
“Deneme, ben’in ülkesidir.” demiş Nurullah Ataç. Günlerdir zihnimde dönüp dolaşıyor, ne devasa bu cümleyi kurabilmek. Hatta kurabilmeyi bir kenara bırakalım, içtenlikle söylemek bile büyük nitelikler ister. Bir kere deneme nedir iyi bilmek gerekir hakkını verebilmek için sözün. Bildin mi ilk aşamayı geçtin demektir. Sonra işin asıl ustalık isteyen kısmına gelir sıra. Ben ülkeni tanıma ve o iyi bildiğin denemenin aslında kendi ben ülkenin bir aynası, bazen aynasının da arkası olduğunu keşfetme. İşte bu keşif belki de insanlık tarihinde aranıp bulunmuş tüm Amerikalardan daha imkânsız, daha zorlayıcı yolların ucundadır. Ve ancak bütün bu güçlükleri aşıp artık kendini tanıyan, kendini yazan insan diyebilir ki deneme ben’in ülkesidir. Peki, kendini tanımak nasıl olur? Yani insanın kendi ondan ayrı bir şey midir ki kendini tanıma ihtiyacı duysun ve bu yol zor olsun? İki kişi midir insan? O ve kendi? Aslına bakarsanız insan, pek çok kişidir. Hayattaki birçok sorumluluğa, duruma karşı farklı kabuklar giyer. Mesela bugün otobüste yerine akbil bastığı birinden para almamak için direnirken ertesi gün de parayı vermek için direnenlerden olabilir. Yahut işte farklıdır insan, evde farklı. Kolay mı kendini tanımak? Her yaşı bile ayrı birer kişidir insanın.
İşte işin zorluğu buradan gelir. Bu, zaman boyu türlü eylemler gerçekleştirmiş sayısız benler arasında, kişi; kendini tanımaya kalkar ve genelde bulduğu ilk şey kaybolduğu olur.
Korkutucu bir gerçektir bu. Korkutucudur ancak bir o kadar da faydalıdır. Kişi, kendini arama cesaretini ve bu yola yönelmek için gerekli itkiyi onu titreten bu korkunç gerçekten alır. Ve sonunda bir adım öte ya da berideki onlardan habersiz düşer yollara. Bu kişinin kendini bilme erdemine henüz sahip olmadığı buradan da bellidir aslında. Yalnız o andaki varlığının arayışta olduğunu sanır ve yanılır. Aslına bakarsanız yanılgısı çok da affedilmeyecek cinsten değildir. Sonuçta her ne kadar farklı kabukları olursa olsun insan tek bir akla sahiptir. Ve bütün kabuklar bu tek aklın götürdüğü yönde gider. Dolayısıyla kapı kapı dolanıp sayısız karşılaşma yaşar tek aklının kendini arattığı kendileriyle. Her bir karşılaşmada daha da umutsuz ve titreyerek “bu muyum”, ” bu muyum” diye sorar içine ve dışına. Soru bu karmakarışık rastlaşmalar arasında yankılanır, yankılanır, ama asla cevaplanmaz. (Çünkü cevabı vermesi gerekenin de kendi olduğunu bilmez) Sonunda sayısız yankıyı sayısız kulakla duyan tek akıl, kaçmaya yer arar. Kişi bu kez daha büyük bir korkuyla sınamaktadır. Aklını kaçırmasın diye kendi kaçar hemen. Bütün kendilerinden uzağa, çok çok uzağa…
Sonra o delice yoğunluktan sıyrılıp aniden sessiz, kimsesiz bir uzağa kavuşmak; akla bir uyaran olur ve kişi sığındığı sonsuz yoklukta kendini aniden bulur (bulduğunu sanır). Kendi bu boşluktur (değildir). Gerçekte ise yalnızca azıcık huzurdur ulaştığı, aranılan değil. İkinci affı mümkün yanılgısıdır bu insanın.
Tüm bu yanlışlara düşmemek için bir şeyi kabul etmek gerekir. İnsan asla bir şeye eşit olabilecek basitlikte değildir. Hatta birçok şeye, aynı anda eşit olandır. “Bu muyum, bu muyum” diye sorduğu her “bu”dur. İlle bütün rollerinden, kabuklarından sıyrılmış bir ben arayan bunu yalnız toplumun yokluğu hatta ve hatta tümüyle varlığın yokluğunda bulabilir. Öznemizi az önce bahsettiğimiz ikinci yanılgıya götürecek yoldur bu. Çünkü böyle bir yoklukta insan da başlı başına boşluk demektir. Toplum yoksa iyi de yoktur, kötü de. Dolayısıyla kişi de yoktur kişilik de.
Sonuç olarak kendini tanımanın ilk kuralı; çevreden yahut kendi içinde değişken kişiliklerinden soyutlanmış, saf bir “ben” arayışına yönelmek yanlıştır, der. Yanlıştır çünkü ben ülkesi o tarafta değildir.
Ben ülkenizi bulmanız ve denemeler olup duyulmanız dileğiyle…
0 Yorum