Yağmur Tanesi


Yağmur damlalarının pencere camında birbirlerini kovalaması gibidir hayat. Daha önce çok kez yağmuru izlemiştim ama hiç böyle düşünmemiştim. Cama vuran damlalar hızlıca aşağıya doğru akıyor, diğerlerine karışıyor, onlarla bir bütün olup daha büyük bir yağmur damlasına dönüşüp yoluna öyle devam ediyor, sonra da gözden kayboluyorlardı.

Bu kez koltukları yıpranmış eski bir otobüsün penceresinden izliyordum yağmuru. Öyle hızlı yağıyordu ki cam silecekleri ona yetişmek için koşuyordu adeta. Camın buğusundan dolayı dışarısı görünmüyordu. Zaten kimin umurundaydı ki, çünkü dışarıyı izleyen yoktu. Ben o sırada sadece damlacıklara odaklanmıştım. Ne durduğumuz duraklar, ne o duraklarda bekleyen yolcular, ne de gökyüzü… Hava soğuk muydu yoksa sıcak mıydı onu bile bilmiyordum. Hatta nerede olduğumuzun bile bir önemi yoktu. O sırada duyduğum tek şey frekansını tam çekmeyen radyoda çalan cızırtılı şarkıydı. Sevdiğim bir şarkıydı bu, kaybolmayı, kaybedilmişi anlatıyordu, “Çok uzun zaman önceydi” diyordu ve geçmişten hala kopamayan ben bu şarkının sözlerini mırıldanırken içimden, aynı zamanda pencere camındaki büyük rekabette olan yağmur damlalarının yarışlarını izleyip, hayatımdan geçip giden, başıma gelen, gelmeyen her şeyi düşünüyor, gitmişlere özlem duyuyor, hala gelmemişleri bekliyordum.

İnsanlar hayatta ne çok şey kaybedip, ne çok şey kazanıyor. Peki bu neye göre oluyor? İyi bir insan olursan başına hep iyi ve güzel şeyler mi gelir? Ya da kötü biri olursan, hayat tarafından cezalandırılır mısın? Yani bizi mutlu eden şeyler olmuşsa, bu daha önce yaptığımız iyiliklerin bir hediyesi midir? Her şeyin iyi veya kötü bir bedeli mi vardır?

Ben bunların hesabını yaparken içinde olduğum eski otobüs aniden hızlanıp yıldırım hızıyla yola devam etmeye başlarken yol kenarındaki sarı şemsiyeli, genç bir kadının üzerini ıslattı birikmiş çamurlu yağmur gölcüğü ile . Kahverengi şık bir manto vardı üzerinde. Çok güzel bir kadındı ama yağmur yüzünden üzeri sırılsıklam olmuştu ve akmış olan makyajı hepten berbat görünüyordu. Üzerine sıçrayan çamurlar elbisesini batırmıştı. Belli ki o bugün şanssız günlerinden birini yaşıyordu. Kader mi denir buna bilmem ama kadın belki de önemli bir iş görüşmesine gitmekteydi. Ya da bir toplantıya. Belki de seyahate çıkacaktı, uçağına yetişmek üzereydi. Veya hayatının aşkıyla buluşup özel bir akşam yemeği yedikten sonra evlilik teklifi almak üzere tek taş bir yüzükle karşılaşacaktı. Ama güzel elbisesi ve mantosu ıslanıp battığı, özenle yaptığı makyajı akıp, saçları berbat olduğu için gideceği her neresi ise oraya gidemeyecekti. İş görüşmesine geç kaldığı için yerine başka biri seçilip işe alınacaktı. Özenle giyindiği güzel elbisesi berbat olduğu için eve gidip tekrar hazırlanmak isteyecekti. Bu yüzden hayatının aşkı olan o adamla yiyeceği yemeğe o kadar gecikecekti ki ,adam, kadının gelmeyeceğini düşünerek beklemekten vazgeçip o büyük sürprizi de iptal edecekti. Kadının bu şanssız ve kötü gününe tanık olurken, kaderin bizi nasıl şekillendirdiğini düşündüm otobüsün camına hala inatla vuran,sonra diğer yağmur damlalarıyla yarışan,ardından kaynaşıp,kayıp giden yağmuru izlerken. Tıpkı bizim de tek bir yağmur damlası olarak bu dünyaya geldiğimiz gibi.

Varacağım yere çok az kalmıştı. Bu yolculuğun bitmesini hiç istemiyordum. Kendimle baş başaydım uzun zaman sonra. İçimdeki benle sohbet ediyordum. Dertleşiyordum. Hesaplaşıyordum. Hatta kavga ediyordum… Sesimi kimse duymuyordu nasıl olsa! Hayatıma dair önemli kararlar alıyordum. Benimle benim aramda olan sırlarımı anlatıyordum bana.

Otobüsün şoförü radyodaki kaybedilmişliği, kaybolanları anlatan o şarkıyı kapattı. Belki de şarkı bitti de ben iç sesimi dinlediğim için farkında değildim. Şimdi içimden şarkı da söylüyordum feryat figan, avaz avaz, çığlık çığlığa. Dış dünyadan soyutlamıştım kendimi. Tamamen benimleydim. Sanki o an yolculardan biri hapşırsa, bir bebek ağlasa, korna çalsa, biri omzuma dokunsa, yüksek sesle şoföre seslenip “Havalandırmayı açabilir misiniz?” diyen olsa o anın büyüsü bozulacak gibiydi. İçimde yakaladığım ben otobüsten inip, kaçıp gidecekti. Tüm o şehrin gürültüsü kalbimdeki gürültüyü susturacak, kalabalık sokaklar içinde kaybolacaktım.

Neden bilmiyorum ama öylesine huzurluydum ki!

…Ama mutluluk narin bir çiçeğe konan ince kanatlı bir kelebek gibidir, yakalamaya çalışınca kaçar, tutunca kanatları kırılır, bırakınca elinden gider, hiç ilgilenmeyince “ben bir kelebeğim neden bana bakmıyor ki” der küser,vazgeçince sıkılıp uçar gider avucundan.

Hiçbir şey sonsuza kadar aynı gitmez. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir…

Korktuğum şey başıma gelmişti ve her güzel an gibi bu da bitmiş, otobüs varacağım yere ulaşmıştı. Kısa süren derin yolculuğum sona ermişti ve yağmurun altındaki sonunu bilmediğim hayat ellerini ovuşturarak dışarda sabırsızca beni bekliyordu.

Otobüsün buğulu camına yazdığım şeyin cesaretiyle seslendim ”Şoför bey müsait bir yerde inebilir miyim?”

Burcu YILMAZ


Like it? Share with your friends!

İncetezat Edebiyat
Kişisel yazılarınızı bize göndererek sitemizde yer almasını ve daha fazla kişiye ulaşmasını sağlayabilirsiniz. https://www.incetezat.com/misafir-yazarlik/

1 Yorum

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  1. Sonuna kadar merakla ve keyifle okudum güzel sorgulamalar kendiyle hesaplaşmalar her şey var yani tebrik ediyorum 💖