
Gözlerimin üstündeki ağırlık azaldığında gözlerimi araladım ama sanki kör olmuşum gibi simsiyah bir ekranla karşı karşıya kaldım. Ardından o siyah ekranın etrafında küçük, renkli noktalar belirdi ve uçuşmaya başladı. Ardından çöken karanlığın içinde güçsüz bir şekilde parlayan sokak lambalarının ışıkları olduğumuz yeri aydınlattı. Gözlerimi Ezra’nın baktığı yöne çevirdiğimde Ebru yerde yatıyor, hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Kan kokusu aldım ve hemen sağımda şoka girmiş gibi duran Ezra’ya bakarken uzandığım soğuk topraktan kalktım “Ezra!” diyebildim gözlerimi kırpıştırırken. “Ebru… Ebru!”
“Kurtulacak.” diyebildi kısık bir sesle. Sesi zihnimdeki tüm soru işaretlerini parçalamıştı. Dizlerimin üzerinde emekleyerek Ebru’nun başucuna gittim. Dizlerimin üzerinde otururken, gece mavisi saçlarını okşadım. Saçlarına bulaşan çamur lekeleri kurumuştu, gözleri kapalı olsa da sık nefesler alıyor, dudakları hafif aralıklı duruyordu.
Ve kan kokusu gitgide daha da dayanılmaz bir hal alıyordu.
Bedenimi Ezra’ya doğru çevirmeye çalıştım ama Ezra’nın dudaklarından dökülen her bir küfür bulunduğumuz ortama bir yağmur gibi yağıyordu. Durmadan elinin altındaki toprağı yumrukluyor, gök gürültüsünü kendi yumruk darbeleriyle yaratıyordu.
“Gelmemeliydik Gül! Buraya gelmemeliydik.” nefesi kesilmiş gibi duraksadı. Gözyaşları, Ebru’nun çamurlarla kirlenerek, kahverengine dönen beyaz gömleğine düşüyordu. “Ölecek…” diyebildi sadece. Sesi güçsüz bir o kadar umutsuz çıkmıştı.
“Hayır…”
“Evet!” diye bağırdı. Yüzünü aydınlatan sokak lambası sayesinde, gözlerinde sadece öfke ve acı olduğunu görebiliyordum.
Pişmanlıkla başımı önüme eğdim “Size gelmeyin demiştim…” diyerek sitem ettim.
“Sana gitme demiştik!” öfkeyle ayağa kalkarken, gözleri alev alev yanıyordu. “Ben böyle olacağını biliyordum!”
Bağırışı kulaklarımda çınlarken, gözlerim artık nefes almaya çalışmaktan vazgeçmiş Ebru’yu izliyordu. Titreyen elimi biraz havaya kaldırdım. İşaret parmağımı ve orta parmağımı birbiriyle birleştirirken, diğer parmaklarımı kapatıp birleştirdiğim parmaklarımı boynuna, şah damarına doğru koydum.
Ezra’nın gözleri dudaklarımdaydı, ne diyeceğimi bekliyordu. Bir avcının avını izlediği gibi beni izliyordu. Göğüs kafesimde kasırga etkisi yaratan bir acı oluşuverdi.
Bu acı, gerçeğin bana haykırışıydı.
Bu acı, Ebru’nun ölüm fermanının üzerine atılan onay imzasıydı.
Elimi boynundan çektim. Ezra’nın sorgu dolu bakışları tenimde gezerken ayağa kalkıp yürümeye başladım.
“Ne oldu!” diyerek bağırdı ardımdan “Ölmüş değil mi?”
Cevap vermedim.
Veremedim.
Gözlerim yanıyordu. Ağlamamak için direnmiyordum ama yine de akmıyordu gözyaşım. Neden olduğunu da hiç bilmiyorum.
Bir çığlık duydum. Tiz bir çığlık bulunduğumuz ormanda yankılandı sonra ise “Ölmüş!” diye bir ses. Bu Ezra’nın acısıydı. Ezra’nın ölen arkadaşımız Ebru için feryatıydı.
Kısa nefesler alıp vererek yürümeye devam ettim, nereye gittiğimi bilmeden. Aklımda tek bir şey vardı o da Ebru’nun benim yüzümden öldüğünün gerçeği.
Omuzlarıma binlerce yük binmiş gibi hissediyordum. Bu ağırlık yürümemi engelleyecek kadar ağır beni öldürecek kadar güçlüydü. Sanki boğazımda sessiz bıçaklar vardı ve ben konuşamıyordum. Konuşursam o bıçakların beni yaralanmasından korkuyor canımın yanmasını istemiyordum. Oysaki yüreğim vicdan azabı yüzünden morgun soğuk duvarlarının arasında kalmışken bundan korkmam ne kadar da garipti.
Uzun süre yürümemin ardından bir parka geldim. Önüme çıkan ilk boş banka oturup bir süre öylece bakındım etrafıma. Sırt çantamı yanıma koyarken açtım ve içindeki silahı elimle güzelce kavradıktan sonra çıkarttım, alnıma dayadım.
Bu benim kendi ölüm fermanıma merhaba, yaşadığım hayata da hoşçakal diyişimdi.
Nefesimi tutup tetiğe bastım ve intihar eden ruhumu salıncağa koyup salladım.
Büşra DEMİR
0 Yorum