Sığacık-Gezi Yazısı


Sığacık kelimesini ilk kez duyduğumda zihnimde canlanan sadece tozlu bir boşluktu. Hiç gitmediğim, gideni duymadığım, varlığından bile haberimin olmadığı, ıssız, dağ bayır bir yer canlanmıştı gözümde. Hey gidi cehalet! Öncesinde de tatille ilgili bir takım perdeler zaten mevcuttu gözümde. Yol çok mu uzun, yolculuk çok mu yorucu geçer? Pandemi vakti evde mi kalsak, riske atmaya ne gerek var şimdi evde geçen bu kadar aydan sonra?

İzmir çevresinde başka nereleri vardı gidilebilecek? Bu kısım da perdenin arkadasındaydı benim için çünkü İzmir’e en son on sene önce falan gitmiş olabilirim. Dağlarında çiçekler açan, sırmalar saçan altın güneşe sahip İzmir, her daim kalbimizdedir, orası net! İzmirli birkaç arkadaşı arayıp nasıl bir tatil istediğimizi anlattım. Boşluklarımı doldurmalarımı rica ettim.Hepsinin görüşü birbirinden farklıydı tabi ki… Ortak noktaları Sığacık, Seferihisar’ın aşırı sakin olduğuydu, Cittaslowmuş sonradan öğrendim… Nihayetinde tatil arkadaşımla ortak karar Sığacık seçildi. Butik otelde yer ayırtıldı ve yola çıktık…

Kendi adıma yazayım. Mikrop kapmaktan korksam da son dört ayımı laptopum önümde,yemek masamın etrafında, bir sandalyeden diğerine gibi kısıtlı hareket kabiliyetiyle geçirdiğim için tatile çok ihitiyacım vardı. Daha doğrusu varmış.Tatile çıkmadan buna ayamasam da Sığacık’a vardığımda bunun çok iyi bir karar olduğuna kanaat getirip sis perdelerini dibine kadar açtım ve kendimi tatilin tatlı kollarına bıraktım.

Ilk gün, otele varır varmaz valizleri odaya atıp Akarca tarafında bir plaja gittik. Dalgalı ama temiz, anlattıkları kadar da serin olmayan sulara atladım; ki ben soğuk sudan hiç hoşlanmam; uyukladım, uyandım. Amele yanıklarıma baktım,geçer dedim bu da geçer.

Akşam az bir atıştırmalıktan sonra otele yüyüme mesafesi bir mekanda toniğimin içindeki cinimi yudumlarken yol yorgunluğu ufaktan ufaktan vurmaya başlamıştı. Git diyordu bana, artık git yat! Gözünden uyku akıyor! Peki dedim. Tontiş minnoş sakin otelimize geri döndük ve her zamanki gibi kandırıldığımı anlayıp uykusuzluğuma çare aramaya başladım. Sonunda kendisini yendim. Zzzzzz.

Kanuni’nin Rodos seferi için yaptırdığı kalenin surları içinde köklenmiş şirin bir tatil beldesi Sığacık. Butik oteller, çarşı, surların içinde uzanıp gidiyor (Sur severiz çünkü Samatyalıyım). Küçük küçük tek katlı (en fazla iki), restore edilmiş beyaz binaların kapıları, panjurları enerjik renklerle boyanmış. Duvarlarda grafitiler ya da tepeden sarkan bisikletler ya da pembe, mor çiçeklerle bezenmiş. Daracık sokaklar arnavut kaldırımı taşlarla süslü. Hatırladıkça gözlerimin kenarlarından kalpler fışkırıyor.

Ertesi sabah aşık olduğum kahvaltıyla tanıştım. Nasıl temizlenip pişirildiğini anlayamadığım ısırganlı ve pazılı puf böreğini tekrar yeme hayali ile günleri kapattım. Sonrasındaysa kağıt helva, ceviz ve bal kaymaktan yapılmış tatlıya da aşık olmaz mıyım! Zengin kahvaltı genel olarak çok lezzetliydi ama bu iki tat birincilikte kapışır (şahsi görüşüm).

Sıra geldi Akkum taraflarındaki plaja, yine muhteşem bir deniz, kum; poz vermeyi beceremediğim anlamsız fotoğraflarım… Sosyal medyada anlamsızlığımın üzerini örtmek için, altlarına bir takım açıklamalar yazdığım doğrudur.

Akşamına çarşıda gezip hediyelik eşya bakmak; kokuların, tatların yanına meta anı da katmak boynumun borcuydu. Ilk sırada olmazsa olmaz buzdolabı magneti geliyordu. Gittiğim yerlerden magnet almazsam gezginler huzurunda oraya hiç gitmemiş mi sayılıyorum nedir… Bilemiyorum artık… Satın almamam mümkün değil, mutsuz olurum resmen… Bu arada malum, kedilerle yaşadığım için magnetler evde yaşam mücadelesi veriyor. Doğal seçilim sayesinde hala buzdolabımın üzerinde yenilere yer var. O kadarına da takılmıyorum artık…Magnetim ve birkaç duvar süsü, zeytinyağımı da yüklendim. Miss…

Magnetsiz bir tatil düşünemediğim gibi, Ege’de mezesiz rakısız bir akşam da düşünemem… Bu planımızı da vücuda getirdikten sonra, yeniden uykusuzluk ve kapanış…

Bir sonraki gün Ekmeksiz Tabiat Parkı’na gittik. Burası sadece ekmeksiz değil, susuz, tuvaletsiz, yemeksiz içmeksiz…. Neden? Çünkü kaçak binalar nedeniyle kullanıma kapatılmış. Benim gibi güneşin altında kalamayacaklar için eğimli arazide ağaçların altı gölgelik ve esintili. Sandalyeye oturmacalı, bol karıncalı, doğayla içiçe çok da konforlu olmayan bir deneyim. Ama iyi ki gitmişim. Pırıl pırıl muhteşem bir denizi olan bu koyu dünya gözüyle görmüş oldum. Dileğim çevre dostu bir tesisle koyun hizmete sunulmasıdır sayın yetkililer!

Bir sonraki durağımız Teos Antik Kenti. MÖ 1000’lerden kalma; limanlı tiyatrolu, şair ve filozof ruhlu, Akropolisli kalıntılar… Otlamaya gelen keçiler ve çan sesleri eşliğinde gezimizi tamamladık. Ören yerinin girişinde gördüğümüz market, döndüğümüzde ya kapalıydı ya da serap görmüştük. Bilemiyorum…

Hayatımda yediğim en güzel gözlemeyi Sığacık sokaklarında yemiş, bitmesini hiç istemediğim nar suyunu burada içmiş olabilirim. Kabak çiçeği ve patlıcan dolması; otlu, peynirli börek ve keçi sütlü dondurma da güzel anılarım arasında yerlerini aldı. Listemde bir de atlayamayacağım sardalya vardı. Denizden babam çıksa yer miyim? Yerim sanki.

Şurada da soğuk bir bira içelim dediğimiz mekanda saniyeler içerisinde üç beş yerimizden bizi ısıran sivrisinek ve sinekleri esefle anarken, antik kentte taşların arasında rahatsızlık verdiğimiz kertenkeleden özür diler, sevgilerimi sunarım. Korkmasam önümüzden geçen kirpiyi de severdim… Belki bir sonraki gelişimde…

Dilek GÜLCÜ


Like it? Share with your friends!

Dilek Gülcü
Kafası karışık, zamansızlığa hapis, kitapsever, müzikdinler, enstrumanist, yazar da çizemez, kedi annesi, çok düşünür az konuşur kurumsal hayatın içinde dünyalı bir yolcu. Şimdilik...

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir