
Herkesin övgü dolu sözlerini duyabilirsiniz ancak eğer kendi içinizde henüz kabuğunuzu kıramadığınızı düşünüyorsanız bu motive edici olduğu sanılan övgü ve düşünceler size çelme takacaktır ve yumurta kabuğunuza arada sırada atacağınız küçük darbelerin şiddetini azaltacaktır.
Sokak sokak dolaşan bir hurdacı misali işe yaramaz diye düşündüğünüz parçalarınızı içinize döndürdüğünüz teleskoplar yardımıyla, o kocaman boşluk içinden bulup çıkarmak, sonra geri dönüşüm kan bağışı torbalarına damla damla pompalamak, arada sırada da olsa zihninizde yaşattığınız en bencil, en şizofren ve en seri katil gazabında rüya sonlandırması olacaktır.
Herkese çok nazik davranırsınız ama kendinize gelince acımasızın da acımasızı giyotincibaşı olup yerden yere vurursunuz senelerdir yedi emin otoparkında beklemekten çürümeye yüz tutmuş olan kendinizi. Bu bir alışkanlık mı oldu? Yoksa özgüvensizlik mi, başarıya doymama, kanaatkârsızlık ya da kıskançlık mı? Motivasyon artırıcı yalanlarınızın senaristliği çok mu sardı, çok mu hoşunuza gitti?
Okumayı öğrenmenizin ardından parmaklarınızın kalem tutmasını unutması ne mükemmel! Klavye üstü kâbuslarınızı en kusursuz bin bir gece keloğlan ve yedi pamuk prenses fotoromanına çevirebilirsiniz artık… Yuh be, o kadar da demedik!
Ne kadar sınırsız değil mi? Benim klavye canavarım senin klavye canavarını döver. Daha on fırın klavye eskitmen lazım şekerim, naabeer…
Zorlandığımız noktalarda mola verebileceğimiz yerler yaratabilmek kadar güzel bir şey yok şu güzel dedikleri dünyada. Yeter ki ruhunuzu bağladığınız kişiler ile aynı istasyonda mola vermesini öğrenin. O zaman ister samanlık ister saray istasyonunda olun, yani altı oktavlık feryadınızı göremeyeceğiniz ve boğazınızdaki düğümlerden makrome örmüş her nerede olursanız olun, beraberce kanat açabilirsiniz deliler hastanesi müracaat salonuna. Kendi isteği ile oraya giden var mıdır? Elbette, ne zannettiniz, orası en güzel istasyondur, üstelik yalnız da koymazlar sizi.
Topallamadan adım atabiliyorsanız, hele bir de istediğiniz an orijinal, yan sanayi veya çakma adımlarınızı hızlandırabiliyorsanız sizden mutlusu yoktur inanın. Attığınız her adımda şükür etmelisiniz. Bedeniniz sizi acı çekmeden, hafif hafif uçarcasına götürebiliyorsa istediğiniz yere, en mükemmel faytoncuyu işe almışsınız da haberiniz yok demektir.
Ne oldu? Demin kanat açmaktan bahsediyordun? Meğer yürümeye bile takatin kalmamış değil mi? Seni gidi seni! Anlamadım mı sanıyorsun? Öyle laf kalabalığına karnımız tok. Kitap sarrafı olduk biz, katır kervanları yüküyle kitapları boşuna mı okuduk? Leb demeden lebi derya demek istediğini o kadar iyi anlıyoruz ki?
Gerçekten mi? İnanamıyorum sana…
Nerden aldım bu kitabı elime, ne biçim bir sarmal içindesin oğlum sen? Fırlatıp atamıyorum da…
Başınızdan aşağıya kaynar suların dökülmesi gibi bir şey. Canınız o kadar sıkılıyor ki o anda, başınız kaynıyor, kıpkırmızı oluyorsunuz ve terlediğinizi hissediyorsunuz, ısı ve hararet saçıyorsunuz etrafınıza, kulaklarınız ve ensenizin yanması da cabası.
İşte bu sıkıntılı anlarda kekeleye kekeleye düşünmeniz, hatta donup kalmanız, elinizin kolunuzun kalkmaması, hayattan o anı, o dakikaları kesip atmak, o film karesinden ilelebet muaf olmak istemeniz bir bebeğin başparmağını emmesi kadar, bir ırmağın bulduğu her boşluğu doldurması kadar doğaldır. Çok zor be! Ne yapsanız olmuyor işte. Ormanın içine o kadar dalmışsınız ki, börtü böcek ile o kadar içli dışlısınız ki, botanikçi profesörler bile yanınızda amatör kalıyorlar.
Yeter bu kadar kendini harap etmen. Ne zaman çıkacaksın oradan? Sen çalı çırpı, diken miken sevmezsin ki. Ömür boyu hep uzaktan seyretmedin mi dağları, ormanları? Kafanı sağ tarafa çevirsen kocaman heybetli bir dağ, orman, güzellik, coşku ve kabarıklık var. Sol tarafta ise seher vakti bembeyaz bir çarşafın üzerinde mışıl mışıl uyuyan bir prenses gibi seni bekleyen sonsuz bir körfez, dinginlik ve estetik var. Geride bırakmak zorunda kaldığın sessiz ve dalgasız geçen o naif yıllar kimlik numaran kadar uzun…
Ne oduncu olmak istedin ne de filikacı. Ne ormana ayakbastın, ne de denizde kulaç attın. Uzaktan hayretle seyretmenin eşsiz zevkine vardığını zannettin kandırıkçı şahinler güvercin peşinde koşarken.
Sınırların belli idi, sağ taraftaki çeşme ve sol taraftaki çayır. Önünde bayır aşağı önce küçük şehre sonra da İstanbul’a giden asfalt bir yol, arkanda ise kocaman bir çöplük vardı. Neden acaba diye sormadın bile. Çöp dökecek başka yer yok muydu? Tepene bakmak nedense aklına gelmedi yüzyıllarca. Güneş ve gökyüzü seni boşu boşuna beklediler, oysa sevmek ne demekmiş o zaman iliklerine kadar anlayacaktın.
Kangurular Avustralya’da yaşar. Zıp zıp zıplayamazsın öyle kafana göre, bu sınırlardan zıplayıp da kaçamazsın. Ne kangurusu oğlum! Bizim burada deve kuşu çiftliği var. Hani o başını kuma gömenlerden. O heybetli cüsselerine rağmen korkudan başlarını kuma gömen deve kuşları.
Bedenin kocaman, ruhun da bir serçe kuşu gibi hassas! Neden kurdular bu çiftliği buraya? Kendi özgüvensizliğimize yaptığımız kudurukçu salvolar yetmiyormuş gibi…
Bazen ne geçiyor içimden biliyor musunuz? Atlayacağım bilyalıma, ver gitsin asfalt yoldan bayır aşağıya. Bilyalım ile yeni maceralara vites değiştireceğim.
Rüzgâr sert esiyor anne, korkuyorum nedense baba…
Buralar değişik, buralar farklı, ağaçları bile farklı. Yüz yıllık ağaçlar diyorlar, bakınca üstü başı beyazlaşmış, bedeni yamuk yumuk kamburlaşmış, yaşlı güçsüz kesilmiş kolları yerine güçlü genç kollar çıkmış yemyeşil ağaçlar bunlar. Aşağıya baksam korkuyorum, ürküyorum, bakamıyorum o yüz, iki yüz yıllık gövdelerin toprakla buluşmalarına.
Bu ürkütücü ağaçların meyveleri insana gençlik, sağlık sıhhat verirmiş. Çorak yamaçlardaki yaşlı ve bakımsız gövdelerin üzerindeki genç dallarından dökülen o meyve nasıl da çorağı yaşama, kurağı gençliğe dönüştürebiliyor? Ne büyük bir fayda!
Ama rüzgâr çok sert esiyor burada anne. Hani erkekler hiç korkmazdı baba? Ben neden korkuyorum?
Yapmam gereken o kadar çok şey var ki; o kadar çok okumam gereken kitap, o kadar çok izlemem gereken film ve video var ki. Çok aç hissediyorum ama ömrüm yetmez tüm bunları yapmaya gibime geliyor.
Yaşlanmanın ne demek olduğunu bu genç yaşımda mı anlamaya başlıyorum? Adım atacak takatim kalmıyor, kitap okumaya gözlerim fersiz kalıyor, gözlerim ve kulaklarım tüm o filmler ve videolar için hazırlıksız yakalanmışlar. Benim gibi her şeyi tekrar ettirmek zorunda kalan, ağır işiten bir ağaç var mıydı şu koca ormanda? Kocamış mı demeliydim yoksa?
Vardır mutlaka değil mi? Ormancılar bu gibi ağaçları mı tespit edip kestiriyorlar? Aman ormancı, canım ormancı, her kimsen ve her neredeysen aman sakın yanıma yöreme yaklaşayım deme olur mu? Git…
Endişe ile beklemenin ne demek olduğunu biliyor musun sen? Neden bu kadar peşin hükümlü davranıyorsun? Endişe tavan yapmış durumda burada, ilacımız da bitti, ne olacak şimdi?
Şu rüzgârın da duracağı yok, adamın canını sıkıyor. Arılar nasılda güzel uçuyorlar, cırcır böceklerinin sesleri daha bir net geliyor.
Hadi bakalım, şimdi daha derin nefes alıyoruz, en korkulu ortamları bile rahatlatabilmenin çaresini bulacağız. Beden eğitimi öğretmenim geldi gözümün ucuna nedense? Nefes egzersizi, beyin bulutlandırma egzersizi fayda etmeyecek galiba. Molotof kokteyli mi içelim, ne yapalım?
Aslında bu derdin çaresi o kadar kolay ki: “İyilik ve güzellik.” Hangi kitabı okusam, hangi filmi izlesem, hangi konuşanı dinlesem aynı şeylerin etrafında dönüp duruyorlar. Herkes kendince anlatmaya çalışıyor; iyilik ve güzellik.
Eeee biz bunu zaten biliyorduk. Bu kadar mıydı yani? Hepsi bu mu? Benim zaten başlangıç noktam orasıydı.
Sizin bütün hedefiniz, o şaşalı, sosyetik, karizmatik yazılarınız, konuşmalarınız, kendinizi bir şey yapıyormuş havalarınıza sokmanız, başkalarını eze eze kendinizi kabullendirmek istemeniz, bütün o heva ve hevesiniz, benim başladığım yere ulaşmak için miydi?
Aman Allah’ım! Ben ne büyük yanlış yapmışım!
Neredeydi şu bilyalının fren sistemi?
0 Yorum