Bekleyiş


Steve Mccurry – Pakistan 1981
 Bir kaç sene önce yazma konusunda sıkıntı çektiğim bir zamanda, bir fotoğraftan hikaye yazma fikri aklıma gelmişti. Bu tür etkinlikler başkaları tarafından yapılıyor muydu, bilmiyorum.   Sadece hoşuma giden fotoğraflara hikayeler yazmaya başladım. Bu şekilde tıkandığım dönemlerde yazma becerimi geliştirmek adına giriştiğim bu çaba daha sonra devamlılık kazandı.Bir Fotoğraf Bir Hikaye kategorisi altında bloğumda yazmaya başladığım bu etkinliği İncetezat bünyesinde   devam ettirme gayretiyle yazdım.  Fotoğrafa yazdığım hikaye fotoğrafın öncesi veya sonrasını  anlatmakla birlikte genellikle hikayenin kilit noktaları o fotoğraf anını anlatmaktadır.   

Taliban öncesi Afganistan’da yaşamak zordu. Taliban Afganistan’ında yaşamak daha da zordu. Taliban sonrası Afganistan’da yaşamak ise tamamen şans çarkının nasıl döndüğüne bağlıydı. Kalabalık bir pazarda bombalı saldırıda ölme ihtimali kalp krizinden ölme ihtimalinden oldukça yüksekti. Normal bir ölümün anormal görüldüğü zamanlardı.

İşte tam da bu zamanlarda Hindikuş Dağlarının Kabil’e uzanan kollarının zirvelerinden birinde Rakin köyünde hayat olağan akışında ilerlemekteydi. Bu küçük köyün şehir hayatından izole bir şekilde yaşadığına aldanmamak gerekirdi. Çünkü bu köy Faraz adındaki uyuşturucu kuryesinin himayesindeydi. Taliban’dan aldığı malı Rakin’e getirir ve her seferinde iki tıknaz, çelimsiz çekik gözlü kuryelere teslim ederdi. Faraz bundan sonra malın hangi ülke sınırları içerisine gittiğini bilmezdi. Zaten umrunda da değildi. Faraz aldığı paraya bakardı. Aldığı para her ne kadar çok yüksek bir meblağ olmasa da paranın büyük çoğunluğunu kendi alır diğer geri kalanını ekibindekilere adeta koklatırdı. İşi kendisi bağladığı için kimse karşı çıkamazdı. Malı en düşük fiyata onlar taşıyorlardı. Çünkü bundan önce Tagab, Nejrab, Pesenta ve Nilaw’daki kuryelerin umursamaz tavırları ve işin tehlikesini öne sürerek aldıkları paradan memnuniyetsizliklerini dile getirmeleri Taliban’ı bıktırmış, böylece çıkan anlaşmazlıklardan işler sarpa sarmış, doğan boşluğu Taliban’da üst rütbelilerden tanıdıklarını devreye koyarak düşük bir ücret karşılığı doldurmuştu Faraz ve ekibi. 5 kişilik bir ekip. Faraz’ın kuzenleri Hamza, Rizwan ve Rizwan’ın iki oğlu Tarık ile Zarif.

Şehre, köyün ihtiyaçlarını karşılıyorlarmış gibi giderler ve pazardaki militanlardan aldıkları domates kasaları içindeki malı çekik gözlü kuryelere teslim etmek için Rakin’e götürürlerdi. Önceleri açıkça yaptıkları teslimatı 11 Eylül’den sonra gizli kapaklı yapmaya başlamışlardı. Taliban’ın etkisini kırmaya yönelik koalisyon güçlerinin yaptırımları giderek artıyordu. 11 Eylülden sonra işler aksasa da devam etti.

Beş saatlik Kabil yolculuğu kış aylarında tam bir eziyete döner, sarp kayalıkların karla kaplı geçitleri yedi saat kadar bir sürede aşılabilirdi. Araç yolunun dağı çevreleyerek yoluculuğu on iki saat kadar uzun bir süreye çıkarmaları onları bu kısa yoldan gitmeye itiyordu. Fakat Faraz bu zorlu şartları, atlatılan onca badirelerin açığını militanlardan belli bir ücret karşılığında kapatmaya çalışıyordu.

Bir hafta öncesine kadar malları teslim aldıkları militanlardan biri aradı ve işlerin şu sıralar pek yolunda gitmediğini ama büyük bir teslimatın yapılması gerektiğini söylemişti. Verilecek paranın da daha büyük bir meblağ olacağını da eklemeyi ihmal etmemişti. Riskler fazla oldukça ücret artardı ama Faraz teklif edilen fiyata itiraz edip işi yokuşa sürmekten korktuğu için fiyatı onların belirlemesini isterdi. Nazı sadece kış aylarındaki sorunları anlatıp karşılığını almaya yetiyordu.

Faraz uzun süredir biriktirdiği paraları alarak son sevkiyatla birlikte artık Avrupa veya Amerika’ya giderek orada lüks hayatını güzel kadınlarla geçirmenin hayalini kuruyordu. Oğlu Samir’e iyi bir hayat kurma adına yapabileceği en iyi seçimdi bu topraklardan uzaklaşmak. Bu dağ başındaki sarp kayalar bile insanı içine çeker, yutardı. Bu toprakların en büyük mayasıydı insan kanı. Ve bu toprakları mayalamak isteyen onlarca topluluk kendi sıralarının gelmesini bekliyordu.

Sırtüstü uzandığı sedirde gülümseyerek yarın olacakları merakla düşlemeye koyuldu.

Üç katırla beraber karlı sarp kayalıkları aşmak beklendiğinden zorlu geçmiş, yaklaşık sekiz saatin ardından Kabil’e varılmıştı. Tarık ve Zarif katırlarla ilgilenirken Faraz; Hamza ve Rizwan ile hararetli bir tartışma içerisindeydi. Faraz’ın kendilerinden yüklü miktarda para sakladıkları aşikârdı. Fakat karşı da çıkamıyorlardı. Geçindirmeleri gereken aileleri onların getireceği birkaç kuruşu bekliyorlardı. Hatta kendilerini seçtikleri için Faraz’ın ayaklarına kapanmaları gerekirdi. Çünkü herhangi bir anlaşmazlık çıkarsa kendileri yerine gelebilecek onlarca kişinin varlıklarından haberdarlardı. Patron ne derse o olmalıydı.

Yüzlerce insan sesinin yankılandığı, çeşit çeşit meyve ve sebzenin renkli tezgâhlarda sergilendiği pazarda büyük bir kalabalık vardı. Faraz üç katırla birlikte ekipten ayrılarak yüklemenin yapıldığı tezgâha gitti. Tezgahın arkasındaki bej renkli örtülerle çevrelenmiş küçük bölmeye girdi. Silahları elbiselerinin altında kabaran Abdullah ve Ömer adındaki militanlar kendisini karşıladı her zamanki gibi. Gerçek isimlerini hiçbir zaman bilemeyecekti. Taliban’a katıldıkları gün bu isimleri almışlardı. Bu iki militan Tacikistan’dan Taliban’a katılmış iki öz kardeşti. Uzun süredir malı onlar teslim ediyorlardı. Faraz’a, en azından aldığı paralarla üstüne başına daha iyi elbiseler alması üzerine şakalaşsalar da Faraz hiç oralı olmuyordu. Çünkü aldığı paraları sadece biriktirmekle meşguldü. Üstü başı o kadar da önemli değildi. Bunu, bir okyanus ötesi ülkede müstakil evindeki havuzun başında içeceği kokteyller eşliğinde düşünebilirdi belki. Ama henüz erkendi. 

Domates yüklü kasaları katırlara yüklediler. Malların hangi katıra yüklendiğini sadece Faraz biliyordu. Bu da sözde kendince aldığı bir tedbirdi. Malları aldığına dair bir kağıdı imzalayarak kendisine uzatılmış, içerisi para dolu zarfı aldı. Göz ucuyla zarftaki parayı kontrol edip ceketinin iç cebine atarak oradan ayrıldı.

Faraz’ın, ardında katırlarla birlikte geldiğini gören Rizwan elindeki tütün kutusundan çıkardığı sigaraları önce Hamza’ya sonra da yanlarında soluğu alan Faraz’a uzattı. Hamza hızlı davranarak cebindeki kibriti çıkarttı. Bir kaçının kırılmasıyla sonuçlansa da en sonunda alevlenen kibrit çöpüyle sigaraları yakmayı başardı.

Faraz sigarasından derin bir nefes alarak “Gidebiliriz.” dedi katırları işaret ederek. Tarık ve Zarif verilen komutla katırlara doğru birkaç adım atmışlardı ki büyük bir gürültü ve sarsılmayla birlikte yere kapaklandılar. Sanki yeryüzü keskin bir sigara dumanını göğe üflemişti. Faraz yüzüstü düştüğü yerden kulak çınlaması geçince öne doğruldu. Alnından ve sol şakağından akan ılık kanı hissetti ama oralı bile olmadı. Gözleri sadece katırları arıyordu. Önce silahına dokundu ama bu kargaşada silahlı birinin açık hedef olacağı çok aşikârdı. Kuzenlerinin şaşırmış ve hırpalanmış yüzlerine umutsuzca bakarak silahlarını kesinlikle kullanmamaları gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Kuzenleri de ilk şokun ardından bedenlerindeki uzuvların hâlâ yerli yerinde olduğunu görünce rahatlamış fakat katırlardan herhangi bir iz göremeyince rahatlamaları pek uzun sürmemişti.

Tarık yerdeki yığınla domatesin arasında parlayan iki paket gördü. Kargaşadan kaçan insanların ayakları altında ezilmeye devam ediyorlardı. Tarık kendisinin de ezilmesini göze alarak kalabalığın çiğnediği domateslerin altındaki paketlere uzandı. Diz darbesiyle kaşını yaran ve sendeleyerek yere düşen adamın küfürlerine aldırış etmeden paketlerden biri kavradı. İkinci pakete uzanırken birkaç kişi daha takılarak üzerine düştü. Sağ eline bir ağırlık çöktü ama iki paketi de sıkıca kavradı. Bırakmaya niyeti yoktu. Üzerindeki etten duvardan parçalar birer birer kalkıp koşuşturmaya devam edince Tarık domates birikintisinden elindeki iki paket ile doğruldu. Zaman kaybetmeden diğerlerinin yanına gitti. Faraz kendisine uzatılan paketleri görünce önce sevindi fakat sadece iki paket onu tatmin etmemişti. Bu malın neredeyse yarısından bile azdı.

“Mallar Rizwan’ın katırına yüklemiştim. Ne olursa olsun bulmalıyız. Hava kararmadan burada buluşuruz tekrar.  Şimdi dağılalım. Hadi!”

Büyük kalabalığı yararak sokaklara dağıldılar. Ağlayan çocuklara, yerdeki insan uzuvlarına aldırış etmeden koşuyorlardı.  Kopan bacağından sarkan kanlı et parçasının acısıyla inleyen adama da kimse dönüp bakmadı. Aradıkları tek şey Rizwan’ın katırında yüklü mallardı.

Güneş yüzünü dünyaya dönmüş, hava kararmaya yüz tutmuşken birer birer geri dönmeye başladılar. Hamza dışında herkes gelmişti. Gelenler de eli boş dönmüşlerdi. Tek umutları Hamza’ydı. Hiçbir şey konuşmadan oturmuş Hamza’nın gelmesini bekliyorlardı. Çok geçmeden Hamza Rizwan’ın huysuz katırını zorla zapt ederek geldi. Hepsinin yüzündeki karamsarlık yerini garip bir tebessüme bıraktı. Hamza’yı görünce ise ters giden bir şeylerin olduğunu anlamaları uzun sürmedi.

“Katırı sekiz kilometre ötede bir bahçede buldum. Çok ürkmüştü. Zar zor yanaştım. Kasadaki domateslerden bir kısmı dökülmüştü. Ama baktığım hiçbir kasada paketleri bulamadım. Ya yolda düşürmüş ya da birileri bizden önce bulmuş.”

Faraz, Hamza’nın paketleri alıp bir yerlerde sakladıktan sonra birkaç ay sonra gün yüzüne çıkararak piyasaya sürme ihtimalini düşündü fakat bu düşünceyi hemen kafasından defetti. Hamza’nın buna tenezzül dahi etmeyeceğine dair onlarca sebep sayabilirdi. Derin derin iç çektiler. Birkaç sigara yaktılar. Faraz, Taliban’daki üst düzey yetkili arkadaşını aramasının çaresizce oturmaktan daha iyi olabileceğini düşündü. En yakın markete girdiler. Marketin kırık camlarını bir köşede toplamış ve yeni camı taktırana kadar geçici olarak demir şebekelerin ardını şeffaf naylon muşambalarla saran yaşlı adamdan izin alarak telefon etti. Uzun uzun çalan telefon bir türlü açılmadı.

Hava karardı ama havanın karartısından daha derin düşüncelerdeydiler. Yarın akşama doğru gerçekleştirilecek teslimatta çekik gözlü kuryelere ne diyeceklerdi? Kalmanın bir fayda getirmeyeceğini düşünerek ellerinde sadece iki paket mal ve tek bir katırla geri döndüler. Uzun süren yolculuk boyunca hiçbiri tek kelime etmemişti. Bundan sonra ne yapabileceklerini düşünüyorlardı. Ya da başlarına ne gibi belalar gelebileceğini. İkincisi daha muhtemeldi. Sabaha doğru henüz gün aydınlanmadan çaldıkları kapıların ardındaki uykulu gözlerle kendilerine kapıyı açan ailelerine hiçbir şey söylemeden içeri girdiler. Büründükleri karamsar havadan gözlerini kırpmadan saatlerce düşüncelerle yataklarında debelendiler.

(devamı haftaya)


Like it? Share with your friends!

Ferhat Birlik
Uzun zamandır yollardayım. Elimde yeni yetme bir çanta. Güler yüzlü. Kendimi bilmediğim günlerden beridir yazıyorum. Bileceğim güne değin de yazacağım gibi. Yazacağız hayatı, ince elediğimiz tezatlıklarıyla.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir