Şenkaya, Erzurum’un bir dağ köyü iken azmiyle ilçe olmuş, kıraç, çorak, doğa ananın, iklim babanın acımasız davrandığı, hayatta kalmak için hayvancılıktan başka çok fazla seçeneğin olmadığı zorlu bir coğrafya. Bu zorlu şartlarda dünyaya gelseler de en kıymetli hazine “akıl” bahşedildi onlara. Bu bilinçle, önlerindeki acımasız çemberi kırabilmek için, tek çarelerinin okumak olduğunun farkına vardı çoğu. %98 okur-yazar oranına sahip oldular. İşte böyle bir ortamda 6 nüfuslu bir aileye doğdu Ali ile Veli. Birbirlerine ne huy ne tip olarak benzeyen ikizdi onlar. Çok geçmedi babalarını kalp krizinden kaybettiler. Anaları çaresizdi ama güçlüydü. Okuttu her çocuğunu. Her bir kardeş diğerini okutacak şekilde analarını yalnız bırakmadılar. Ali ile Veli’de ise durum değişti, çünkü Ali üniversiteyi de okumak isterken, Veli “Lise bana yeter” dedi. Ali “bir gün bu çemberi kıracağım” azmi ile çalışıp çabalarken, Veli “nasılsa bir gün kırarım bu çemberi, şanslıyım” diyerek günü güne ekledi.
Ali “bir gün kanseri yeneceğim” diyerek doktor oldu. Veli ise “bir gün kader seni yeneceğim” diyerek sadece okeye 4. oldu kıraathanede. Ali devamlı “emek olmadan yemek olmaz Veli” dese de nafile, Veli’nin bir kulağından girip diğerinden çıktı; başına gelenlerin sorumluluğunu kendi hariç herkeste aradı.
Bir gün Ali Amerika’da çok prestijli bir kanser araştırma merkezinden davet aldı. Büyük umutlarla ve heyecanla yola çıkarken Veli’ye bir sürü nasihat etti. Veli ise Ağustos böceği misali Ali’nin dediklerini bir kulağından alıp diğer kulağından çıkarırken tüm gününü kıraathanede öldürmeye devam etti. E nasıl olsa “bir gün” başarıp o kadere gülecekti…
Ali adeta yüzüne yapışmış bir gülümseme ile heyecandan yüreği neredeyse ağzında, umut denizinde yüzen hülyalarla uçağa bindi. 12 saat ama bir ömür boyu sürecek, her türlü uzun bir yolculuk olacaktı. Gözlerimi kaparken kanserden kurtaracağı hastaları hayal etti.
Aynı saatlerde, Veli kıraathanede vakit öldürürken her şeyin yerle yeksan olduğu çok büyük bir deprem yaşandı. Toz bulutu içinde kalan ilçede göz gözü görmedi, nefes almakta zorlanıldı, her köşeden feryatlar yükseldi. Kurtarma ekiplerinin bu dağ başındaki ilçeye varmaları bile vakitler aldı. Kurtarma çalışmaları nihayet başladı. Ali’ye haber vermeye çalıştılar ama telefonu kapalıydı. Bu arada Veli ise şikayet etti sanki akmaktan vazgeçip duran zamandan. Sahi, ne vakit ulaşacaklardı kendine? Veli o gün kıraathanede duvarın dibine oturdu. Galiba kader ona ilk defa güldü. Çünkü bu sayede ortaya çıkan hayat üçgeninde canlı kaldı. Kaldı kalmasına ama kafası karma karışıktı. Ali’ye ulaşmak istedi. Telefonu hep elinde olduğundan, bu ölüm çukurunda aramadan ulaştı telefonuna. “Yine şanslıyım” dedi. Aradı Ali’yi ama kapalıydı telefonu. Çaresiz bağırdı “imdat” diye ağzı, burnu, ciğerleri toz dolana kadar. Yoruldu. Sustu. Kaderini suçladı her çaresiz hissedişinde. Kendisine acımasız davranıldığını, şartlarının eşitsizliğini haykırmak istedi; çevresini, doğayı, ülkeyi, ez cümle kendi hariç her şeyi ve herkesi suçladı. İçinde bulunduğu şartlardan mı, suçlamaktan mı, bağırmaktan mı, çaresizlikten mi yoksa içten içe tek sorumlunun kendi olduğunu kavradığından mı bilinmez, yorgun düştü. Aradan 10 saat kadar geçti. Umudu yok oluyordu. Hani eğlenirken şu bir çırpıda akan zaman niye akmıyor diye düşündü. Henüz vakit varken hep bir gün yaparım diyerek ertelediği hayat ona vaktinin olmadığını gösteriyordu sanki. Yoksa bu yol ölüme mi gidiyordu?
Artık 12. saatte iç hesaplaşmaları ile yüzleşmeye başladı. “Kendini kandırMA” dedi, “öleceksin, bari şimdi kendini kandırma”… “Keşke” dedi, “keşke bütün bunlar başıma gelmeden gerçeği görebilseydim”… Ama geriye dönüş yoktu har vurup harman savurduğu zamanda. Artık onun zamanı değil, zamanın onu öldürdüğünü anlamıştı. Şimdi kabul etse de tek çözümün kendinde olduğunu, çok geçti. Günü güne erteleye erteleye vardığı yerin hiçlik denizi olduğunu çok geç de olsa kavradığında, acıdan kıvranıyordu. Muhtemelen bu yolculuğun sonu ölümdü. Hani bir gün kader ona gülecekti?
20 Saatin sonunda artık nefes alışı iyice zorlaştı. Telefonuna güç bela şu cümleyi yazdı: “sen haklıydın Ali”… Derken o zifiri karanlıkta adeta ortalığı aydınlatırcasına çocukluğu gözlerinin önünden geçti. Mutluydu Ali’yle. Kardeşine sarıldı, son kez…
36 Saat geçtiğinde adeta eline yapışmış telefonuyla Veli’nin cansız bedenine ancak ulaşabildiler. Çok garipti, çünkü yüzünde gülümseme vardı. Telefonunda ise Ali’ye atmaya çalıştığı mesajı: “sen haklıydın Ali”…
“Bir gün diyerek yola çıkan Ali çok başarılı bir bilim adamı oldu. Ama yüreğinin bir köşesi, hep borçlu olduğunu hissettiği ülkesindeydi. İstedi ki başka gençler de kardeşi gibi “Bir Gün” tuzağına düşmesin. O yüzden, o doğanın bile acımasız davrandığı, doğup büyüdüğü memleketine okullar yaptırarak bu kısır döngüden kurtulmanın kilidini verdi “Bu kilidin anahtarı sizde” diyerek.
Unutmayın, umudun da umutsuzluğun da kapılarını açan anahtar içinizde; ya yaparsınız “mutlaka bir gün” diyerek, ya da yıkarsınız “nasılsa bir gün” diyerek. Hayat okulunda ya ders alırsınız, ya da almadığınız dersi hayat kafanıza vura vura öğretir. Seçim sizin.
Sevil ÖZSOY
Baştan sona keyifle okudum kaleminize ve yüreğinize sağlık Sevil Hanım ..
Nicelerine 🌷
Çok teşekkür ederim Arzu Hanım🙏🏼 Sevgilerimle🌸
💐 açması dileğimle …
🙏🏼
Tebrikler Sevilciğim.Çok beğendim yazdıklarını, hissederek okudum.Hayatımızın tamamen seçimlerimizden ibaret olduğunu ne güzel anlatmışsın. Kalemine sağlık.
Bana Türkçe’yi En güzel şekilde öğreten öğretmenim, canım annem, kalemimde emeğin çok.. sonsuz teşekkürlerimle…