Kadastrocu


Telefon

Sabah vakti tatlı uykumdan telefon sesiyle uyandım.  Sabahın bu erken vaktinde hem uykumu açmaya çalışıyordum, hem de sinirlenmiştim.  Akşamları fişten çektiğim telefonumu, bu sefer fişten çekmeyi unutmuşum.  Söylenerek, başucumda duran telefonuma uzandım. Açtığımda önce bir cızırtı geldi. Sonra bir kadın sesi “Şehirlerarası bağlıyorum” dedi.

“Neresi, kim?” gibi sorular soramadan cızırtı yeniden arttı. Kapatsam mı diye düşünürken, kediyi öldüren merak beni sardı. Cızırtılar arasında iki kez “alo” dedim. Cızırtı hafifledikten sonra boğuk bir ses ismimle hitap etti ve “Siz o musunuz?” diye sordu.

“Evet, kardeşim ben oyum, sabah, sabah beni uykumdan uyandırdınız, siz de kimsiniz?” diye sordum. “Ben K adına arıyorum” diye yanıtladı. “Hangi K?” dedim. “Bu dünyada tek bir K var. Ben de onun adına arıyorum.”

Tabii ki tanımıştım. Yani kendisini şahsen tanımıyordum ama kim olduğunu biliyordum: şu, talihsiz, garip, çocukluğunda itilip kalkılmış, iftiraya uğramış ve ailesi tarafından evden uzaklaştırılmış olan topograf K. “O zaman siz topograf K. adına arıyorsunuz” dedim. “Hayır kadastrocu K” dedi. “Arada büyük fark olmasa gerek” dedim. Sesi biraz sertleşti. “Şimdi münakaşaya girmeyelim. Fazla vaktim yok “diyerek sözümü kesti.

“İyi, anladık ben onu tanıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz ve neden arıyorsunuz?” diye sordum. “Ben K’nın kaldığı otelin sahibiyim” dedi. “O, telefonla konuşmaktan pek hoşlanmaz. Karşımda endişeyle beni izliyor ve sizden gelecek cevabı bekliyor. Zaten konuşmayı uzatmayalım. Çok para yazacak. Gerçi parayı K ödeyecek ama ona da yazık değil mi. Çok parası olduğunu sanmıyorum.”

“Peki kısa keselim” dedim “ama iki sorum var. Beni nereden tanıyorsunuz ve benden ne istiyorsunuz?”“Sizin, bu oteli de K’yı da iyi bildiğinizi biliyorum” dedi “O nedenle arıyorum. Yardımınıza ihtiyacımız var.” “Bir çevirmen, bir topografa nasıl yardım edebilir ki?” “Belki gözden kaçırdığı bir şeyler var. O nedenle yanına gelmenizi istiyor. Hem de en kısa zamanda. Onu en iyi tanıyan kişilerden birisisiniz. Tabii ki Max Brod’dan sonra.”

“Bilinen şeyleri tekrar etmeniz gereksiz. K, hep yaşamışsa, Bu Brod1 sayesinde oluyor“diye adamı tersledim, sonra da üzüldüm. Sonra sesimi yumuşatarak “Konuşun bakalım!” dedim “Neden oraya gelecekmişim? Elimde bitirilmesi gereken bir çeviri de var. Sonra…”

Sözümü kesti, “Diğerlerine geçmeden önce söyleyin, elinizdeki, iş ne zaman biter?” diye sordu. “Bir ay içinde bitiririm.” Önce bir sessizlik oldu, sonra “Tamam dedi. İkincisi nedir?” “İkincisi, bulunduğunuz yere gelecek bileti alacak param yok.” Sorun değil” diye tanıtladı “Size bilet ve sizi bir süre sıkıntıya sokmayacak miktarda para sağlayacak. Onu şatoya çağıranlar ulakla para da yolladılar. Para sorununuz olmaz.  Benim de yeni bir müşterim olur. Ama yeterince sorun var gibi görünüyor.”

“Ne sorunu?” diye sordum ama cızırtı artmıştı ve kısa sürede ses hiç gelmez oldu. Ben de telefonu kapattım. Düşünmeye başladım: beni neden istiyordu? Gitmemi istediği yer oldukça uzaktı. Buradan trenle iki gün sürerdi. Hem o bir roman kahramanıydı. Birisi şaka yapıyor olmalı diye düşündüm. Keşke sesini duyup emin olsaydım diye hayıflandım. Olan oldu dedim kendime. Para ve bilet de yollarsa mesele yok. Bilet tamam da, yabancı parayı nasıl yollayacaktı? İnşallah yolda kaybolmazdı.

Çevirmen

Kendimi tanıtayım. Yaşamımı çevirmenlik yaparak sürdürüyorum. Bekârım. Hiç evlenmedim. Evlenmeye niyetim de yok. İstanbul’un gözden uzak mahallelerinden birinde, aileden kalma eski bir evde yalnız başıma yaşıyorum ve kıt kanaat geçiniyorum. İstanbul’un nimetlerinden yararlandığım söylenemez.  Evden, bilgisayarımla çalışıyorum. Bu işi uzun zamandır yaptığım ve tanındığım için iş internetten geliyor, ben de biten çeviriyi internetten yolluyorum, parayı bankama internetten yatırıyorlar. Bu anlattıklarımdan sonra neden hâlâ İstanbul’da oturuyorsun diye sorarsanız tek bir cevabım olabilir: eski de olsa evimi seviyorum.

Kitap çevirmeniyim. Yorucu bir iş olduğunu söyleyebilirim.  Ne kadar, köfte o kadar ekmek. Emek yoğun çalışarak geçimimizi sağlıyoruz. Hastalık bizden uzak dursun.  Ağırlıklı olarak edebiyat çeviriyorum. Tolstoy çevirdim, Zweig çevirdim, Kafka çevirdim. Kafka başıma neler açtı hep beraber izleyelim

Yolculuk

Neyse ki, bilet de para da yolculuk gününden önce geldi. Zaten ona hemen gidemeyeceğimi söylemiştim. Tereddüt etmiyordum desem yalan olur. K’nın sesini duymamıştım. Ama telefonla konuşmaktan hoşlanmadığı yalan değildi.

Hafif yağmurlu ve serin bir sonbahar günü trene bindim. Seyahat için gereken kişisel belgelerimi tamamlamak da vakit almıştı. Kompartımana girip valizimi  yerleştirdim. Dört kişilik bir kompartımandı ve öyle görünüyordu ki oturarak uyuyacaktık.  Tren sabah erken saatte kalkıyordu ve bir geceyi trende geçirecektim. Kompartıman havasız olduğu için pencereyi biraz aşağıya indirdim. Yağmur hızlı yağsa bu kadar da indiremezdim. Bakalım yanıma kimler gelecek diye düşündüm. Ben K kadar yabancılardan hoşnut olmayan birisi değildim ama yine de uzun bir yolculukta tatsız insanlarla beraber oturmak istemiyordum. Şanslıydım. Tren kalktığında kompartımanda yalnız başıma oturuyordum. Bakalım son durağa dek, bu böyle olacak mıydı?

Çevirmen

Çevirmenlik asıl mesleğim değil ancak kriz sonrasında işsiz kaldım. Emekli de olmamıştım. Bankada biraz param vardı ama hazıra dağ dayanmaz. İngiliz Dili ve Edebiyatından mezundum ve işsiz kalmadan önce özel bir okulda İngilizce öğretmenliği yapıyordum.  İki şansım vardı, yeni bir öğretmenlik işi bulmak veya çeviri yapmak. Şansım o aşamadan sonra çevirmen olma yönünde açıldı. Edebiyat kitapları çevirmeye başladım. O gün bugündür çevirdiğim kitaplar arasında yer alan Kafka kitaplarının (arasında anılar ve mektuplar da vardı) beni günün birinde böyle bir yolculuğa çıkartabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.

Yolculuk sürüyor

İlk sınırı geçene kadar kompartımanda yalnız kaldım. İkinci sınıra gelmeden önce durduğumuz şehirlerden birisinde siyah pardösülü ve fötr şapkalı iki adam kompartımana gelip oturdular. Birisinin elinde evrak çantası gibi bir çanta vardı. Diğerinin eli boştu. Bakışları biraz karanlık gibiydi. Ürkmedim desem yalan olur. Birisi yanıma, diğeri karşıma pencere kenarına oturdu. Tren hareket eder etmez beni süzmeye başladılar.

Yanımdaki sordu “Yolculuk nereye?” Söyledim. “İlginç” dedi adam “Biz de oraya gidiyoruz.” “Zaten orası son durak” diye yanıtladım. “Biz ilk kez gidiyoruz” dedi adam “Görev icabı.” Sonra sordu “Ya, siz?” “Ben de” dedim. Adamların bakışlarını beğenmemiştim ama sohbet etmek ister gibi bir halleri vardı. Belki de beni tanımaya çalışıyorlardı.

Karşıdaki “Her neyse” dedi “lafı uzatmayalım. Bu vagon için bileti özellikle aldık, çünkü bizim de, sizin göreceğiniz kişiyi görmemiz gerekiyor. “K.’yı mı?” dedim. Sonra gayrı ihtiyarı sanki işe yarayacakmış gibi elimle ağzımı kapadım. Soru ağzımdan kaçmıştı. Kiminle görüşeceğimi bu adamlara söylemenin ne gereği vardı ki?

Yanımdaki bir kahkaha attı. “Endişelenme arkadaş. Senin kim olduğunu ve kime gittiğini biliyoruz. Tamamlanması gereken bir görevimiz var. Ancak bu görevi ne zaman tamamlayacağımız biraz da sana bağlı.” Biraz tereddüt ettikten sonra “Ne görevi?” diye sordum. “Aramızda kalsın” dedi adam. Sen zaten bizi tanıyorsun. Biraz hafızanı canlandır. K.’nın cellâtlarıyız. Belirli olmayan bir suçtan, belirli olmayan delillerle ve çatı katlarında kurulan mahkemelerde yargılanarak ölüme mahkûm oldu.  Biz infaza gidiyoruz. Ama infaz öncesinde senin neler yapacağını da görmememiz gerekiyor.” Adam, gözlerimdeki dehşeti fark etmiş olmalı ki “Korkma” dedi, biz resmi görevliyiz. Katil değiliz. Seni de öldürmeye niyetimiz yok.”

Son durak

Aynı yere gittiğimiz belliydi. Ben bir arabaya bindim, onlar başka bir arabaya bindiler. Ayrılmadan önce adamlardan biri “biz yandaki otelde kalacağız” dedi “Hiçbir şeye müdahale etmeyeceğiz ama zamanı gelince ki buna biz karar veririz, görev yerine getirilecektir. Biz izleyiciyiz. “

Benim araba önde, onlarınki arkada yola çıktık. Hava biraz bulutluydu. Güneş yoktu ama yağmur yağmıyordu. Tozlu bir yoldan dönerek yukarıya doğru tırmandık. Bir köyden geçtik ve şatoyu gördüm. Arabacı dilimizden anlamadığı için ona kâğıt üstündeki adresi göstermiştim. Benimle aynı dili konuşabilen 3 kişi vardı. Cellâtlar,ve otelci. Şatoyla ilgili bir şeyler sormak istedim. Örneğin oraya nasıl gidilir sorusu bunlardan birisiydi. Karşılıklı el kol hareketleriyle uğraşırken adam neredeyse uçurumdan uçuyordu. Pes ettim.

Yukarıya çıkarken sis artmıştı sanki yol ikiye ayrılırken biz sağa değil de sola doğru döndük ama emin olamadım. Zaten şato da sis perdesi arasından bir siluet olarak görülüyordu. Biraz sonra taş bir otelin, ya da isterseniz han diyelim, önünde durduk. Hancı kapıda beni bekliyordu.  “Bu mevsimde, yalnızca iki misafir var” dedi “Siz ve K.” Yalnız K. biraz çekingendir, pek ortaya çıkmaz, yemeğini de odasında yer. Daha önceleri köye inerdi, şatoya gitmeye çalışırdı. Ama sanırım artık umudunu yitirdi. Bu işe bir son vermek için sizinle ilişki kurmamı istedi.” “Ne yani” dedim “Bu ünlü adamı göremeyecek miyim?” “Şimdilik hiç de ünlü değil, üstelik zavallı. Ayrıca görebileceğinizi pek sanmıyorum. Morali bozuk. Odasından çıkmıyor. Üstelik şatodan gelen ulak da artık gelmez oldu. Son parasını sizinle birlikte harcamaya niyetli görünüyor.”

“Bu şato da neyin nesi dedim. Aslında ne olduğu hakkında fikrim var ama bir de sizin ağzınızdan dinlemeliyim. Hancı, “Şatonun istedikleri, tartışılmadan yapılmalıdır” dedi. Yani şato, gelenekti, ebeveynlerdi, öğretmendi, komutandı ve uyulması gereken daha birçok şeydi. Ulaşılamazdı ve anlaşılamazdı. Bu çaresizlik içinde roman bitmemişti.2 Sonra bavulumu elimden alarak bana yolu gösterdi.

Eski bir han odası benim için ayrılmıştı. İstersem odamda yemek yiyebilecektim. İstersem hancı ve kızıyla birlikte hanın yemek salonunda da yiyebilirdim. Hemen cevap vermedim. Akımda K. vardı. Buraya kadar gel ve onunla tanışma şansın olmasın! Aniden odasına baskın yapabilir miyim diye düşündüm. Ama böyle bir zorbalık bana yakışmazdı.

Akşam yemeğini odamda yedim. Sabah kahvaltısını erken yapacağımı söylemiştim. Ertesi gün salonda yalnızca hancı vardı. Beraberce kahvaltı ederken, “Son umudu sizsiniz” dedi. “Bugün şatoya gitmeyi deneyin. Başarırsanız, eminim döndüğünüzde sizinle konuşacaktır. Ona büyük bir iyilik yapmış olacaksınız.” “Zor bir iş” dedim “madem buraya kadar geldik deneme gerek.” Kahvaltıyı sessizce ve hızlıca bitirdim. Paltomu giydim ve yola çıktım. Sis hâlâ devam ediyordu. Şato sanki bugün daha net görünüyor gibiydi. Davetkâr gibiydi. Arabayla gelirken gördüğümü sandığım sapağa doğru sisler arasından adımımı attım ve boşluğa düştüm. Bu, uçurum muydu, sonsuzluk muydu, çaresizlik miydi, neydi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey K. için bir çözüm yolu olmamasıydı

Çevirmen

“Ama adamlardan birisinin eli K.’nın boğazını tutarken diğeri bıçağı kalbine saplayarak iki kez çevirdi. Görü­şü azalan K. adamları hâlâ seçebiliyordu. Karar anını izlerken yanak yanağa duruyorlardı. “Köpek gibi!” dedi. Sanki utanç ondan uzak kalacaktı.3


Like it? Share with your friends!

Orhan Tuncay
Öykü, roman, şiir, inceleme, deneme yazıyorum, çeviri yapıyorum. Lisede kompozisyondan sıfır almıştım, açığı kapatmaya çalışıyorum. Basılı çeviri sayısı elliyi, özgün eser sayısı on adedi geçti. Edebiyat ve felsefe ruhun gıdasıdır derler, ben de inanıyorum.

0 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir