Ekim bitmişti, adam bir çay koydu demliğe. Çay ocakta tıngırdadı, bardağa aktarıldı. Ve birazdan önce o bardak sonra tüm demlik bitti. Her şeyin sonu böyle bir anda mı gelirdi?
Adam aksinin huysuzun tekiydi. Hiçbir şeye gerekli önemi vermez, kimseyle derin ilişkiler kurmazdı. Hayatını şekillendiren tek büyük korkusu vardı: hastalık. Bu illetin ufağından tefeğinden devine filine her türünden çekinirdi. Öyle ki ayak serçe parmağının sehpaya çarpma ihtimalini bile göz ardı etmez, yaz kış demeden ayaklarına yumuşak ev ayakkabıları giyerdi.
Bazı zaman; haftalarca camları açmaz, ziyaretine gelenlere “Soğuk havayı bir kez içeri almaya bak, insanı hasta etmeden gitmez.” derdi. Böyle anlarda misafirleri kaşlarını çatar, “Tuhafsın Erdi, baya bir tuhaf!” diye sessiz ve nükteli, söylenirdi. Kış boyu cam açmamak da neydi? Daha doğrusu bu eylem insanı neyden korurdu? Olsa olsa evdeki mikroplara çoğalma fırsatı ve sıcak bir yuva verirdi o kadar. Tabii, gel de bunu anlat Erdi ’ye.
Erdi cahilin tekiydi belki. Bilemeyiz. Ancak ekim bitmişti ve bunu herkes biliyordu.
Adam takvimden 1 Kasım’ı kopardı. Buruşturdu, mutfakta bulunan ağzı açık çöp kovasını hedef alarak fırlattı.
1 Kasım, kendini mutfağın kaygan zemininde buldu. -Erdi galiba bu sabah kızartma yapmıştı.- Yağlı zeminde kâğıt parçası kendine bir yol buldu ve duvara çarpana dek ilerledi.
Adam biraz şaşırdı. Her gün aynı hareketi yapardı. “Koridorda duvara asılı takvimden bir yaprak kopar, mutfağa yönel. 4 büyük adım sonra ordasın. Bedenini hafifi sağa meylet, nişan al ve kırk beş derecelik açıyla fırlat.” Nasıl olmuştu da bugün başaramamıştı? 4 adım sayarak takvimin başına döndü. İşte her şey yerli yerindeydi. Öyleyse sorun neydi de zavallı 1 Kasım yerlerde sürünüyordu şu an? Yoksa kolunda bir illet mi vardı? Öyle ya, mekânda değişiklik mevcut değilse problem kendisi olmalıydı. Pek muhtemel ki takvim yaprağını hiç eden, kendi beceriksiz koluydu.
Hırsla 2 Kasım’ı kopardı. Mutfağa varan dek kâğıdı buruşturdu. Hafif sağ. Kırk beş derece. İşte böyle.
Buruşuk yaprak havada usul usul süzüldü, kovanın kenarına çarptı ve Erdi ile dalga geçer gibi zemini boyladı.
Erdi öfkelendi. Ancak aniden nükseden öfkesi yine aniden kayboldu. Yerini alan endişe ise çok daha kuvvetli ve iyice yayılmaya niyetliydi. Onun kolu beceriksiz değildi, onu hayal kırıklığına uğratacak bir kol hiç değildi. Mutlaka bir sorun vardı. Evet mutlaka. Sinirleri sıkışmış olabilirdi ya da kasları zedelenmişti belki kim bilir? Bir bela, bir hastalık muhakkak Erdi ’ye dadanmıştı. Nefesi ciğerlerini doldurmamaya başladı o anda. Sanki boğazında bir yerde kalıyordu hava. Alnından terler damlıyor, dizleri titriyordu. Bu da mı gelecekti başına? Aman aman! Hastalık. Ne korkunç şey.
3 Kasım’ı titrek elleriyle kopardı. Gitgide büyüyen bir telaşla mutfağa vardı. Birkaç saniye sonra kasımın ilk 3 günü yan yana adamı izliyordu. Erdi yutkundu. Gözlerini kapadı, açtı. Kendine kuvvetlisinden bir tokat attı. Hepsi nafileydi. 3 buruşuk gün hala el ele vermiş öylece duruyordu. Kesin sinirlerinde bir şey vardı. Sıkışma, hatta belki kopma. Korka korka gözlerini koluna çevirdi. Sanki omzundan sarkan biçimsiz bir yarasa kolu görmeyi bekler gibiydi. Ancak dünden farklı bir şeyle karşılaşmadı. Bir umut 4 Kasım’a koştu. Büyük bir umut kırıklığı yaşaması çok sürmedi. Acaba kemik erimesi miydi hastalığı? Bu fikir zihninde oluşur oluşmaz tüm kemikleri ağrımaya başladı. Endişe halinden memnun, Erdi ise hayatının sonu gelmişçesine dertliydi.
5 Kasım’ın da akıbeti aynı oldu. Hatta 6, 7, 8 derken Kasım ayı da bitmişti.
Erdi; takvimin başında, koca bir ayın damdan düşer gibi bitmesinin şaşkınlığı içinde düşünmeye çalışıyordu. Biraz aklını kullansa sanki bulacaktı çözümü. Kemik erimesine ne iyi gelirdi? Zerdeçal ve limon mu? Ya kopmuş sinirleri için ne yapmalıydı? Damarlarda da bir sorun vardı belli ki. Kolu morarmıştı. Herhalde kangren oluyordu.
Güçlükle doğruldu. -Kemik erimesi beline vurmuştu, yaklaşık 12 Kasım’dan beri kamburdu.- Kolunu yavaşa yavaş kaldırıyor, her santimetrede bir acı içinde bağırıyordu. 1 Aralık kaçınılmaz sonuna yaklaşırken Erdi çocuk gibi ağlıyor, duvarlara tutuna tutuna mutfağa yanaşıyordu. 1 Aralık da diğerleri gibi kâğıt yığınının tepesine düştü.
O an bir ihtimalin daha ışıkları yandı Erdi’nin kafasında. Sorun belki de gözlerindeydi. Ellerini gözlerine götürmesi birkaç saniye aldı. Titrek ve ürkek ovalamalarla kendince bir muayene yaptı.
Aralığın ortalarında görüşü yüzde elli azalmıştı. Kendini berbat hissediyor, baştan ayağa ağrılar ve türlü dertlerle yoğruluyordu.
Oturma odasına yöneldi bu kez. Cep telefonunu el yordamı ile bulup 112’yi tuşladı. “Ölüyorum ben.” dedi. “Kalbim atmayı bıraktı birkaç gündür.”
Telefonu da yanına alıp mücadelesinin başına döndü sonra. Hala bir ihtimal veriyordu başarmasına. Ancak bir iki saat sonra aralık ayı da bitmişti.
Erdi, son yaprağın heba oluşunu hayal meyal gördüğünde ruhunun hasta ettiği bedenini daha fazla taşıyamadı. Titrek dizlerini yere çarpmak suretiyle çöktü. Yüzünde büyük bir ıstırap, korku ve olan bitene anlam verememe vardı.
Camları açmamıştı ki haftalardır, hastalık nereden gelmişti? Nasıl bulmuştu onu? Başını yavaşça yere koydu, bacaklarını da geri uzattı. Şimdi yüz üstü yatıyordu harcadığı aylarla kaplı zeminde. Karısının o son akşam yatakta yattığı gibi. Ağrılar içinde, inleyerek.
Ekim bitmişti, Kasım da bitmişti. Eh artık Aralık da bittiğine göre geride tüketecek hiçbir şey kalmamıştı. 10’dan geriye sayıp zamanını, sağlığını ve karısını kaybettiği için kutlama yapabilirdi.
10, dedi acıyla. 9, 8, 7.
Kapı çaldı.
Kalkıp açması mümkün müydü? Felç olmuştu pek muhtemel tüm kasları. Açamadı.
6, 5, 4.
Bir gürültü koptu. Sağlıkçılar doluştu eve. Yılbaşı ikramiyesi miydi bu?
3, 2,1.
Erdi gözlerini kapadı. Hastalık hakikaten de korkunç şeydi.
Betül NİSA GENÇ
0 Yorum