Şeytanı Kim Doğurdu


Küçük ege kasabalarını andıran kocaman bir İstanbul mahallesiydi burası. Egedeki gibi evlerin bahçesi yoktu, renkleri mavi, pembe, beyaz değildi ama yine de oraları andırıyordu; çünkü birbirlerine sıkıca sarılmışlardı. Gecenin kaçı olursa olsun evin içindeki olan biteni kulaktan kulağa herkese anlatıyorlardı, samimiyetleri hiç bitmiyordu, kimi zaman gülüp kimi zaman ağlıyorlardı; bunu yapmak onların ekmeği, suyu gibiydi. Birbirini tekrarlayan uykusuz gecelerimin olduğu gibi sıradan görünen her şeyin büyük bir sırrı vardı.

Bu akşam da uyuyamamıştım. Gökyüzündeki ayın ışığı yanında karanlığını da izlemek istiyordum; hatta biraz dışarı çıkıp yürümek. Kımıldamaktan bile kaçınıyorken, kapının önünde ayakkabılarımı giyerken buldum kendimi. İlk defa gecenin bu saati dışarıda yürüyecektim. Ağustos ayı da olsa insan gece üşürdü. Kaldı ki aylardan Ekim’di.

Yürürken yollara dökülen yaprakları izledim. Bitiş, ayrılık derler ya sonbahara; bunu bir türlü anlayamadım. İnsan saçını kestirince, canı acımazdı ki, hatta saçımı her kazıdığımda mutlu olurdum. Bu ağaçlar da yaprakları dökülürken mutlu olmalıydı. Renklere de mevsimlere olduğu gibi anlamlar yüklemişlerdi. Siyah, yas tutanın rengi, beyaz, gelinin, ölünün rengi… Bu düzeni kuran kimdi ki? Yas tutan, üstündeki elbiseye bakar mıydı?

Her gün önünden geçtiğim mezarlığın içinde kalabalık görürsem mutlaka durup izlerdim. Öyle bir kadın vardı ki, kıblesi, nefesi, gözleri tek bir yerdeydi. Üstünde kıyafetinin olup olmadığını dahi hissetmiyordu. Ne eteğinde, ne başörtüsünde hiçbir kıyafetinde siyahtan iz yoktu. Kahverengi teninden fışkırıyordu. Yas buydu. Acı buydu. Ne ile saklamaya çalışırsan çalış, nasıl görünmek istersen iste insan hep olduğu gibi yaşıyor ve görünüyordu.

Yürürken çıkmaz sokağa girdiğimi, karşımda duran kocaman duvarı görünce anlayabildim. Sağımda, solumda yan yana dizilmiş boş evleri ve hemen duvar dibinden sızan suyun içinde parlayan kalemi fark ettim. Benden önce de birisi buradaydı. Kalem varsa yazı da vardı. Karşımda dikili duran duvarın üstünde aramaya başladım. Görmekte zorlanıyordum. Öyle karanlıktı ki gecenin en koyu mavisi, siyahı taklit ediyordu. Yazıyı bulunca sadece güldüm. ‘Gece, budalalıkları örter’…

O sırada bir ses duydum. Benim gibi uyumayan biri diye düşünerek, üzerimde oluşan endişeyi attım. Yürümeye devam ettim. Önüne geldiğim o sokaktan hiç ses gelmiyordu. İşte burası olmak istediğim yerdi. Dökülen yaprakları izlemeye devam ediyordum. Önümden geçen fareler, tıpkı çevremdeki insanlara benziyordu. Tıpkı onlar gibi tüm insanlar, birbirinin pisliği içinde yaşıyordu. Gen fonksiyonlarımızın %99’u benziyormuş, duygularımızın, huylarımızın ve yaşama şeklimizin de benzemesi normaldi. Aralarından bir tanesinin çıkardığı sesle, ayakkabımın diğer eşini bulmuşçasına tamamlanmış hissederek, kalemin aynısından bir tane daha buldum. Onu da aldım. Elime kırmızı bir leke bulaştı. Akmayan, inadına ben buradayım diyen. Etrafıma bakındım, kimse yoktu. Bir anda polis sirenleri ile sessizlik bozuldu. Kaçmaya başladım. Soluk soluğa eve geldim. Ellerimi yıkamadan yattım. Rengi kaçmış, hastalıklı görünen yüzümün aksine hızla atan kalbim ve üstünde duran ellerim açık seçik anlatıyordu, dışarı çıktığımı. Her günün alışılmışlığının dışına çıkmak garip bir heyecan yaratmıştı. Ağzım kulaklarıma varacak derecede gülümseyerek uyudum. Sabahsa kapıya atılan yumruk sesleri ile uyandım. Gelenler polisti. Yataktan fırlayınca üstümü değiştirmeden uyuduğumu fark ettim. Panikle elbiseleri çıkartıp eşofmanları giydim. Dün gece evdeydim yalanına kendimi inandırarak kapıyı açtım. Polisler içeriye daldı. Sualler başladı. ‘Neden bu kadar geç açtın.’ Hiçbir kelime ağzımdan çıkmıyordu. Odaları hızlıca dolaşan polis, ‘Evin her yeri düzgün, anlaşılmaması için mi topladın? ’ dedi. ‘Ne iş yapıyorsun? Dün gece kaçta eve girdin? Cevap versene adam!’ Sorulanlara cevap vermediğimi gören komşulardan biri; ‘Görmüyor musunuz halini? Yapmaz bu adam kimseye kötülük.’ dedi. Kadının söylediğinin aksine; ‘Alın adamı, gidiyoruz.’ diye bağırdı komiser. Koluma giren diğer polis, üstümü değiştirmeme izin vermeden çekerek dışarıya çıkardı. Evde ki polisler de, kapıyı kapatarak çıkıp, arkamızdan geldiler.

Sorgu odasında, tek başıma beklerken etrafı inceledim; küçük bir odaydı burası, siyah renginde bir tane masa, iki sandalye, tepeden sallanan neredeyse anlıma değecek kadar alçak lambanın ışığı ile eksik varmışta ben tamamlıyormuşum gibiydim. Işığın gözümü almasına rağmen, gri rengindeki duvarların üstünde birkaç damla iz gördüm. Ne olduğunu anlamak için damlalara dikkatlice bakarken, kırmızı lekelerin ayaklarımın altına kadar devam ettiğini fark ettim. Ben neden buradaydım? Elime aldığım kalemden bulaşan kırmızı lekeyi anımsadığım an, çay dolu kupa ile komiser içeriye girdi; bardağı masanın tam ortasına koydu, gözlerini üstüme dikip, sert bir şekilde ‘Anlat’ dedi. ‘Neden buradayım bilmiyorum. Evime bir suçluymuşum gibi girdiniz. Gözlerinizdeki şüphe, ihtimal yerini emin olunmuşluğa vermiş. Fareleri gördünüz mü? Üst derisinin rengi, burada, yerdeki damlalar gibiydi. Merhametli misiniz?’ Buna benzer bir sürü cümleler kurdum. Bunları neden söylediğimi anlamayan komiser vicdanının esiri olmuştu. Acıdığını, hatta deli olduğumu düşündüğünden emindim. Evimi tekrar arayacaklarını ve bir ipucu bulamazlarsa her şeyin normal akışına döneceğini söyledi. Artık eve gitme zamanıydı. Odadan çıkınca fark ettim gün geceye dönmüştü. Elimde takılı olan kelepçelerle eve gitmek üzere yola çıktık. Biraz sohbet ettikten sonra kelepçeleri açtı. Suçsuz olduğumdan eminlerdi, ama kan lekesi bulaşmış kalem evimdeydi. Apartmanın önüne gelince komiser diğer polise sen burada kal, bakıp geliyorum dedi. Hiçbir dairenin ışığı yanmıyordu, herkes uyumuştu. Yukarıya çıkınca, evin anahtarını komiser uzattı ve öne geçmemi söyledi. Kapıyı açınca salonun ışığını yaktım. Yatak odasından önce buraya girsin istiyordum. Öyle de oldu. Tıpkı geminin sular altında kalan camından bakan çocuklar gibi, gördüklerime kahkaha atarken mutsuzdum. Hiçbir şeyi ellemeden incelemeye başladı.

Kanıt neydi ki? İnsanın dünyayı bırakmak istemeyişinin izleri, damarlarından akıttığı kanı, yakılınca ardında bıraktığı külü veya etrafa yaydığı kırk gün devam eden kokusu bir ölünün bir cinayetin kanıtı diyen komiser, iki parmağıyla aklını işaret etti; bütün gölgelerin selamlaştığı yer burası, senin suçlu olmadığından da eminim dedi. Haklıydı. Suçlu değildim. Ama az sonra yatak odasına gidecekti. Salondan çıkmasını önlemek için, camın hemen altında dikkatimi çeken, uzanmakta zorlandığım oyuğun içinde sarılmış siyah bir poşetin olduğunu söyledim. Komiser camın önüne geçti; onun aklını vicdanı ele geçirmişti. Vicdanın da iki yolu vardı; merhamet ve merhametsizlik. O merhameti seçmişti. Benim aklım ve vicdanım iş birliği içindeydi. Peki vicdanım hangisini seçecekti? Oyuğun yerini tam bilmediği için karanlıkta görmekte zorlanan komisere tarif etmeye başladım. Biraz daha aşağıda şimdi biraz sağ taraf, az kaldı derken komiser camdan aşağıya polis otosunun üstüne düştü. O sırada kalemi yatak odasının camından fırlattım. Yukarıya çıkan polis şok içindeydi. Kısa sürede diğer polisler akın etti. Arama yaparken bir anda yere düştüğünü söyledim. İncelemeler sonucunda kendisinin düştüğü anlaşılınca, birbirini tekrarlayan günlerime geri döndüm.

İnsan mahşer midillisiydi de şeytanı kim doğurmuştu?                                          


Like it? Share with your friends!

Merve Yıldız Özbek
Uluslararası Ticaret mezunuyum. Yazmak, insana dair gördüğüm anları ve duyguları tanımladığım yer.

2 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir