Çöküş


Hastaneden çıkar çıkmaz kendini bu izbe, kapıdaki silik tabeladan ismi okunamayan, tarihi taş evlerden dönüştürülmüş meyhanelerden birinde buldu. Özel günler dışında içmeyi pek beceremediği gibi sevmezdi de. Ama nedense soluğu kendisini yabancı gördüğü bu mekânda almıştı. Taş zeminin üzerine yerleştirilen altı ahşap masa dışında orta boylu, mavi bir buzdolabı ve üzerinde çeşit çeşit bardakların, boş içki şişelerinin olduğu küçük bir tezgâhla doldurulmuştu. Duvarlarda ne renkli, ilgi çekici tablolar ne de antika birkaç süs eşyası vardı. Ahşap masalardaki dün geceden kalmış meze artıklarını, boş rakı şişelerini toplayan gence doğru sokuldu. Genç, kendisine yaklaşan ayak sesine ve yerde yansıyan koca gölgeye doğru döndü.

“Bu saatte servisiniz yok galiba ama fazla oturmayacağım. Rica edersem bana birkaç meze ve bir yirmilik açar mısınız?”

“Abi kapalıyız valla. Gördüğün gibi dün gecenin temizliğini daha bitirmiş değilim.” Elindeki bezle masaları gösteren genç “Bu saate işin gücün yok da içmeye mi geldin bey baba! Nelerle uğraşıyoruz yarabbi!” diye içinden geçirmekle yetindi.

Adam elini cebine attı ve çıkardığı yüzlük banknotu gence uzattı. Genç, önce biraz durakladı, sonra da alacağı yüz banknot cazip geldi.

“Ne de olsa yeni açtık. Adam bir iki içer sonra da gider. Kendisi de söyledi ya fazla oturmayacak. Hem patron da yok. Yüzlüğü cebe atar rakı parasını da kasaya koyarım.” diye iç geçirerek elindeki bezle bir güzel abandığı masayı pür pak ederek adamı buyur etti.

Elinde kocaman harflerle hastanenin isminin yazılı olduğu, birkaç ay içerisinde vücut fonksiyonlarının sonlanarak hayata veda edeceğini tasdik eden belgelerin bulunduğu beyaz dosyayı koyu kahverengi ahşap masaya koydu. İnsanoğlunun ölümü mutlaka kaçınılmazdı. Fakat insanın bu ölüm bilincini bir takvim aralığına koyması, yaşama bağlı olduğu dalların çıtırtısını kulaklarında kötü bir melodiye dönüştürüyordu.

Yirmilik rakıyı birkaç mezeyle birlikte sol elinde tuttuğu buz dolu kabı masaya bırakan genç, adamın bir isteği olup olmadığını sorarak diğer masaları temizlemeye koyuldu.

Adam, kaptaki küçük maşayla buzları uzun bir uğraşla kavramaya çalıştıysa da yapamadı ve maşayı bırakarak işaret ile başparmağı arasına aldığı buz küplerini doldurduğu rakı kadehine bıraktı. Berrak rakının griye teslimiyetini izleyince bir tuhaf oldu. Hastalığın da kendisini bu şekilde sarıp teslim aldığını düşündü. Kadehe biraz da su ekleyip sevmediği anason kokusunu içine çekerek ilk yudumla birlikte yoğun ve yakıcı aromanın yüzünü ekşitmesinden kendini alamadı. Eline aldığı çatalla birkaç mezenin tadına baktı. Böyle bir yere göre bir hayli lezzetli mezelerdi.

Sonunu getirmeye çalıştığı fakat henüz sonlandıramadığı hikâyesinden önce hayatının sonlanabileceği gerçeğini düşünmeden edemiyordu. Hayat hikâyesinin sonu gelmek üzereydi. Geriye bakınca, her gün aynı sokakta aynı kişilerle selamlaşıp aynı derdin tasasını çekmekten başka ne yapmıştı? Bir kadını dahi gerçek anlamda sevebilme cesaretine erişememişti. Ardında bırakabileceği bir isim, mal mülk, çocuk veya kadın yoktu. Zaman geçtikçe rakının etkisi artıyor, damarlarındaki alkol kafasını bulanıklaştırmak yerine berraklaştırıyordu. Daha fazla içerse bu berraklığın grileşmesinden korkarak kalkmaya karar verdi. Masaya yiyip içtiklerinin ederinden fazla para bırakarak paltosunun içine koyup koltuk altına sıkıştırdığı dosyasıyla birlikte kendini soğuk havanın ve güneşin belirsiz ışığının doldurduğu sokağa attı. Boynunu saran soğuk havayı engellemek için paltosunun yakasını çekiştirerek yürüyordu. Artık bir şeyin ifade etmediği bu insanlar, renkli evler, ışıl ışıl vitrinler ve araba gürültüleri koca bir kalabalıktan başka neydi ki? Neden daha düne kadar önünden geçtiği fırından sokağa uçuşan ekmek kokusu dahi farklı gelmişti burnuna? Geçen hafta seviştiği kadının ismi ve yüzünü neden önemsememeye başlamıştı? Doktor geç kaldığını ve herhangi bir tedavinin sağlığını eski haline getiremeyeceğini söylemişti. Bu dünyada her şeye geç kalmış hissediyordu. Bu içindeki duygular kime aitti? Ölümden mi korkuyordu yoksa ölüm gerçek benliğini gün yüzüne mi çıkartıyordu? Emin olamıyordu.

Saatlerce hiç bilmediği sokaklarda dolaştı. Sokak aralarında şarkı söyleyen gençlerin açtıkları gitar çantalarına birkaç kuruş bıraktı. Mahalle arasında halı yıkayan kadınları bir süre izledi. Kadınların, bakışlarından rahatsız olduğunu sezince hemen oradan ayrıldı. Bir sahilde oturup denizi izlemeyeli çok olmuştu. Sesini, yoğun yosun kokusunu, kalabalık plajı, her yerine yapışan kum tanelerini… İnsanı saatlerce alıp götüren denizin manzarası mıydı yoksa sesi miydi karar veremiyordu. Ya da bir arkadaşıyla birlikte bilardo masasında yemeğine kapışmayalı ne kadar olmuştu, hatırlamıyordu bile. Sokaklarda aradığı şeyi bulamamıştı. Yorulunca eve gidip doğruca yatağına yığıldı. Elbiselerini dahi çıkarmamış, gecenin belirsiz bir saatinde, meyhanelerin kapandığı, köpeklerin bile kulübelerine çekildiği, bekçilerin bıkkınlık saatlerine yakın bir vakitte uyandı. Dışarıda, ruhundaki huzursuzluğa eş değer yoğunlukta bir yağmur yağıyordu. Banyoya girip uzun süre sıcak suyun altında duş aldı. Aynanın karşısında saçlarını kuruturken yüzündeki ve ruhundaki bu garipliğe anlam veremedi. Hayatın sonlanması bu kadar mı önemliydi? Bir son var mıydı?

Duş aldıktan sonra televizyonu açmadan karşısına geçerek gün doğumuna kadar düşündü. Evin bu kadar da sessiz olmamasını diledi. Yatağına sevdiği kadının kokusunun sinmesini düşledi. Ama artık keşkeler için çok geçti. Bu yüzden bu tür cümlelerden uzak bir yaşantıyla sonlandırmak istiyordu her şeyi.

Doktorun hastanede kendisini eski sağlığına kavuşturmasa da en azından ağrılarını dindirecek bir tedavi önerisini reddetmişti. Bu tedavi sadece ağrılarını hafifletip rahat bir ölüme hazırlayacaktı kendisini. Peki, düşüncelerini hafifletip varoluşsal sancılarını dindirecek bir tedavileri olmadıktan sonra neye yarardı ki diğer türlüsü?

“Yazmalıyım.” diye düşündü yağmur dinip güneş bereketli sıcaklığını gösterirken.

Dört gün boyunca evden çıkmadan daktilosunun başında fincanlar dolusu kahve ve bir kutu tütünle sabahlara kadar bıkmadan usanmadan yazdı. Daktilonun tıkırtıları eşliğinde şu ilk cümleler yazıya döküldü: “Tanrı herkese altını çizdiği cümleler kadar güzel bir hayat bahşederdi. Bana üzeri çizili bir hayat bahşedilmişti. Bu yüzden hayatıma yazılan hiçbir cümleyi doğru dürüst okuyamadım.” Hayatın bu saatten sonra ona verdiği belki de tek şanstı yazmak. Ellerini, acılarını, ağrılarını, yaşadıklarını, yaşamadıklarını, sevdiklerini, yitirdiklerini, sokakta yüzüne dahi bakmadıklarını yazdı. Dört günün sonunda elindeki kâğıt tomarı, öldükten sonra ardında bırakabileceği tek parçasıydı. Bu hayattan sıyrılıp kendi olabildiği bir hikâyesi vardı. Kendi eliyle var ettiği bir hikâye.

Ertesi gün, manşetleri yıpranmaya başlamış gri paltosunu giyerek dışarı çıktı. Diz kapaklarına, boynuna ve belindeki sızlamalara iyi gelir diye önce tarihi dokuların, envaiçeşit baharat kokusunun yayıldığı çarşıda biraz dolaştı. İhtişamlı tarihi bir caminin mavi renklerle bezenmiş çinilerle çevrili şadırvanından akan buz gibi sudan birkaç yudum içti. Sonra yarı zamanlı çalıştığı halde dört gün boyunca gitmemesine rağmen kimsenin arayıp sormadığı işine giderek daktilodan geçirdiği istifa dilekçesini müdürün masasına koyarak hiç kimseyle vedalaşmadan oradan ayrıldı. Sonraki adresi, elindeki kâğıt tomarlarını koyduğu dosyayı vereceği yayınevi oldu. Kaybedeceği bir şey yoktu. Yazdıklarının niteliğine güveniyordu. Bu yüzdendir ki öyle küçük bir yayınevine değil de gayet prestijli ve saygın bir yayınevine gitmeyi tercih etti. İlk sayfasında bilgilerinin yazılı olduğu dosyayı kendisiyle ilgilenen kumral stajyer kadına teslim etti. Stajyer kadın kendisine en kısa sürede geri döneceklerini bunun da bir aylık bir zaman dilimine tekabül edebileceğini söyledi. En azından hasta haliyle acılar çekecek olsa da yayınevinin kararı kendisine ulaştırılacaktı. Kadına teşekkür ettikten sonra paltosunun düğmelerini çıkış kapısında ilikleyip doktorun olası ağrılar için yazdığı ağrı kesicileri mahalledeki eczaneden alarak eve döndü.

Holde, sedef kakmalı sehpa üzerindeki fesleğenleri suladı. Bu kokuyu yakın zamanda bir daha koklayamayacağının bilinciyle derin derin içine çekti. Yayımlanacak kitabının etkileyeceği okurlardan bazıları belki de birkaç fesleğen veya çiçek demeti ile mezarının başında kendisine teşekkür edeceklerdi. Hatta kim bilir belki de özel bir mezar taşı bile yaparlardı kendisine. Bunları düşündükçe keyiflendi ve mutfağa giderek kendine güzel bir akşam yemeği hazırlamaya koyuldu.

Bir ay sonra ağrıları dayanılmaz bir raddeye geldi.  Önce bardakları kavrarken elleri titredi, sonra kavradığı bardaklar elinden düşmeye başladı. Elleri, ayakları, ciğerleri, vücudu ona itaat etmiyordu. Gözaltları boyanmışçasına morarıp şişmişti.  Kaç gündür yıkanamadığını dahi hatırlayamıyordu. Bedeninin kokusu artık onu bile rahatsız edecek bir duruma gelmişti. Ayağa kalkmak için uzun uğraşlar veriyor, birkaç adım atınca sendeliyor ve genellikle dizlerinin üstüne düşüp emekleyerek ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu. Saatlerce boş gözlerle tavanı izliyor, kapıdan gelecek herhangi bir sese kulak kesiliyordu. Ne yayınevinden gelen zarfı getiren postacı ne meraklı komşular ne de bir dost kapıyı çaldı. Ta ki aybaşı gelip ev sahibi kira için kapıyı yumruklayıncaya kadar. Kapının açılmayacağı aşikârdı.

Ev sahibi, evindeki çelik kasada sakladığı yedek anahtarı getirerek kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz genzini yakan keskin bir koku ciğerlerine hücum etti. Elini burnuna siper ederek odalara göz attı. Kapalı yatak odasının kapısını tereddütle açınca gördüğü manzara karşısında burnuna siper ettiği eli kusmukla dolarak savruldu. Birkaç saat geçmeden kapıda beliren polis ve ambulansın siren sesleri evde kırmızı ve mavi ışıkların yansımaları eşliğinde yankılandı.

İki hafta sonra ev sahibi kimsenin gelip sormadığı adamın eşyalarını ikinci elciye iyi bir paraya sattı. Adamın yerine evin yeni kiracıları olan yeni evli karı koca, evi yeniden dayayıp döşemekle meşgullerdi. Henüz bir düzene oturtamadıkları evleriyle uğraşan karı koca, postacının kapıya bıraktığı bir yayınevinden gelen zarfı kurcaladılar sonra da okuduklarından bir şeyler anlamayıp kâğıdı zarfla birlikte avuç içlerinde ezip bir kenara attılar.

Yayınevinin kabul edilmeyen dosyaları kolilere doldurulup temizlikçi tarafından imha edilmek üzere boş bir araziye götürüldü. Fırtınaya rağmen kolilerdeki kağıtları yakmayı başarmıştı.  Koliler tutuşup kül halini alınca içindeki kağıtlar şiddetli rüzgârın etkisiyle uçuşarak araziye yayıldı. Bir kaç kâğıt da hemen yan arazideki kimsesizler mezarlığında henüz taze mezarlardan birinin 5930 numaralı mezar taşına takıldı. Yarısı çoktan kül haline gelen kağıtta okunabilen şu ilk cümlelerdi: “Tanrı herkese altını çizdiği cümleler kadar güzel bir hayat bahşederdi. Bana üzeri çizili bir hayat bahşedilmişti. Bu yüzden hayatıma yazılan hiçbir cümleyi doğru dürüst okuyamadım.”


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir