
Hayalleri kâğıttan bir gemi gibi rüzgâr hangi yönden eserse o tarafa doğru yüzüyordu…
Annem, bu gece de uyumamış belli ki… Dikiş işine merak sardı bu ara. Odanın içi rengârenk düğmeler, birbirinden farklı çiçeklerle bezenmiş kumaşlar ve ip yumakları ile dolu. Onlarla her biri ayrı güzellikte etekler, elbiseler dikiyor bana. En son diktiği turunculu yeşilli çiçekli fistan, yalan değil benim de hoşuma gitti. Tek tek hepsini üzerime giydirip kendince en çok yakışanı seçiyor. Tabii ben, “Çiçekli fistanı beğendim o kalsın,” diyemiyorum. Benimle istediği saatte oyunlar oynuyor, onunla en çok da dans etme oyununu seviyorum. İki elimden tutup beni hızlıca döndürmesine bayılıyorum mesela. Sonra kucağına alıp sallamasını…
Babam, yine çok yorulmuş, bir de acıkmış… Hiç doyduğunu görmedim ki zaten. Bazen babamın kocaman göbeğinin içinde birkaç tane filin yaşadığını düşünüyorum. Eve gelir gelmez yüzüme bile bakmadan anneme: “Yemek yok mu kadın? Yoksa yine mi bütün gün dikiş nakış işleriyle uğraştın? İyice terzi kesildin başımıza,” diyor. Oysaki annem; bütün gün temizlikti, çamaşırdı, ütüydü, yemekti derken keyif aldığı işine ancak herkes uyuyunca vakit bulabiliyor. Babam yıllarca annemi kurulu saat gibi kurmuş, çalmaya başlayınca da susturmuş, oy vereceği kişiye kadar kurulan annem ise babamın bir dediğini iki etmemiş… Küçükken annesi ile babası, biraz büyüyünce de kocası işte… Bu saatlerden öyle çok var ki aslında… Çoğu da bozuluyor bir süre sonra. Bu söyleyeceğimle babamı gücendirmek istemem ama evinizde bir fil besliyorsanız ağırlığından da korkmayacaksınız. Neyse… Babamın hakkını ödeyemem. Belediyede çalışıyor, her gün milletin çöpleriyle uğraşıyor kolay değil… Nedense babam bana hiç kötü kokmadı ama annem için öyle değildi ki babam ne zaman işten gelse aynı tartışma yaşanırdı. Babam: “Açım,” der; annem babama yıkanmasını söyler, ocakta anneciğimin mis gibi tarhana çorbası kaynar, böyle gül gibi(!) geçinip giderdik. Bir de kedimiz vardı, adı: Yumak…
Yumak, annemin yumaklarıyla oynamaya bayılır hatta bize gelişi de öyle olmuş. Annem bir gün odada elbiselerle uğraşırken açık pencereden annemin elindeki yumağa doğru atlayarak içeri girmiş. Minicik, öyle tatlıymış ki annem kıyamamış sokağa bırakmaya. Bakmış annesi de yok, süt vermiş, beslemiş adını da bu yüzden Yumak koymuş işte. O gün bu gündür bizimle birlikte işte. Simsiyah tüylerin arasında parlayan bir çift mavi gözle ilk karşılaşmamı hiç unutmam. Bir anda üzerime atlamış, annemin o kadar emek verdiği ve benim de çok sevdiğim çiçekli elbisemi dişleriyle tırnaklarıyla yırtmıştı. Bu yüzden ondan hep korktum. Beni ne zaman görse yem bulmuş gibi üzerime atlıyor. Kardeşimin aksine onu bir türlü sevemedim. Hem gelip annemle babamın sevgisine ortak oldu hem de kardeşimi aldı benden. O geldiğinden beri kardeşim benimle oynamaz oldu. Köpek gibi akıllı… Annem “Gel,” diyor geliyor; “Git,” diyor gidiyor. Babamın annemi kurduğu gibi… Bir de kardeşim var, adı Ayça. Onu unutmadım aslında bilerek sona bıraktım. Anlatacaklarım birazcık uzun çünkü…
Ayça, adı gibi ay yüzlü, melek kardeşim… Hiç unutmam. İlkokul birinci sınıfa yeni başlamıştı, ne çok ağlamıştı giderken neyse ki zamanla çevresindekilere bakarak o da öğrenmişti susup oturmayı. Ağlamayan, sesini çıkarmayan çocuk en usluydu, baktı kimse ağzını açmıyor, o da sustu. Öğretmeni için böylesi makbulmüş. Annem ve babam için de. Özellikle babam okumadığı için çok pişman. Anlatır durur bunu. Ayça doğmadan önce hep bir oğlu olsun istemiş aslında. Olmayınca ne yapsın Ayça’yı da oğlan gibi kabul etmiş. Annem ise, bir gün aile dostumuza anlatırken duydum, okul çağında babamla evlendirildiği için okuyamamış. Onları da anlıyorum aslında. Kendi yapamadıklarını kızları yapsın istiyorlar. Bu yüzden o okula gidilecek ve öğretmenin sözünden çıkılmayacak, ödevler zamanında yapılacak, akşam dokuzda yatılıp sabah yedide kalkılacak, sınıf kurallarına uyulacak, böylelikle beyne birçok bilgi yüklemesi yapılabilecekmiş. Ayça kısa zamanda düzene alışsa da ben, o okul dedikleri şeyi bir türlü sevemedim. Sanırım nizam ve kontrol sevmiyordum… Annemle babamın tartışma sebebi Ayça büyüdükçe değişerek her gün bir şekilde onun eğitimine geliyordu. Liseye giriş sınavı yaklaşmıştı. Babam “Fen lisesine gidecek, mühendis olacak benim kızım,” diyor; annem, “Anadolu Öğretmen lisesine gidecek, öğretmen olacak…” Ayça, bu durumdan çok bunalmış, bir tek bana anlatıyordu isteklerini. Müziği çok seviyordu ve inanılmaz bir yeteneği vardı aslında. Arkadaşları arasında gitar çalanlar vardı. Arada onlardan gitarı ödünç alır, duyduğu melodiyi kendi kendine çalmaya çalışırdı. Annemle babam ise bunu göremeyecek kadar kaptırmışlardı kendilerini. Beklenen gün geldiğinde Ayça, Güzel Sanatlar lisesi hayalini bir köşede bırakıp şehir dışında çok iyi bir fen lisesini kazandı. Tabii ki annemin dediği olmadı çünkü bu ailenin ipleri babamın elindeydi. İpler mutlaka birinin elinde olmalıydı yoksa maazallah dağılır giderdik babama göre. Yatılı göndermek ipleri biraz gevşetse de uzaktan her saat rapor alarak kontrol ediyordu babam Ayça’yı. Dersleri çok iyi olmasına rağmen hiç sevmiyordu okulunu Ayça. Öyle böyle bitirdi. Sınavlara hazırlanmaya başladığında ne istediğini kendi de bilmiyordu. Hayalleri, kâğıttan bir gemi gibi rüzgâr hangi yönden eserse o tarafa doğru yüzüyordu. Dümeni hiçbir zaman eline vermemişlerdi ki… Babasının dediği yine olmuştu Ayça, bilgisayar mühendisliğini kazanmıştı. Babası, “Aman kızım, siyasete bulaşma. Özellikle şunlardan uzak dur,” diye söyleye söyleye bitirememişti. Babasının gururu Ayça için geç de olsa hayatının dizginlerini ele alma vakti gelmişti. Başkası tarafından yönetilmeye, bu babası dahi olsa, tahammül edemiyordu artık. Haksızlığa gelemiyor, ezilenin yanında durarak babasına: “Tamam baba, sen merak etme,” dese de okulda kadınlara şiddete karşı düzenlenen ve bunun gibi birtakım eylemlere katılıyordu. Bugüne kadar bastırdığı ne kadar duygu varsa açığa çıkmıştı sanki. O kadar çok arkadaşı vardı ki kendisi gibi hayallerinden olan, hatta çok daha kötüler… Gördüğü adaletsizliklere karşı, kafasını dil balığı gibi kuma gizleyen binlerce insan yaşıyordu bu topraklarda. Sanki görünmeyen suç, suç değildi ya da şu meşhur, “Bana dokunmayan yılan…” meselesi. O yılan bir gün herkesi sokmadan kendince başını ezmeliydi. Bu kadar detayı nasıl biliyorum diye sorarsanız ben doğduğundan bugüne yanındayım. Her yeri gezdim onunla. Hep bana döktü içini. Yaşamayan bilemez tabii onu en iyi anlayan bendim ama ben de cevap veremiyordum.
Ben, evin tahta bacaklı kuklası… Ayça doğduğunda babam beni özene bezene yaratmış, iplerimi geçirmiş, annem kıyafetlerimi dikmiş, vermişler Ayça’nın kucağına. O gün bugündür birlikteyiz işte. Kardeş gibi hatta daha ötesi… Babam sanırım ipleri şaşırdı. Ayça’nınkiler babamda…
Peki ya benim iplerim kimin elinde?
Keyifle okudum hiç bitmesin istedim. Sevgilerimle …
Çok teşekkür ederim Arzu Hanım 💐🥰😇