdaki yükten ve kolumda ağırlık yapan çantadan kurtulmak. Yine de böylesi kalabalık bir otobüs ciğerlerinize dolan havadan kurtulmanıza bile müsaade etmeyecek kadar müşterek. İki kişilik koltuğa oturabilecek kadar geniş cüssesiyle tek bir koltuğa oturmayı başarmış yaşlı amcanın gülümsemesine rastlıyorum. Sağa sola gülücükler saçıp öğrencilere “çantanızı verin ağırdır şimdi.” derken sosyal hayatta konuşmayı bu kadar seven insanlardan hoşlanmadığımı fark ediyorum. Hayır, asıl problem bu değil.  Ruhunda susmak bilmeyen bu hitabet bir yerlerden tanıdık geliyor. Herhangi birini söyleyebilirim bu insanlardan. Ama onlara ait bir özelliği söylemem kafanızda daha çok canlanmalarını sağlayacak. Sizin ne söylediğinizi dinlemeden, bazen sadece evet deyip kafanızı salladığınızda konuşmaya devam eden, bazense bunu yapmanıza bile gerek kalmadan konuşup duran o insanların gözlerine bakın. Eğer bir pazarlamacı değillerse bunun tek bir sebebi vardır. Ne yaparlarsa yapsınlar susturamadıkları vicdan azapları ve bu nedenle acı çekiyor olmaları.

Tamamen daldığım anda amcanın yanında oturan kişinin otobüsten indiğini ve onun birilerine “yavrum gel otur” deyişini duyuyorum. Hemen yanımdaki kızın hayır cevabından sonra üzerimdekilerin ağırlığıyla yüzsüzleşip “ben oturabilir miyim?” diyorum. O cam kenarına kıvrılırken tahmin edebildiğim tek bir şey var, biraz sonra muhabbet başlayacak. Ancak öyle tahmin etmediğim bir yerlerden konuya başlayıp dertlerini anlatıyor ki rüzgârın karşısında ne yapacağını bilemeyen bir serçe gibi savruluyorum. Konuşma aralarında durup kafasını uzak bir noktaya çekerek yüzüme bakıyor, tepkilerimi görmeye çalışıyor. Gözlük camlarının olduğundan da büyük gösterdiği yeşil gözleriyle karşılaştığım her seferinde tek yapabildiğim gülümsemek oluyor. Onun ise tek istediği içinden göç eden kuşları dış diyarlara doğru gönderebilmek. Kelimelerini serbest bıraktığı her an yangınının bir nebze daha söndüğünü sanıyor. Ama öyle olmuyor işte. İnsan hiçbir şeyi öylece bırakamıyor. Arada saate bakıyorum, zamanın nasıl bu kadar hızla geçtiğini düşünüyorum. Seni düşünüyorum. Moda sahilde oturup çilek yediğimiz günü.

Sonra duruyorum. Daha önce bir kez bile böyle hareketsiz kalmamışçasına duruyorum. Yine de içim kıpır kıpır. Bir sandalyenin tüm kıvrımlarıyla seni bana hatırlatabiliyor olması ilginç. İsmet Özel’in bir şiiri vardı. Amentü. Uzunca bir şiir. Defalarca kez okumuştun bana. Gözlerin kocaman bir parıltı ve daha önce hiç görmediğim çocukça bir ifadeyle bana bakarken, yüzün avuçlarımın içinde; sanki tüm canlılığıyla aklımdaymış ama aynı zamanda milyonlarca yıl önce bir gün yaşanmış gibi duran bu anıyı düşünüyorum. Aradaki tek fark artık bunu karnımda yerini alan yarım yamalak ve yumuk bir hisle bağdaştırıyor olmam. İlk kez mutluluktan ağladığım gün diye not düşmüşüm günlüğüme. Hayır, şiiri okuduğun gün değil bahsettiğim. Sıradan bir öğle vaktiydi. Şu an tek hatırladığım sudan çıkmış bir balık gibi hissettiğim. O gün anlamalıymışım insanı bu kadar mutlu eden şeylerin en nihayetinde insanı en çok üzen şeyler olma ihtimalini. Başka bir not daha var günlükte:

14 Kasım 2016 Yaşamak’tan okumamı istiyordu. Gönlümü sadece onunla doldurup bize layık düşeceğine inandığım rastgele bir sayfa açıyordum.

Sy119

“18 Ekim. Kâinatta o ve benden gayrı nesne kalmamış gibi yalnız ikimizi düşünüyorum.”

Amcanın sesi kafamın dört bir köşesine yayılan düşüncelerimi bölüyor. “Öyle değil mi kızım?” Bu, tek nefeste ciğerlerinden sökülmüş gibi bir soru oluyor. “Haklısınız.” diyorum. Çünkü tüm bunların karşısında susmaktan başka yapabileceğim bir şey bulunmuyor.


Like it? Share with your friends!

Mine Türk
İstanbul Üniversitesi Sosyoloji mezunu, kendi yolunu bulmaya çalışan bir birey. Bu süreçte yolda olmanın keyfini sürüp bunu diğer insanlarla da paylaşma taraftarı

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir