
Her şeye ve herkese rağmen akıp giden, kendiyle birlikte birçok şey götüren zamanın bu şuursuz seyrinde seni görebileceğimi, gördükten sonra yıllar öncesine dönebileceğimi hiç ummuyordum. Hâlâ hayatın karşımıza umduklarımız ve hayal ettiklerimizle çıkmayacağının bilincine varamamıştım. Zamana ve mekâna sığmayan bir düzlemde duruyor gibiydim.
Bunca yıldan sonra bile saçların ilk gördüğüm günkü kadar uzun ve diriydi. Yüzün ellerime sığamayacak kadar güzel, gözlerin ise gereğinden ciddi ve yeri geldiğinde bulutlara yağmur yağdıracak kadar canlıydı. O çok özlem duyduğum, pazar sabahları açan güneş kadar iç ısıtan gülüşün hiç eksilmemişti. Bana gülümsememiştin. Yine bir başkasının gözlerinde ışıldayan gülüşünü izliyordum. Bir çiçeğe bakar gibi bakıyordum güneşli gözlerine.
Karşına çıkmak için aradığım cesareti bulamadım. Bulsam neleri değiştirebilirdim? Yer bulamadığım dünyanda bunca zaman sonra kendime dair bir şeylerin çıkmasını mı umacaktım?
Soğuk hava tenindeki gözeneklerde küçük kızıl kabarcıkları belirginleştirmişti. Bundan olsa gerek, paltonu çekiştiriyordun. Nedendir bilmem ama içimi birden, ellerindeki poşetleri taşıyıp birlikte aynı evde soluklanacağın birinin çıkacak oluşunun korkusu kapladı. Bu tuhaf hissiyatı bir kenara bırakıp ne yapacağımı, neden yapacağımı bilmeden peşinden gelmeye karar verdim. Bana yabancı gelen sokaklarda sen önde ben de ardında geliyordum. Hâlbuki seninle bu şehri köşe bucak gezerek en ücra noktadaki sokakları birlikte bitirmeyi, bitirdikten sonra sahilde soluklanıp soğuk havanın çizdiği yüzünde bir çiçeğin ömrünü yaşamanın hayalini kuruyordum. Sahilde kırmızı yelekli, seyyar arabasındaki büyük kazanda dumanı tüten salebine tarçın serpiştiren çocuktan alacaktık saleplerimizi. Herhangi bir banka oturup deniz dalgalarının bize yarını anlatmasını dinleyecektik. İçinde bulunduğumuz zamanın ötesinde birbirimize dahi anlatmadığımız hayallerimize uzanırdık belki de. Hava soğuk olur, ellerini ısıtırdı ellerim.
Belki ve keşke duraklarını geride bırakıp yolun karşısına geçtik. Yorulmuştun, ellerindeki poşetleri bir süre yere bırakıp soluklandın. Çevreye bakınıyordun. Renkli vitrinlerde pahalı mücevher ve altınları kaldırıp kasaya yerleştiren kuyumcular, yıpranmış mankenlerdeki göz alıcı kıyafetler, çeşit çeşit yiyecek ve envaiçeşit baharatın kokusuyla kaplanmış bu sokakta, varlığın dışındaki her şeye kapalıydı gözlerim. Hiç beklemediğim bir anda nedense arkana dönme gereğini hissettin. Beni fark etmiş olabileceğinin korkusu içimi kapladı. Kalbim uzun zamandır kapalı kaldığı odadan çıkmışçasına tedirginleşti. Beni görmediğini umarak bir evin merdiven boşluğuna sığındım. Geri baktığımda, son bir gayretle, sana ağır geldiğini hissettiğim sırtındaki paltoyu birkaç kez daha çekiştirerek yeniden asıldığın poşetleri hışımla kaldırıp yola devam ettin. Girdiğimiz sokağı sis kaplamıştı. Nefesinle buğulanmış gibiydi yeryüzü.
Kahverengi ahşap pencereli, küçük avlusu reyhanlarla çevrilmiş dört söğüt ağacının eşiğindeki kapının ardında yükselen iki katlı taş bir evin önünde durdun. Bitap düşmüştü kolların. Ona rağmen poşetleri yere bırakmayıp ayağınla kapıyı tekmelemeye başladın. Işığı yanan odadaki perdenin ardında beliren bir gölge kapıya yöneldi ve aralanan kapıda on yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Kapı gölgesi küçük kızın yüzüne oturduğundan mı doğru dürüst seçemedim bilmiyorum ama sana benzetemedim. Soğuk hava bir süre içeriyi doldurdu ve kapı aralığında kayboldunuz.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Tüm duygularım bir saatin sarkacı gibi gidip geliyordu. Mahallede biraz dolandıktan sonra kırık camını kartonla kapatmış kambur terziyi, çürümüş meyveleri ayıklayan manavı ve kepenklerini indiren tesisatçıyı geride bırakarak evinin sokağında bulunan kahvehaneye girdim. Sekiz masadan ibaret, duvarında birkaç milli takım posteri, çerçevelenmiş resmi belgeler olan bu kahvehaneyi orta yaşlı bir adam işletiyordu. İçeri girer girmez göze batmıştım. İşletmeci beni güzel karşılayarak masalardan birine oturtup çırağına seslenip masaya çay istedi. Meraklı gözlerin üzerimde olduğunu biliyordum. Bu gözleri kendi masalarındaki muhabbete döndürmek için mahalledeki okula öğretmen olarak atanıp buraya taşınacağımı, ev aradığımı söyledim.
“Tam da yerine geldin öğretmen bey. Ağabeyimin evi uzun süredir boş. Mahalleye dışarıdan bir memur, öğretmen falan gelmezse öylece kalakalacak. İyi ettin de geldin. Kira için de çok şey istemiyoruz. Çayını içtikten sonra istersen gidip eve bakalım.”
Zoraki gülümseyip teşekkür ettim. Çayımı bitirince ister istemez takıldım adamın peşine. Adam konuşunca susmak bilmiyordu. Ben ise soluduğun sokaklarda yürümenin heyecanı ve utancıyla gülümsüyordum.
İki katlı taş evin önünde durduk. Bu, az önce kapının aralığında seni gördüğüm evdi. Göğsümün daha bir hızlı kabardığını fark ediyordum.
“Ağabeyiniz burada mı yaşıyor?”
Hiç susmayan bu adam bir an duraksadı.
“Burada yaşıyordu. İki yıldır cezaevinde.”
Başka bir şey sormadan üzüldüğümü belli edercesine başımı önüme eğdim. Kapı eşiğine gelince bir yerlere tutunmaya çalıştım. Yüreğimde dinmeyen kıpırtı dizlerime yansımıştı. Derin bir nefes alıp dirayetli olmaya çalıştım. Kokunu kapı eşiğindeki reyhanlara bırakmış gibiydin. Kapı ikinci çalışında on beş yaşlarında bir erkek çocuğu tarafından açıldı. Gözleri doğuştan sürmeliydi. Çatlak dudaklarının gülümseyişiyle daha da belirginleşen elmacık kemiklerini senden almıştı. Senden bir mucize karşımda duruyordu.
Bizi güler yüzle karşılayıp içeri buyur etti.
“Annen nerde? Yukarı katın anahtarı lazım.”
Tam da o sırada zaman, tüm gerçekliğini ve hızını başka bir evrenin boşluğuna bırakmışçasına durağanlaştı. Koridorda ışıldayan bir inci gibi belirdin. Kırmızı eteğine işlenmiş çiçekleri kıskandıracak güzellik ve ihtişamınla yürüyordun.
Beni görünce hiç bozuntuya vermeyişini garipsedim. Bir an beni tanımamış olduğunu dahi düşünmedim değil. Gözünde geçmişin güzel anılarını canlandırdığını görmeyi diliyordum. Fakat bunun farkına varacak kadar bakamamıştın. Geldiğin odaya bu sefer daha mahzun dönerek belki de içindeki o garip hissiyatı yansıtmamak adına biraz oyalandıktan sonra kırmızı bir kurdeleden sarkan anahtarı getirdin. Bu sefer parmak uçlarındaydı gözlerin. Sobası seninle tüten şu evden çıkmak istemeyişimin sessizliğini adam bozdu, anahtarı aldık ve üst kata çıktık.
Adamla üst kattaki daireye geçerken ne dediğini anlama gayretine girmeden dinlemeye çalışıyordum. Çünkü aklım, varlığının tüm hücrelerime tutunduğu gerçeğiyle boğuşuyorken dışarıdan gördüğüm yansımaların, işittiğim seslerin, dokunduğum insanların bir önemi kalmıyordu. Bunca yıl kim bilir neler yaşayıp bir satır aralığına dahi doldurma gereği duymamıştın. Yüzündeki güzelliği, iyi niyetinin kirpiklerinde yeşerttiği inceliği soldurmayan hayat karşına neleri, kimleri çıkartmıştı? O çocuklar mı hayatta tutuyordu seni ya da yaşamaya değer bir hayat sürüyor muydun sahiden? Bunca yıl sonra bile herhangi bir şehirde, herhangi bir zamanda seninle yüzündeki kırışıklıklara kazınmış olan anıları, zamanda yitirdiklerimizi ve gelecek hakkında konuşmayı nasıl istediğimi bir bilsen. Seni bir tarihin başlangıcında bulmanın hayaliyle gidiyorum.
Kahvehaneye döndüğümüzde adama evi beğendiğimi ama bana biraz süre vermesini istedim. Üç gün daha mahallede dönüp dolaştım, seni bir kez daha görebilmek umuduyla. Fakat bunun içimde doğurduğu kötü hissiyatı bir türlü içimden atamıyordum. Hayatınla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyor oluşumun verdiği cesaret miydi beni böyle bir girdaba sokan? Yaptığımın doğru olmadığının farkındaydım ama içimde kabarmış olan, yeniden canlanan duygulara yenik düşüyordum. Belki de tek istediğim yüzünde, kendimde bulduğum bu garipliği görebilmekti.
Kahvehanecinin adının Salim olduğunu ertesi gün öğrendiğim. Hâlâ adımı merak edip sormamıştı. Öğretmen bey diyerek geçiştiriyordu. Merakım ağır basıp ağabeyinin neden cezaevinde olduğunu sorunca kaşlarını çatarak çok fazla soru sormamam gerektiğini söyledi. Gün boyu soğuk tavırları bende anlamsız bir korku doğurdu. Üçüncü günün akşamı altmışlı yaşlarında bir adam müsaade isteyerek masama oturdu. Önce çevresine bakındı, sonra da iki çay istedi.
“Evladım maksadım seni korkutmak değil ama aklın varsa şu Salim’den uzak dur. Başka bir ev bulabilirsen bul, hatta bu lanet mahalleden çıkabilirsen çık git. Kalma buralarda. Yazık eder sana o adam.”
“Neden öyle dedin ki amca? Geldiğim günden beri bana yardımcı olmaya çalışıyor.” diyerek garipsedim.
Adam beni rahatsız edecek bir şekilde gülümsedi. Gülümseyişindeki alaycı tavrı sezmiştim. Salim’den dinleyeceğimi sandığım hikâyeni bu yaşlı adamdan dinleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.
“Bu Salim kalıbına sığmayan, kardeşine dahi acımayan berbat bir adam. Adam dediğime bakma. Seni götürdüğü evin alt katında oturan kadını gördün mü?”
“Üst kattaki dairenin anahtarını almak için giderken gördüm.” diyerek ne diyeceğinin merakıyla sözlerine devam etmesini bekledim. Adam yeniden etrafına bakındı, Salim yoktu ortalıkta çırağı da tezgâhta birikmiş bardakları yıkıyordu. Rahatlamış bir tavırla bana doğru eğildi.
“İşte o gördüğün kadın Salim’in kardeşi, rahmetli Celal’in karısı Nergis’ti. Salim rahat bırakmıyor kadını. Yengesinde gözü olan adamdan ne beklersin?”
Daraldım. Kaçıp gitmek, buraya hiç gelmemiş olmayı dileyip uzaklaşmak istediysem de kalıp dinlemeyi tercih ettim.
“Salim’in küçük kardeşi Celal, Nergis ile evlendikten bir süre sonra mahalle arasında Salim’in yengesinde gözü olduğu söylentisi mahallede yayılmaya başladı. Bu söylentiler Celal’in kulağına kadar gittiyse de ağabeyinin böyle bir şey yapmayacağını, bunun sadece bir mahalle dedikodusu olduğuna inandı. Ya da inanmak istedi. Bir süre sonra tıpkı senin gibi mahalleye yeni taşınan, şu sana gösterilen dairede kalan kendi işinde gücünde olan bir memurun başını yaktılar. Sözde bu memur Celal’in olmadığı zamanlar evlerine uğrayıp münasebetsiz davranışlar sergiliyormuş. Salim, mahallede kendisi için söylenenlere bir son vermek için kardeşini o kadar dolduruşa getirdi ki Celal ağabeyi hakkında hâlâ ortalıkta dolanan söylentileri de kaldıramayınca gidip o garibanı alnının çatından vurdu. Tabii bu süreçte kimse Nergis’in ne dediğine, ne diyeceğine bakmadı. Onun söylediklerinin bir önemi yoktu. Sonuçta kocasına bir çocuk dahi veremeyen yarım bir kadındı. Celal hapiste rahat yüzü görmedi. Kimine göre Salim tarafından, kimine göre o gariban memurun akrabaları tarafından öldürüldü. Kocası önce hapsi boylayıp sonra öldürülen Nergis için ailesi bir karar alacaktı. Ama Salim önemli bir şeyi atlamıştı. Nergis aile geleneklerine göre zaten dışarıdan biriyle evlenemeyecekti. Alınan karara göre, Celal’in en büyük ağabeyi Mesut ile evlenecekti. Garibim çaresizce, ister istemez kabullendi. Mesut’un kıza etmediği eziyet kalmadığı gibi Nergis’ten 3 çocuğu oldu. Ee mahalleli de anladı ki sorunlu olan Nergis değil Celal’di. Ama ne fayda? Ne Nergis ne de çocuklar bu adamdan gram sevgi, saygı göremedi. Mesut’un diğer eşi ve çocukları da ayrı evlerde yaşamalarına rağmen bunlara etmediğini bırakmadı. Mesut’un geldiği gecelerde evlerinde hır gür eksik olmazdı. Bir gün sabahın köründe jandarmalar gelip Mesut’u apar topar alıp götürdüler. Kimse ne olduğunu anlamamıştı. Meğerse çocuklardan en küçüğü ormanlık bir alanda ölü bulunmuş, silah da Mesut’un evinde çıkmıştı. Bu işin arkasında da herkese göre yine Salim vardı. Olan yine Nergis ve çocuklarına oldu. Ne kendi hayatını yaşayabildi ne de çocukları. ”
Adam duraksadı, ceketinin cebinden çıkarttığı sigaradan bir tane alıp bir tane de bana uzattı. İkramını geri çevirmedim.
“Salim ümidini hâlâ Nergis’ten kesmemiş. Gecenin köründe evlerine girip rahatsız ettiğine bir kaç kere şahit oldum. Sana da yazık etmeden uzaklaş bu adamdan evladım. Aklın varsa git, kalma buralarda.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Bu adama inanmak için bir sebebim olmadığı gibi onun da yalan söylemesi için bir sebep göremiyordum. Sigaramı boş, metal kül tablasında söndürüp müsaade isteyerek, adamı sigara dumanının ve batak oynayan iki masanın küçük kuru gürültüsünün ardında bırakarak çıktım.
Dışarıda kuru bir soğuk vardı. Ellerim cebimde nereye gideceğimi dahi bilmiyorken son kez iki katlı taş evin önünde durdum. Bir süre öylece bekledim. Yaşadıklarını dinlemenin zorluğunu çekerken bu kadar şeyin sana reva görülmesi içimi çürütmüştü. Son bir kez bulunduğun sokağı soluyorken ışığı yanan perdenin ardında belirdin. Yüreğimi araladığın gibi perdeyi araladın. Bana bakıyordun. Ne düşündüğünün bir önemi yoktu. Ne olduğunun, neler yaşadığımızın, daha neler yaşayacağımızın da. Hayat bize mutlu cümleler kurduracak kadar gülümsememişti. Artık bakmanın ve kalmanın bir şeyleri değiştirmeyeceğinin bilinciyle seni son kez görerek bir daha bu taş evin önünde durmamak üzere gidiyordum.
Ardıma bakmadan, beni izleyip izlemediğinin merakıyla mahalleyi terk ettim.
Kendimi, deniz dalgalarının kayalıklara çarparak yüreğimdeki ümit kırıntıları parçalıyormuşçasına dövdüğü sahilde buldum. Salep satan çocuk yoktu ortalıkta. Bira içen bir kaç genç dışında kimseleri görmedim. Bir banka oturdum.
Tanrı bize yeniden bir hayat bahşetseydi yine aynı hataları yapıp aynı insanlara denk gelecektik. Yine hayalleri sadece güzel ve mutlu günlerin umuduyla kuracaktık. Güzel anlarımızda hep başkalarıyla olacaktık. Ama yıldığımız, tükendiğimiz ve ümidin silikleştiği anlarda tek başımıza kalacaktık. Ben seninle kuyu dibindeki karanlığı ferahlatacak ışığın geleceği ümidinin hayalini kurdum.
Yorgunsun. Yorgunluğunla eşdeğer bir kar yağıyor şehre.
Rıhtımda bir yolcu teknesinin ışıkları yandı, motorunun sesi denizi dalgalandırıp yeryüzüne inen karın karıştığı beyazlıkta köpükler çıkartarak yolculuğa hazırlandı. Banktan kalkarak lapa lapa yağan karda, bira içen gençleri geride bırakıp ışıkları yanan, nereye dahi gittiğini bilmediğim teknede cam kenarında, bağlamasını bacakları arasına alan takım elbiseli bir gencin yanına oturdum. Nereye gittiğimin bir önemi var mıydı bilmiyorum. İnsanın kendine dahi yabancı olduğu şu dünyada mekânın, zamanın veya insanların ne önemi vardı? Avuçlarımdaki son kar taneleri de teninde solan dudaklarım gibi kurudu. Tekne gürültüyle sarsılarak rıhtımdan ayrılırken ben yabancı olduğum bu dünyayı ve seni karlı gecenin soğuk karanlığına gömerek bilmediğim bir yarına yol aldım.
Eline sağlık güzel hikaye.
Teşekkür ederim abi.