Geçmişin Yükü


Seri adımlarla yürüdüğü kalabalık caddelerde hava kararmaya yüz tutmuş; göz kamaştırıcı yapay aydınlatmalar, zaten kapanmakta olan bilincini iyice köreltmişti. Kulağına gelen mide bulandırıcı uğultunun eşliğinde ilerliyordu. İnsanın durduramadığı soyut vasıflarından düşünmek eylemi onda da hâlâ devam etmekteydi. Kafasından istemeden akıp giden düşünceler anlamlı bir bütüne mi aitti; yoksa bunlar, ancak yeri bulunduktan sonra tamamlanabilecek bir yapbozun parçaları mıydı? Hiçbir şey bilmiyor, elindeki sert kapaklı, yıpranmış defteri sıkıca tutmuş, yürüyordu.

Bitmez gibi görünen bu uzun yürüyüşün sonunda sahilin kayalıklarla kaplı bölümüne dek geldi. Sahil şeridinin en yüksek kısmıydı burası. Yer yer, suyla arasında metrelerce fark oluşan taş parçaları çevrelemişti kara parçasının bu son noktasını. Bir anlık duraksamanın ardından, büyükçe bir kayaya oturdu. Cebinden çıkardığı manyotalı çakmakla sigarasını yakarak derin bir nefes çekti. Hava iyice kararmış, az önceki kalabalığın yerini dalga sesleri ve çok ilerdeki balıkçı teknesinden gelen cılız müzik nağmesi almıştı. Olabildiğince hafif esen rüzgârın, kulağına getirdiği şarkılar arasından birine odaklandı. Açık havanın da etkisiyle, taş plaktan çalınıyormuş gibi doğal bir ses yayan radyoda Müzeyyen Senar çalıyordu: ”Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime, titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime, perde-i vuslat çekilmiş, korkarım ikbalime…” Kulak kesilmiş, sözleri duyabilmek için çabalıyordu. Duydukça gözlerinin buğulandığını fark etti. İlk olarak bunun sebebinin sigara dumanı olduğunu düşündü, ama yanılıyordu. Sonunda kendini daha fazla tutamayarak, kaskatı olmuş bedenini rahat bıraktı ve hıçkırıklarla ağlamaya başladı.

En son ne zaman doyasıya ağladığını hatırlamaya çalışıyordu. Aklında yıllar öncesinden bir anı canlandı. Liseye başladığı ilk gündü. Kantinden bir bardak çay aldı. Girdiği bu yeni ortamın şaşkınlığının verdiği ürkek hallerle etrafı izliyordu. Gözü, okulun hemen dibindeki banka ilişti. İki kız yan yana oturmuş, biri hafif doğrularak diğerini karşısına almış, hararetli şekilde bir şeyler anlatıyordu. O an kimseyi umursamadan diktiği gözleriyle, durmadan konuşan kıza bakıyordu. Kızın enerjisine şaşmıştı. Her kelimesinde iki yana savrulan kısa saçları ne kadar da güzeldi. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıyırmış, söylediği sözlerin her birini elleriyle resmediyordu. Evet, tam sırasıydı; henüz kimse doğru düzgün birbirini tanıyamamışken gidip onunla konuşmayı ve arkadaş olmayı deneyecekti. Cesaretini toplayarak bankın önüne kadar gitti ve ikisinin ortasında durarak cılız bir sesle, ”Merhaba” dedi. Kızlar durmuş, şaşkın şaşkın ona bakıyorlar; o ise söylemek istediği kelimeyi ağzından çıkarmış olduğundan emin olamaya çalışıyordu. ”Acaba selam cümlesini duyurabildim mi,” diye düşündüğü sürede sessizlik tuhaf bir hâl almaya başlamıştı. Kısa saçlı kızdan cevap geldi, ters bir ifadesi vardı: ”Evet, ne istiyorsun?” Bu beklemediği cevap karşısında afallamış, gevelemeye başlamıştı. O anda olan oldu ve titreyen ellerinin arasındaki çayı kızın üzerine döktü. Tuvalete öyle hızlı kaçmıştı ki, arkasından söylenenleri bile tam olarak duyamadı. Evet, işte tam da o gün gözyaşı dökmüştü en son. Sonrasında ağladı mı, çok da hatırlamıyordu; ama gelecek zamanda, daha birçok kez, o kız yüzünden ağlamaktan beter olacaktı.

Hızlı bir sarsılmayla kayalıklara geri döndü. Saat gece yarısına yaklaşıyordu, vaktin geçiş hızına şaşırmıştı. Duyduğu kesif ter kokusuna doğru yönelerek ağlamayı kesti. Dibine kadar gelmiş bir ayyaş, elindeki büyük şarap şişesiyle duraksamış onu izliyordu. Kısa süren bakışmanın ardından, yaklaşık yarısına kadar dolu olan şişeyi uzatarak, ”Buna benden daha çok ihtiyacın var gibi görünüyor,” dedi. Sesinde davudi bir ton ve yorgun bir hâl vardı. Şişeyi aldıktan sonra tekrar önüne dönüp denize bakmaya devam etti. Ağlamaklı bir ses tonuyla ”Biliyor musun, çok uzun zaman öncesine kadar böyle şeyleri ağzıma sürmezdim. Sarhoş olma fikri hoşuma gitmezdi. Bize sunulan bilince saygısızlık olarak görürdüm. Sonra çok içtim ama. Belki senden bile çok içmişimdir. Bilincimin saygı duyulmaya değer olmadığını hissetmeye başladıktan sonra…” Konuşurken ara ara burnunu koluna sürüyor, ara ara da gözlerini kuruluyordu. ”Sence bu hayatta saygı duymayı gerektirecek bir şey var mı?” diye sordu. Sorusuna cevap gelmeyince gözlerini denizden çevirerek arkasına baktı, kimse yoktu. Çevreyi iyice bir inceledi. Yaklaşık 200 metre ilerde bankta oturan belli belirsiz bir insan silueti görünüyordu, yanılmıyorsa bir kadındı.

Müzik sesi kesilmiş, deniz daha da dinginleşmiş, kaçıncısı olduğunu bilmediği sigarası da bitmişti. Saat tam gece yarısını gösteriyordu. İçtiği şarabın etkisiyle sallanarak ayağa kalkmaya çalıştı. Kalktıktan sonra son yudumu da içip, şişeyi sert bir hareketle kayalara savurdu. Bulunduğu yerden denize ürkek bir bakış attı. Artık bu sevemediği dünyaya veda etme zamanının geldiğini düşünüyordu. Defterini pantolonunun arka cebine sıkıştırdı. Bir türlü eyleme yoğunlaşamadığını görüp, cesaretsizliğine sinirlenerek bağırdı: ”Bari son anında bu kadar ödlek olma, öleceksen de mertçe öl!” Lafını tamamladığı anda, kalabalık mekânlarda sesini duyurmaya çalışanların konuştuğu şekilde, yüksek perdeden, ”Pardon!” diye seslendi bir kadın. Bir anlık irkilmenin ardından kadını incelemeye koyuldu. Bu, az önce bankta oturduğunu gördüğü kadın olmalıydı. ”Ateşinizi kullanabilir miyim?” Boş bulunmuştu, çakmağı çıkarıp uzattı. ”Orası biraz yüksek sanırım. Bir çakmak için hayatımı riske atmak istemem. Rica etsem buraya getirebilir misiniz?” Ortanın üzerindeki boyu ve biçimli vücudu ilgisini çekti ilk anda. Biraz ilerdeki sokak lambasının ışığı, kadının gölgesini ayaklarına kadar uzatıyor ve bu gölge onu bir halat gibi uzanarak karaya çekiyordu. Dengesini toparlamaya çalışarak birkaç kayanın üzerinden atladı ve düzlüğe çıktı, çakmağı verdi. ”Teşekkür ederim, sigara kullanmıyorum. Biraz vaktin vardır herhalde. Şu bankta oturup bana anlatmak, dertleşmek ister misin?” Adam, aklı bir anda yerine gelmiş gibi sert ve yüksek sesle: ”Sen de kimsin?” dedi ve devam etti: ”Gecenin bir vakti ne arıyorsun burada? Ne ateşi, ne sigarası, dalga mı geçiyorsun!” Kadın afalladı, kendini toparlamaya çalışarak cevap verdi: ”Tamam, öncelikle sakin ol ve şuraya otur. ‘Birkaç adım ötedeki bankı işaret ediyordu. ‘Bu saatte burada olmamı açıklamamı istiyorsan otur lütfen, Murat.” ”Murat mı, demek beni tanıyorsun.” Sakinleşmiş, bu kadar çabuk sakinleşmesine kendi de anlam verememiş hâlde oturdu. Kadın da, görevini tamamlamış insanlara has bir edayla derin bir oh çekerek yanına oturdu.

Belli ki bu daha ilk aşamaydı, Murat da ”Hadi anlat” dercesine yüzüne bakmaya başlamıştı zaten. ”İsmim Pınar. 4 yıl boyunca aynı üniversitede olmamıza rağmen beni tanımanı beklemiyordum. 2 yıl önce Ankara’ya yerleştik, ben okul dolayısıyla geri geldim. İlk kez ailemden bu kadar uzakta yaşadım. Şu sön dönemlerin bitmesini iple çekiyorlar, ama bir yanım İstanbul’u terk etmemem gerektiğini söylüyor. Sanki Boğaz’ın, şu iki yakanın bir çekim kuvveti var; insanı arasında hapsediyor. Burada iş bulabilirsem belki…” Murat’ın ifadesi yine sertleşti. Kızın bu saatte burada olması yetmiyor gibi, alakasız bulduğu cümleleri de canını sıkmaya başlamıştı. ”Sadede gelecek misin, hayat hikâyeni anlatmaya mı geldin buraya?” ”Tamam tamam, özür dilerim. Asıl söylemek istediğim… Ev arkadaşımla dışarı çıkmıştık. Seni buraya gelirken gördüm. Arkadaşımı yanımızdaki diğer arkadaşlarla bırakıp peşine düştüm. Eminim şu an telaşla beni arıyordur. Telefonumu kapatmamış olsam ikimiz de bir hayli rahatsız olacaktık şu an. Durumun çok kötüydü, içime bir sıkıntı düştü. Buraya gelip oturduğunda hislerimde haksız olmadığımı gördüm. Şimdi daha iyisin değil mi? Hadi gel bizde kal, bu gece bir sabah olsun öyle konuşalım. “Hayır, hiçbir yere gidemem. Çok düşündüm, burası benim nefes alıp verirken ki son mekânım olacak.”

Pınar, bu hâl karşısında tebessümlerine son verdi ve ciddi bir tavır takınmaya başladı. ”Tamam Murat, yeter artık. Bu oyuna bir son verelim. Hadi gözlerimin içine bak, sadece bana odaklan ve sana kendimi anlatıp anlatmam konusuna sen karar ver. Gerçekten tanımıyor musun beni?” Murat’ın irkilmesi, şimdiye kadarki şaşkınlıklarının toplamından daha fazlaydı. Bu sözler karşısında afallamıştı. Ona karşı çıkmak, bir şeyleri reddetmek, ağzının payını vermek istiyordu; fakat o malum kâbuslardaki gibi boğazı düğümlenmiş, kelimeler ses tellerinde rehin kalmış, dışarı çıkamıyordu. Bu sessizlikten hoşnut görünen Pınar büründüğü rahat tavırla konuşmaya devam etti. ”Benim Murat, karın Pınar. Bunu sen de adın gibi biliyorsun. O elindeki defteri okudun yine değil mi? Hâlbuki okumamak için söz vermiştin kendine, hatta yakıp atacaktın onu, ama hayatına son verme arzuna katkıda bulunmasını düşünerek açtın kapağını. Defteri, evlendikten sonraki ilk doğum gününde ben almıştım sana. Güzel anılarımızı yazıp geleceğe gönderecektik. Seninle ilk karşılaştığımız lisenin açılış gününden, sonrasında üniversitede tekrar karşılaşıp sevgili olduğumuz güzel zamanları, evliliğimizin ilk aylarındaki taze mutluluğumuzu bıkıp usanmadan yazdın. Şu yaşadığımız anlar bile yazılı orada değil mi? Zaten okumuş olmasaydın, ilişkimize ilk adımı attığımız bu sahilde olmayacaktın Murat. Her şey aynısı gibi oldu değil mi, yüzüme bakar mısın? Annenin ani ölümünü kaldıramamış ve burada perişan hâlde içerek, intihara cesaret etmeye çalışıyordun. Az önceki gibi tesadüfen rast gelmiştim sana. Sonra tatlı telaşlarla geçen çok mutlu bir 3 sene yaşamıştık, o lanet güne kadar…”

Durdu, derin bir nefes aldı ve devam etti. “Ben öldüm Murat. Sen de yaşlandın. Az önce gördüğün ayyaş sendin, ayyaşın konuştuğu kişiyse senin gençliğindi… Şu haline bir bak, saçın sakalın birbirine karışmış. Beni unuttuğunu düşündün, öyle olsun istedin, ama gerçek şu ki hiçbir zaman unutamadın. Aklının bir köşesinde daima ben vardım. Direksiyon başındayken, nedenini bile hatırlayamayacağın bir sebepten bana sinirlenip, gaza bilinçsizce bastığın o anlarda takılı kaldı hayatın. Artık, şu an yaşadığını sandığın o günde değiliz, bunu kabul et ve sana bu iyiliği bir kez daha yapmama izin ver. Buradan git ve ömrünün geri kalanını normal insanlar gibi huzur içinde yaşa. Şimdi o defteri bana ver.” Murat’ın hıçkırıklar içinde ağlarken tek kelime edemez vaziyette uzattığı defteri, az önce sigara bahanesiyle aldığı çakmakla tutuşturdu Pınar. Yüzünde yıllar öncesindeki kahramanlık ifadesi seziliyordu. Alevin parıltısından gözünü çeviren Murat, uzun zaman sonra ilk kez ve kararlı şekilde, “Özür dilerim Pınar, bu kez seni dinlemeyeceğim,” dedi ve Pınar’ın afallamış, korkmuş ifadesine, elinden kurtulmaya çalışmasına rağmen dudaklarını sıkıca öpmeye başladı. Murat’ın dudaklarındaki ıslaklık önce yüzüne, boynuna, sonra gövdesine, eline ve en sonunda tüm vücuduna yayılmış, ciğerlerini parçalar gibi bir hisle onu huzura doğru çekmeye başlamıştı…

Ertesi gün haber bültenlerinde kendine ortalama 1,5 dakika yer bulmuş bir haber geçti: “İncelenen güvenlik kamerası kayıtlarından, sahile gece yarısına doğru geldiği anlaşılan adam, uzun müddet kayalıklarda ve yakınlardaki bir bankta oturup alkol aldıktan sonra, saat 02.00’da aniden kalkıp koşarak kendini suya attı. Arama kurtarma ekiplerinin sabah saatlerinde cansız bedenine ulaştığı şahsın, bölgede alkolik bir meczup olarak tanındığı, fakat hakkında kimsenin bilgi sahibi olmadığı açıklandı. Olay mahallinde bulunan küllerin, şahsın yaktığı bir defter veya kitaba ait olduğu düşünülüyor. Ceset, yapılacak incelemenin ardından kimsesizler mezarlığına defnedilecek.”

Barış KOCAOĞLU


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir