İnsan, ölümün kendisini hangi zaman aralığında kıstıracağını pek kestiremiyor. Ölümü gizemli kılan şey de bu olsa gerek. İşte böyle bir zaman aralığında Azra Hanım’ı kucaklamıştı ölüm. Akasya ağaçlarının hemen bitişiğindeki beyaz bir durakta. Kelebek kanatlarından örülen ince yanağını sol omzuna dayamıştı. Durakta birkaç kişi dönerek bu haline gülmüştü. Birkaçı da ellerindeki telefonlarla bu olayı ölümsüzleştirmek için fotoğraflayarak uzaklaşmışlardı. Ölüyü ölümsüzleştirmek. Azra Hanım ile yaşıt olan bir kadın titrek parmaklarıyla dürtmüştü kendisini. Sonrasında ise omuzdan ayrılan bir yanak ve yerde boylu boyunca uzanan zarif bir ceset.
***
Adım Yadigâr. Yaşımı saymayı uzun zaman önce bıraktım. Zaten kaç gün yaşadığımızın pek bir önemi yok. Çünkü geçmişe dair çoğu şeyi hatırlayamıyoruz. Sadece altı gün yaşamış gibi hissediyorum. Ömrümü altı güne sığdırmış gibiyim.
Azra’yla elit bir mekanda, üniversite sıralarında veya sıradan bir arkadaş sohbetinde tanışmadık. Onu, ben henüz on dört yaşında iken gaz lambasının aydınlattığı bir gerdek gecesinde gördüm. Benden bir hayli uzundu ve çoktan reşit olmuştu. Çaresizce duvağını kaldırmam için eğildi. Duvağın altında keskin bir çene, allı bir yanak ve yanaklardan süzülen göz yaşı izi vardı. Gülmüyordu. O gece hayatımın bilinmeyenine adım attığımın farkında değildim.
Azra’nın bir sevdiği varmış. Ve bu sevdaya engel görünen ben. Herhalde hayatımız bir film olsaydı izleyiciler benim kötü adamı oynadığımı sanırlardı. Ama hiçbir zaman öyle olmadı.
Ben sevmeyi hiçbirinden öğrenemedim. Elime aldığım kalemden, şiirlerden, ekmek kokusundan, annemden, çocuksu ağlamalardan, akşam vakitlerinden… Hiçbirinden.
Ailelerin sözleşmeli olarak bir eve tıkıştırdığı iki yabancıydık. Varlığımızı fesleğen dolu saksıların dibine gömmüştük.
Yıllar böylece ağır bir kambur gibi belirdi. Birbirimizi hiçbir zaman anlayamadık. Ya da çok iyi anladık. Bilmiyorum.
Ve dün, öğlene doğru kapımızda bir polis aracı durdu. Araçtan inen iki resmi kıyafetli genç polis kapıyı çaldı. Azra’ya olanları anlattılar ve birlikte polis aracına binerek hastaneye gittik. Morgun kapısında gözümün sarılığındaki banklardan birine oturdum. Benli ellerimle ceketimin iç cebinden tütün kutumu çıkartıp bir tütün sardım. Bu arada ayak baş parmağımdaki nasırın acısı diğer acılardan daha ağır bastığı için olsa gerek, ayakkabımı çıkarttım. Nasırı sadece parmağımda değil her yerimde hissediyordum. Sanki koca bir nasırdan ibarettim. Düşüncelerim, ellerim, çocukluğum, duygularım, evliliğim… Koca bir nasır.
Polislerden biri elindeki su şişesini uzatarak teselli etmeye çalıştı ama yüzüne dahi bakmadım. Çaresizce bırakıp gitti. Bakmamamın sebebi üzüntü değildi. Hayır üzülmüyordum. Uzun süre önce körelmişti hislerim. Annemi, babamı, kardeşlerimi ve daha nicelerini bu bankta beklemiştim. Her oturduğumda bir yabancıyı bekliyormuş gibi oturuyordum. Bu da onlardan pek farksız değildi. Anlamsızdı belki ama öyleydi. Ağlama gerekliliği gördüğüm hiçbir cenaze olmadı. Belki kendim için olabilirdi. Morgun sıcak bir köşesinde kendim için ağlayabilirdim. Sadece tütünün acı tadını ve ayak parmağıma değen serin havayı hissediyordum.
Biraz sonra, mavi hastane elbiselerinden giyen genç bir adam belirdi. Bana doğru seslendi. Ayağa kalktım ve peşinden gittim. İçerisi ölmek için çok soğuktu. Genç adam, çatal bıçak takımını çıkaracakmış gibi bıkkınlıkla metal bölmeyi açtı. Sonra kenara çekildi.
Üzerine örttükleri beyaz örtüyü ilk gecedeki duvak gibi araladım. Bu sefer boy farkı tersineydi. İlk geceki gibiydi.
Örtünün altında keskin bir çene, beyaz tülden bir deri ve yılların kazıdığı göz yaşı izi.
Gülmüyordu.
0 Yorum