Karlıca Kıyılarından


Vedaların çok olduğu yerdeydi Hamza. Ara sıra park eden otobüs sesleri geliyordu, bazen sarılan insanlar, ağlayanlar ve az da olsa kavuşanlar görüyordu. Hamza kimseye veda etmiyordu, kimseyi beklemiyordu. Bilet alacaktı sadece. Sıra bekliyordu. Her sıkıldığında olduğu gibi ayaklarını sallamaya başladı. Yarım saat geçmişti. Ve yedinci kez elindeki mektubu açtı. “Karlıca kıyılarından yazıyorum sana genç adam. Daha önce senin gibi benimle bu konuda konuşmak isteyenler oldu. Gel bir çayımı iç derim önce. Biraz havadan sudan konuşalım. Sonra anlatayım sana. Buraya yazmaya gücüm yetmez genç adam. Biraz daha vakit var sanki. Çayım sıcaktır benim, hemen bitirebilir misin? Sıcak içebilir misin zaten? Ben ağlayan insanları izlemekle geçirdim hayatımı. Bundan sonra daha ağlayan kişi görmek istemem. Ağlamadan durabilecek misin? Genç adam, kaldırabilir misin bunu? Kaldırırım dediğin zaman gel yanıma. Adresi bulamazsan Karlıca’ya geldiğinde durdur birini, sor ona: “Çapacı Dede nerede?” Sana gösterir genç adam.” İlk kez okuduğundaki heyecanı gibi heyecanlandı yine. Yalnızca baş ağrısından kurtulacağı içindi bu heyecan. Büyük soruları vardı Hamza’nın. Kimse anlatmamıştı şu ana kadar. Çünkü kimse bilmiyordu. Yalnızca Çapacı Dede’yi bulabildi. Anne ve babasını kaybettiği limandaki eski bir görevliydi o.  Bilen yalnızca o vardı. Hamza’nın tek çıkış yoluydu. Son bir umuttu. Nasıl kaybetti annesiyle babasını?

Hamza otobüse emin adımlar atarak bindi. Biletini de büyük bir gururla gösterdi muavine. Sonra en arka cam kenarında olan yerine geçti. Kulaklıklarını taktı. Bu kafasını dinlendiren şeyin ta kendisiydi. Muhtemelen ilk şarkı Cem Karaca’dan çalmıştı. Hamza’nın yüzünde gülümseme vardı çünkü. Başını cama koyarak yolculuğa tam olarak hazır olduğunu belli etti. Araba da kalkıyordu. Zor olan yolculuk değil, kulaklarındaki çınlamaydı. Kurduğu düşüncelerdi. Anne ve babasını kaybettiği gerçeğiydi. Yoksa yol güzeldi. Camdan dışarıya göz attığında görülecek çok şey vardı: sakin deniz, ağaçlar, dondurma yiyen çocuklar, muhteşem manzaralar, liman, bir daha ağaçlar, büyük binalar daha çok ağaç ve bir tabela. Tabelada “Karlıca” yazıyordu. Hamza uyuduğu için bunu göremedi. Muavin son durağa geldiğinde uyandırdı onu. İki durak geçmişti ineceği yerden. Bu Hamza’yı daha da heyecanlandırmıştı.

Hafif kalabalık ama sakin bir sokakta buldu kendini. Etrafı çok iyi süzüyordu. Kalabalığın sonunda eski ve sevimli, küçüğün kibar hali, bir dükkan ve önünde kısa boylu ve gözlüklü yaşını almış bir adamla karşılaştı Hamza. Selamlaştılar. “Dayı, buralarda Çapacı Dede diye biri varmış, nerede onun evi?” Adam yerinden kalktı ve dükkanın sağındaki yolu gösterdi. “Burdan ilerle abicim, sonra kıyıya çıkacaksın. Orada ahşap bi ev var. Evi orası. ” Hamza ileriye baktı ve adama geri döndü. “Sağolasın Dayı. Hayırlı işler.” dedi ve hızlı adımlarla ilerledi. Deniz seslerini dinleyerek yürüdüğü yol birkaç yüz metre sonra bitmişti. Şimdi o ahşap eve güneş vuruyordu. Hamza derin bir nefes aldı ve kapıyı tıkladı. Kapı yarım dakika kadar sonradan açıldı. Kapıyı açan Çapacı Dede’ydi. Hafif sarı ve beyaz sakalları vardı. Saçları kısa ve seyrekti. Yüzündeki buruşukluk kadar yaşı vardı belli ki. Biraz da kamburdu. “Buyur evladım” diye söze girdi. Hamza ağırbaşlı tavrıyla cevap verdi. “Ben Hamza, size mektup yazmıştım.” Çapacı Dede şaşırdı. “Aah genç adam. Niye geldin ki sen şimdi?” Hamza yüzünü düşürdü. “Öğrenmek için efendim.” Çapacı Dede, Hamza’yı içeri aldı. “Erken değil mi be oğul.” diye ekledi. Hamza cevapsız kaldı ve nereye oturacağını sordu. Çapacı Dede, ona balkonun yerini gösterdi. Hamza çok sakindi. “Merak insanın içini yiyor. Böyle yaşayamam ki ben.”

“Öğrendikten sonra ne değişecek hayatında?”

“Merakım gidecek işte. Başım ağırmayacak daha.”

Çapacı gülümseyerek “Öyle olsa kolaydı be genç adam” dedi ve yerinden kalktı.

Birkaç dakika denizden gözünü alamayan Hamza, Çapacı Dede’nin içeriye girmesiyle başını çevirdi. Çapacı’nın elinde iki çay vardı. Çayları önce masaya koydu, ardından daha demli olanı Hamza’nın önüne itti. Hamza eliyle çayın sıcaklığını kontrol etti. Çay çok sıcaktı. Aynı Çapacı’nın mektupta dediği gibi. Bir an önce bitirmesi lazımdı. Birkaç saniye gözlerini birbirlerine kilitlediler. Hamza gözünü kaçırmadan önünde duran çayı kavradı. Büyük bir yudum aldı. Neredeyse yarısına gelmişti. Hamza’nın ağzı fazlasıyla yanmıştı. Birazdan yanmayı bekleyen yüreği de yanacaktı.  Çapacı Dede gülümsedi. “Nedir bu acele genç adam?” diye sordu. Hamza sessizdi. Çayını bir daha kavradı. Hepsini bitirmek üzere ağzına götürdü. Ve sert bir şekilde masaya geri koydu. “Anlat artık, anlat!”

Çapacı Dede kafasını çoktan denize doğrultmuştu. Vakti çoktan gelmişti. “Bu sevdiğin için her şeyi yapabildiğinin hikayesi evladım. Kulaklarını iyi aç. Annen, baban ve sen, muhtemelen altı aylık bir bebeksin, limandaydınız. O zamanlar verem salgınları gittikçe artmış. Ve bir grup veremli insanı tedavi için İstanbul’a götüreceklerdi.  Annen de o grubun içerisindeydi. Gemide sadece veremliler vardı. Başkasını almıyorlardı. Baban seni kucağına almış, annenin gemisini uğurlamak için kıyıda bekliyordu. Gemi uzaklaşmaya başladı. Herkes birbirine el sallıyordu. İyice gemi hızlanmıştı. Sebebini kimse bilmiyor ama birden sola doğru kaymaya başladı. Kayalıklara doğru. Gemi çarptı genç adam. Yavaş yavaş batmaya başladı. Biz batmasını görmeden daha, baban seni birinin kucağına bırakmış, suya atlamıştı.” Hamza, çok derin bir nefes aldı. Kafasını o da denize çevirmişti. Sanki o an yaşananları görüyor gibiydi.

“Herkes bir ona bir gemiye bakıyordu. 300-400 metre vardı arada. Baban çırpınarak ilerliyordu suda. Annen ise suya çoktan atlayan babanı görmüş ve o da atlamış. Ve bağırıyordu annen “Gelme! Gelme! Yüzmeyi bilmiyorsun sen gelme!” Baban hiç dinlememiş olacak ki ilerleme çabası sürüyordu. Annen de atladı suya genç adam.  Birbirlerine doğru ilerleme umutları vardı içinde. Ancak ikisi de çok yavaştı. Herkes artık olacakları izliyordu. Kimse de atlamadı suya ha! Kimse atlayamazdı. O kadar dalga vardı, o kadar kızgındı deniz. ” Hamza gözlerini yukarıya doğru kaldırdı. Gözlerinin yaşardığı çok belliydi. Çapacı Dede anlatmaya ara verip ekledi. “Ağlayacak mısın sen he? Anlatmıyorum ben.” Hamza hızlıca gözlerini Çapacı’ya verdi. “Lütfen, lütfen” diye süslendirdi bakışını.  “Eh tamam. Devam ediyorum. Aralarında 10 metre kadar filan kalmıştı.” Yutkundu burada Çapacı. “Aşırı yoruldukları belliydi. Daha da yaklaşamadılar genç adam. Ellerini uzatmışlardı birbirine. Yetişemediler. Hiç güçleri kalmamıştı. İkisi de suyun altına girdi. Genç adam sakın üzülme. Görmedik biz ama onlar kesin kavuştular. Suyun altında bir yerde sarıldılar birbirlerine. Belki balık oldular, belki kum, belki su. Onlar şimdi bir yerde mutlu mesut yaşıyorlar. Hatta belki seni izliyorlar he? Öyle güçlü bağ vardı ki aralarında. Şüphesiz onlar kavuştular. Genç adam, kaygılanma.” Hamza’nın gözleri kıpkırmızıydı. Ağlamak için komut bekliyor gibiydi. İçin için yanıyordu. Başında büyük bir ağrı, kulaklarında büyük çınlamalar vardı. Hamza’nın yüreği paramparçaydı. Annesinin selasını dinlemekten daha zordu bu. Babasının elini öpememek kadar feryat ettirici. Çapacı bir süre onu izledi. Sonra söze girdi. “Yoksa ağlıyor musun genç adam? Ağlamıyor musun? Ağlama, hiçbir insanı iyi etmedi ağlamak. Ben de kaybettim her şeyimi. Kaybettim, kaydı gitti elimden. Ah, oğlum! Annem? Babalık?” Bir süre titredi Çapacı Dede. Sonra yerinden kalktı.

“Ya da genç adam, sen bilirsin. Ben geldiğimde gözyaşı görmeyeceğim. Çayını tazeleyim.“

Balkondan çıkıp semavere doğru yaklaştı Çapacı. Semaverin musluğunu açmak için ellerini götürdü. Ancak sadece tek elini kullanabildi. Çünkü diğer eliyle gözlerindeki yaşları silmek zorundaydı. Sonra seslendi.  “Demli içer misin sen genç adam?” Sesi titremişti. Zaten hakim de olamamıştı gözlerine. Birkaç damla gözyaşı yerin kahverengi parkesine çoktan düşmüştü. Yere aldırış etmedi ama gözlerini silmişti. Çayları doldurdu ve balkona çıktı. Hamza’nın sandalyesi boştu. Belki balık oldu Hamza, belki kum, belki su. Kavuşmaya gitmişti anne babasına belli ki. Çapacı’nın gözyaşları bu sefer balkonun fayanslarında savruluyordu. Çapacı ağlamayı sevmez ki, hemen sildi gözlerini. Sonra bir kez daha, sonra bir kez daha…

Emircan Kobaş


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

1 Yorum

Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir