Kızıl Kelebek


Kasabanın orta halli mahallesinde yeşil ahşap evin avlusundaki kalabalık her geçen dakika birer ikişer artıyordu. Bu ev, muzip kişiliğinin yanında biraz da huysuzluğuyla bilinen, insanlarla pek içli dışlı olmayan kasabanın sakinlerinden Ecevit Bey’e aitti. Yatsı namazını kıldıktan sonra uyuyan ve sabah ezanına bir daha kalkamayan Ecevit Beyi, eşi Nuran Hanım namaza kaldırmaya çalışmış, uyandırma çabalarının boşa gittiğini anlayınca, attığı çığlıklarla komşuları evlerinde soluk almış ve böylece Ecevit Bey’in ölüm haberi kasabaya yayılmıştı. Cenazesi yıkanıp namazı kılındıktan sonra kasabanın dışındaki aile mezarlığında, annesine yakın bir mezara gömülmüş ve ahali taziye için merhumun evininin geniş avlusunda toplanmıştı. Cami imamı avludaki kalabalığın arasında oturmuş Kur-an’dan sureler okuyordu. Yüzlerindeki peçelerle avludaki erkek kalabalığından sıyrılıp eve geçen kadınlar, ağıtlar yakarak dövünen Nuran Hanım’a acı bir bakışla katılıyorlardı. Kimisi içten bir ağlamayla eşlik ediyor, kimisi zorlama birkaç mırıltı çıkarmakla yetiniyordu.

Birkaç gün sonra avludaki kalabalık azaldı. Sonraki gün sıcak yemek kaplarıyla gelen komşulardan başka kimse gelmedi. Ertesi gün ise aile acısıyla baş başa bırakıldı. Nuran Hanım, Ecevit Bey’in yokluğundan dem vurulup iki kızıyla gün boyu ağlaşıyordu. Artık merhumun kıyafetleri fakir fukaraya verilecek, varsa borçları ödenip huzur içinde yatması için Yasinler okunacak, hatimler indirilecek ve her perşembe günü mezarı ziyaret edilecekti. Nuran Hanım ne kadar istemese de bir gece kızlarıyla birlikte merhumun elbiselerini geç saate kadar ağıt ve gözyaşlarıyla koklayıp bağırlarına basarak katladılar. Birkaç gün sonra kızları kendi evlerine gidecek, o ise bu ağır yük ve yalnızlıkla koca evde tek başına kalacaktı. Yorgunluğunu sarmalayan bu düşüncelerle bitap düşüp yatağa kıvrılıp uyuyakaldı.  

Hale, kardeşi Akasya’yı da alarak ellerinde sıcak birer kupa acı kahveyle birlikte avludaki çardağa geçerek hiç konuşmadan uzun süre oturdular. Geceyi ara ara delen birkaç cırcır böceği dışında ortalıkta kimseler yoktu.

Sabah ezanı okundu, sokak arasında bastonların çıkardığı seslerle camiye giden birkaç yaşlı namazını kılıp evlerine döndü. Traktörüne yüklediği gübreyi tarlaya taşıyan erkenci çiftçi gözden kayboldu. Şehir merkezine gitmek isteyen karı koca anayola doğru ağır ağır yürümeye başladı. İki kız kardeş ise hâlâ çardakta boş gözlerle etrafa bakınıp anıları bu boş gözlerle canlandırmaya çalışıyorlardı. Ama baktıklarına dair hiçbir şey göremiyorlardı. Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü? / Benim bir kere öldü kör oldum.” dizeleri belki de bu körlüğü anlatıyordu.

Nihayetinde horozlar ötüp gün ağarmaya, koyunlar otlaklara, kadınlar süt sağmaya, çiftçiler bahçelere gitmeye başlayacakları bir vakitte ayağa kalktılar. Hale, çocukluklarının saklı dolabı niteliğinde olan avlu girişindeki küçük kulübede sedef kakmalı kahverengi sandıktaki eski oyuncaklarını görmek istedi. Kardeşiyle birlikte kulübenin giriş kapısındaki paslı sürgüyü zorla da olsa açarak içerideki tozlu ve kısmen karanlık küçük odaya girebildiler.

Gözleri oda karanlığına alışınca, patlak tekerlekli bisikletlerin arkasındaki sandığı açtılar. İçerisindeki türlü oyuncakları kurcalayıp eski günleri hatırlayarak bir süre ağladılar. Babalarıyla olan anılarını ve oyuncaklar için yaptıkları küçük kavgaları birbirlerine anlattılar. Çıkardıkları oyuncakları yerine bırakırlarken sandığın dibinde pek aşina olmadıkları küçük bir karton kutu buldular. Üzerindeki hafif toz tabakasını üfleyip kapağını açtılar. İçerisinde yabancı oldukları, ilk defa gördükleri bir düzine zarfları görünce birbirlerine soran bir edayla baktılar. Kutuyu kavrayıp gün ışığının etrafı çepeçevre aydınlattığı avludaki çardağa geçtiler. Hale, kardeşinin de meraklı gözlerle kendisini süzdüğünü fark ederek eline aldığı zarfın içerisindeki kâğıdı çıkartarak sesli okumaya başladı.

Sevgili Bahar,

Bu mektubu diğer onlarca mektup gibi sana yollama cesareti gösteremeden bir köşeye atacak mıyım diye düşünüyorum. Diğer mektuplarda olduğu gibi bunda da her şeyi en baştan anlatmak istiyorum.

Ordudan gelen seferberlik mektubunu elime ilk aldığım anda bunu sana nasıl açıklayabilirim diye düşünmüştüm. Yakın zamanda evlenecektik çünkü. Hani sen annemlerle birlikte uzun süre kalmayıp ayrı bir eve geçmemiz gerektiğini söylemiştin ya, işte onun için ev bile bakmıştım. Biraz dara düşecektik belki ama mutluluğumuz bu darlığı ferahlatacaktı.

Seferberlik mektubunu eline verdiğimde yüzündeki tatlı çizgilerin nasıl bir telaşa büründüğünü sen de fark ettin mi? Kendi irademle cepheye gidiyormuş gibi bağırıp çağırmana anlam verememiştim. Evet, ben de öfkeliydim fakat elimde olmayan bir karardan ötürü hayatım farklı bir ivme kazanmıştı. Hayalini ettiğim günlerin ertelenme zamanı gelmişti. Seni de anlıyordum elbette. Ailen artık senin de mürüvvetini görmek istiyodu. Elimi çabuk tutmam gerekirdi tabii. Birçok talibinin olduğunu ve babanın senin rızan olmadan seni evlendirmeyeceğini kaç kere dillendirmiştin zaten. Bir de mahallede dilden dile dolanan dedikodular vardı. O zaman en azından bir yüzük takalım da milletin ağzını kapatalım, demiştik.

Rahmetli baban o yüzükleri takıp kurdeleyi kesene kadar ne kadar da terlemiştim. Bunu görünce, niye hiç olmadık yerde açan bir papatya fidesini görmüş çocuk sevinciyle gülmüştün? Ve sonra ben niye ağırlığını parmak uçlarıma kadar hissettiğim terli takım elbisemin içinde bir an için serin bir gülümsemeyle karşılık vermiştim? O günden geriye aklıma kazınan bunlar var. Fotoğrafçı Rauf abinin dükkânına gidip bir fotoğraf çektirelim demiştin de ben istememiştim ya. Şimdi pişmanlığın kadrajına sığmayacak kadar doluyum.

Artık gitmem gerekiyordu. Kasabadaki on beş kadar genç ile birlikte şehir merkezine kadar yürüyerek yol aldık. Kimi ardında eşi ve çocuğunu, kimi annesini ve babasını, kimi sevdiği kadını bıraktı. Şehir merkezindeki ordugâhta toplanınca ardında kimsesi olmayan birkaç kişiye de rast geldim. Öyle insanlar da varmış. Kimsesizliğin içinde büyüyüp kimse olamamış kimseler. 

Bizlere en fazla üç ay kadar sınır bölgesine gideceğimizi, savaşın pek çetin olmayacağı ve kısa sürede sonlanacağı söylendi. O kadar sevinmiştik ki. Parmağımdaki yüzüğü okşayıp gülümsüyordum. Bu gülümsemeler yerini birkaç hafta sonra hayıflanmaya bırakmıştı. Üç yüz kadar asker kavurucu sıcağın olduğu sınır bölgesine yollanmıştık. Yolculuğun yoruculuğu ve neler yaşadığımıza hiç girmeyeceğim. İlk günlerimizde bizleri ayakta tutan gücün vatan aşkı ve sevdiklerimize kavuşmanın hayali olduğunu sanıyorduk. Sonra bu gücü baltalamaya başlayan birçok şey çıktı karşımıza. Yediğimiz kötü yemekten zehirlendik, sıcağa alışamayıp hasta düştük, derilerimiz soyuldu, ayak parmaklarımız şişti.  Buna rağmen dayanıyor olası düşman saldırısı için tetikte bekliyorduk.

Peki, sen ne yapıyorsun? Güneş kızılı saçlarını örüp hâlâ omzundan sarkıtıyor musun? Ya ellerin? Hâlâ pembe kirazları andıran renkte mi? Seni özlemenin adı başka bir şey olmalıydı.

Sevinçle karşıladığımız üç ay çoktan geçmiş artık gün saymayı bırakmıştık. Dengeler çoktan değişmeye başlamıştı. Kaçmaya yeltenenler, kaçanlar, kaçarken yakalanıp göz hapsine alınanlar, artan hırsızlıklar, sinir krizleri, yetersiz yemek ve ilaçlar…

Seni düşünüyor olmak beni bir nebze bu kamuflajlın ağırlığından, kavurucu sıcaktan, tütünsüzlükten alıp kendi ikliminde serinletiyordu. Acaba son yazdığım mektuplar eline geçmiş miydi? Niye bir önceki mektubuma cevap vermemiştin? Seni cevap vermekten alıkoyan ne gibi bir meşguliyetin olabilirdi ki? Ülkenin dört bir yanından saldırı haberleri geliyordu. Sizlerin iyi olduğundan nasıl emin olabilirdim? Babam da artık yazmıyor. Ben gittikten sonra annemle ne haldedirler? Korkmaya başlıyordum. Sesinin özlemini giderdiğim mektupların da yok artık. Acaba neredesin?

Sınır bölgesinin uçsuz bucaksız ovasında görünürde kimseler yoktu zaten. Peki, niye hâlâ buradaydık, diye düşündüğümüz bir gece havadan tiz bir ıslığı andıran bir ses yankılandı. Sonrasında kocaman alevler, inleyen yaralı bedenler, yerlerde insan uzuvları, bitmeyen patlamalar…

Gözümü bir hastane odasında açtığımda ilkin seni sormuşum hemşireye. Laf olsun diye demiyorum valla. Öyle dedi. İki haftadır buradaymışım. Başım ve ayak parmaklarım çok kötü zonkluyor. Ne zaman buradan çıkarım, diye sorsam da cevap vermiyor kimse. Nihayetinde on bir gün sonra beni taburcu ettiler. Askerlerin elime tutuşturduğu kâğıtta eve gidebileceğim yazılıyordu. Çektiğim ağrı ve acıların bedelini ödediğimi belgeleyen bir kâğıttı. Hemen bir otobüse atlayıp şehre geldim. Şehri tanıyamamıştım. Renkli ve cıvıl cıvıl vitrinler, dükkânlarının önünde tavla oynayan esnaflar ve hiçbir şeye aldırış etmeden sokak aralarında oynayan çocuklar yoktu ortalıkta. Her yer koca bir hayalet şehre dönüşmüştü. Kurşun girmemiş tek ev yok gibiydi. Yaralı ayağımla ağır ağır sokaklardan geçerken askeri bir araç önümde durdu. İçinden silahlı dört asker çıkıp ellerimi kaldırıp diz çökmemi istediler. Onlara buralı olduğumu, diz çökmekte zorlandığımı ve sınırda yaralandığım için evime gönderildiğimi söyledim. Çantama koyduğum kâğıdı çıkartıp askerlere uzattım. Durumumu görünce üzüntülerini bildirip sıcak bir tas çorba, yarım ekmek ve bir elmalı yemeklerini paylaştılar. Karnımı doyurduktan sonra kasabaya gitmem gerektiğini, ailemin orada olduğunu söyleyince yüzlerine acı bir ifade çöktü. Aksi bir şey olduğunu anlamıştım. Aralarından rütbeli olan sarışın komutan, kasabanın bir ay önce boşaltıldığını ve orada şiddetli çatışmaların yaşandığını söyledi. Komutana beni ne pahasına olursa olsun oraya götürmeleri gerektiğini söyledim. Götürmezlerse yürüyerek, gerekirse sürünerek giderim ve kimse de bana engel olamaz diye ekledim. Bir saat sonra yola çıktık. Kasabanın girişine gelince kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Evlerin çoğu yıkılmış, ayakta kalanlar da kullanılamaz hale gelmişti. Sokaklar ölü hayvan kokularından geçilmiyordu. En azından kokunun sadece hayvanlardan geldiğini düşünmek istiyordum. Evimizin önüne ya da evimiz sandığım moloz yığının önünde durduk. Sızlayan ayaklarım daha fazla beni taşıyamadı. Çöktüm yere ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Komutan, köy halkının tahliye edildiğini ve hiçbir can kaybının olmadığını söyleyince kısmen de olsa rahatlamıştım. Anne ve babamın muhtemelen nerede olduğunu biliyordum. Yakın aile dostumuz Faik amcalardan başka gidecek yerleri yoktu. Peki ya sen? Sen nerdeydin?

Evinizin önüne geldiğimde kırık dökük bir taş ev gördüm. Salonun yarısı yıkılmıştı. İçeri girip odaları gezdim. Odanda her şey yerli yerindeydi. Nasıl bir telaşla kaçmıştınız da hiçbir şey almadan gitmiştiniz. Tozlu komodinin üzerindeki tarakta birkaç kızıl saç telin duruyordu. Bir de küçük bir çerçevedeki fotoğrafın. Bir yüzüğe bir de fotoğrafa baktım. Fotoğrafı çerçeveden çıkartıp çantamdaki cüzdana iliştirdim. Umarım iyisindir. Umarım… Umarım yaşıyorsundur.

Şehre döndükten sonra anne ve babamı bulmak için Faik amcalara gitmek için yine otobüse binip yollara düştüm. Tahmin ettiğim gibi Faik amcalarda perişan halde buldum onları. Oturdum ve olup bitenleri baştan sona anlattım. Onlar da, Faik amcadan bulunduğum askeri bölgeyi telefonla arayıp haber vermeyi istemişler fakat telefon direklerindeki sıkıntıdan ötürü bana ulaşamadıklarını, durumu anlattıkları mektubun ise cevapsız kaldığını söylediler. Annem beni sıkıca kavrayıp gözyaşı döküyordu. Sakinleşince seni sordum. Bilmediklerini, kasabaya ani bir baskının olduğunu ve herkesin can havliyle kaçtığını, askeriyeye sığındıklarını ve ondan sonra oradan tahliye edildiklerini söyledi. Babam da bir şey bilmiyordu. Tanıdık her simaya seni sordum, belki görmüşlerdir ümidiyle. Ama yoktun. Hiçbir yerde yoktun. Sanki hiç var olmamış gibiydin. Oysa hatıran hâlâ benle. Faik amcanın devlet dairelerinde çalışan arkadaşlarına ne kadar sordurduysam da bulamadım seni. Sanki yeryüzünden bir çırpıda silinmiştin. Birkaç yıl böylece seni arayarak geçti. Artık ümidim tükenmeye başlamıştı. Kendimi tüketeli uzun zaman olmuştu zaten. Bir yerlerde iyi olduğunu umuyordum.

Ailem senden ümidi kesmemi istediler. Faik amcanın kızı Nuran ile evlenmemi münasip görmüşlerdi. İtiraz etmeden kabul ettim. Hanım hanımcık ve sıcakkanlıydı Nuran. Evlendikten birkaç yıl sonra ilk kızımız Hale ve üç yıl sonra da ikinci kızımız Akasya doğdu. Görsen seversin ikisini de.

Arada bir aklıma gelmedin değil. Nerelerde neler yapıyorsun diye soruyordum bazen kendime. İşte bunların aklımın ucundan dahi geçmediği bir zamanda gördüm seni. Kızıl saçlarını. Bir bakkaldan çıkmıştın ve elindeki poşetleri taşımana yardım eden bir erkek çocuğu vardı yanında. Diğer yanında saçlarını senden almış küçük bir kız çocuğu. Sadece saçları değil, yüzü de senden parçalar taşıyordu. Küçük, yuvarlar burnu ve zarif kaşlar. Ne yapacağımı bilemediğim için öylece kalakalıp izlemekle yetindim önce. Biraz çevrene bakındın sonra alnında birikmiş küçük ter taneleri sildin. Yüzün biraz solmuş, gözaltlarında kırışıklıklar edinmiştin. Esen rüzgârla bir o yana bir bu yana uçuşan eteğini çekiştirdiğin ellerin ne kadar solmuş, parmakların ne kadar da incelmişti. Elmacık kemiklerin hâlâ ilk günkü gibi gülümsüyordu. Sonra bir sokağa saptınız. Ardınızdan geldim. Konuştuklarınızı duymuyor fakat attığınız kahkahanın yankısını işitiyordum. Karmaşık şeyler hissettim. Ne doğru dürüst sevinebildim ne de üzülebildim. Karşına çıksa mıydım? Çıksam ne diyecektim ki? Bu saatten sonra bir anlamı var mıydı? Bunca yıl neler yaptığımızı mı konuşacaktık? Ya da yapamadıklarımızı mı? Her şey gözüme daha bir anlamsız gözükmeye başlamıştı.

Çitli, yeşilliğin hâkim olduğu bir evin önünde durdunuz. Çitlerin ardında sağ şakağında belirgin bir yanık izi olan adam sizleri görünce elindeki kazmayı bir kenara bırakıp diz çökerek içeriye adım atan çocuklara kucak açtı. Çocuklar hızlıca koşarak adamı sarsıp sarıldılar. Bu kareyi sen hayranlıkla, ben ise içimde bir ukde kalarak izledim. Sonra ansızın arkanı dönünce ne yapacağımı bilemedim. Hemen arabalardan birinin arkasına gizlendim. Acaba beni görmüş müydün? Göz göze gelmedik mi yoksa? Tanıdın mı beni? Tanır mıydın? Beni görmüş olmanı o kadar dilemem niyeydi peki? Bir yandan da o sokağa hiç girmemeyi dilemem?

O günden sonra sana mektuplar yazarak yaşadıklarımı anlatmak istedim. Kaç mektup yazdım, kaçını yazarken buruşturup attım, kaçını yollamadan yaktım, kaçını biriktirip yollama cesareti gösteremedim bilmiyorum. Sabah ezanı okunmak üzere. Nuran kalkar yakında beni uyandırmaya. Onu sevdim ve hâlâ seviyorum. Sen mi? Belki de benim için koca çiçek tarlasındaki güzel ve kızıl bir kelebektin.

Ecevit

Kız kardeşler uzun süre kendilerine gelemediler. Hale mektup kutusundaki tüm zarfları çıkartınca en altta bir yüzük gördü. Hemen yüzüğün altında da kızıl saçlı genç bir kadının fotoğrafı. Akasya’ya göstermeden diğer zarfları üstüne koyarak kutuyu kapattı. Sabah güneşi artık öğle sıcaklığına yerini bırakmak üzereydi. Uykuları mektup aralarına kaçmıştı. Biraz sonra Nuran Hanım dışarı çıktı. Hale zarf kutusunu arkasına gizledi. Asık yüzlerini, babalarının acılarına bağlayan Nuran Hanım hiç konuşmadan aralarına oturdu ve onlara sıkıca sarıldı. Tam bu sırada dış kapının sesi duyuldu. Nuran Hanım kızlarıyla birlikte kapıya yöneldi. Kapıyı açtıklarında karşılarında sağ şakağında yanık olan bir adam, onun elini tutan erkek bir çocuk, kızıl saçlarını elini tuttuğu annesinden alan küçük bir kız gördüler.


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir